Cihan Çetin
Marx, kapitalist krizin kendisini her zaman para krizi olarak gösterdiğini söyler. Diyalektiğin ‘nicelden nitele sıçrama bir anda olur’ kanunu ile ilişkilendirdiğimizde paranın hareketleri hem evrensel hem de yerel bazda her türlü krizin analizine olanak sağlar.
TL karşında dolar Ekim 2017 ile Mart 2018 arasında (gün içindeki 4 lira seviyelerini yoklamaları saymazsak) 3,80 ilâ 3,99 arasında bir salınıma sahipti. Ancak 28 Mart itibariyle dolar 4 lirayı aştı. Merkez Bankası’nın 25 Nisan’da faiz oranını 0,75 arttırmasına rağmen değil 4’ün altına düşmesi, kısa bir düşüşten sonra 4,1 seviyelerine sıçradı, borsa uzun zamandan beri günü düşüşle kapadı.
Peki dolar 4 lira olunca ne oldu? Uzunca bir süre dillerdeki erken seçimin pimini Devlet Bahçeli çekip bombayı Erdoğan’ın kucağına attı. 17 Nisan ile bu yazının yazıldığı 25 Nisan arasındaki 8 günlük süreç,kelimenin tam anlamıyla baş döndürücüydü ve baş dönmesi hâlâ devam etmekte.
Erdoğan’dan habersiz olmadığı belli olan Bahçeli’nin erken seçim ilanı, ekonomik krizin göstergesi olduğu kadar esas olarak hem hükümetin hem de muhalefetin krizinin de ilanı oldu.
Hükümet Krizi
Erdoğan, fazla değil 2 ay öncesine kadar erken seçim diyeni ağzına biber sürmekle tehdit ederken, dolar 3 liraya dayandığında ortaya attığı “dolar bozdur, vatana ihanet etme” gösterisini, dolar 4 liraya yaklaştığında aklına bile getiremedi. Çünkü Erdoğan da, doların yükselişinde kendisini gösteren ekonomik krizin, kitleleri gaza getirerek çözülecek noktayı çoktan aştığının gayet farkında.
Bahçeli’nin erken seçimi ilan etmesi ile AKP, artık klasikleşmiş fırdöndü oyuncağına sarılıp erken seçimin neden önemli, hatta gerekli olduğunun propagandasına girişti. Ancak bu fırdöndülük bugünlerde sosyal medyada yaygınlaşan şu soruların cevabını vermekten oldukça uzak: “Eğer her şey iyi ise neden erken seçim, yok her şey kötü ise seni neden seçelim?”
AKP, diğer koşullar bir yana, seçim döneminde gaz vermek dışında, gündelik yaşamda kendisini ağır biçimde hissettiren krizin baskısı ile kendi tabanından da ortaya çıkacak sorularla, eleştirilerle boğuşacak görünmektedir. AKP tabanının hedefinde henüz Erdoğan olmamakla birlikte, 21 Nisan’da ortaya çıkan, görüntülerde, Erdoğan’ın kitleyi sakinleştirme girişimlerine rağmen AKP Beykoz Belediye Başkanı’nın “yalancı”, “şerefsiz” denilerek kalabalık tarafından yuhalanması kayda değer bir göstergedir. Erdoğan’ın vekil tercihlerinde, önceki gibi kafasına göre hareket etme alanının daraldığından söz edilebilir. Erdoğan pek çok yerde vekillik dağıtırken AKP tabanı tarafından istenmeyen, benimsenmeyen adaylara yer vermekte zorlanacak, bazı yerlerde tabanını dinleyecek ama kimi yerlerde kısmi bir oy kaybı riskini göze alarak aday seçiminde bulunacaktır.
AKP’nin vaat barutu tükenmiş durumdadır. 24 Nisan grup toplantısında Erdoğan’ın açıkladığı seçim vaadi tam bir güldürüdür: “Daha fazla demokrasi, daha fazla refah, daha fazla kalıcı huzur, daha fazla bağımsız yargı.” Görünen o ki Erdoğan, bugüne kadar resmi olarak kabul etmediği ekonomik krizi, seçime doğru örtük kabul ederek “yetkiyi verin çözeyim”in ötesine gidemeyen bir hatta olacaktır.
Erdoğan’ın, OHAL ilanı ile, -sol cenahı paranteze alırsak- cemaat ile bağlantılı ya da değil sağ tabanda ortaya çıkardığı yıkım da sonuçlarını seçimde gösterecek boyuttadır. KHK’lar ile ihraç edilenlerden şirket yutmalara kadar pek çok sonuçtan etkilenen ve zamanında AKP’ye oy veren kitlelerin oranı yüksek olmasa bile, Erdoğan için hayat memat meselesi olan bir seçimde bu kayıp oyların telafisini sağlayacak bir seçmen kitlesi de bulunmamaktadır.
Özetle Erdoğan’ın, mağdur edebiyatına dayalı seçim stratejisi bu kez işe yaramayacaktır. Tersine, şahsında da somutlaşan devasa siyasi, ekonomik, toplumsal yıkımların sonuçları seçim gününe kadar Erdoğan’ın her daim karşısında olacaktır.
Elbette AKP’nin, devlet başta olmak üzere iktidar ağlarına sahip olması en büyük avantajıdır. Erdoğan bu avantajı sonuna kadar kullanacaktır. Erdoğan’ın savaş araçlarının ne olduğunu, 7 Haziran-1 Kasım arasında ve 15 Temmuz sonrası yaptıklarına bakarak ön görmek kolaydır. Erdoğan, bir yandan artık çantada keklik olmayan oy deposundaki delikleri gidermeye çalışırken, diğer yandan muhalefete her türden saldırı aracını kullanacaktır.
MHP kanadına gelecek olursak, onun krizi, seçim yapılmasını istediği anda zaten üzerine yapışmış durumdadır. MHP, Akşener’in parti içi muhalefetinden tutun 15 Temmuz sonrası AKP tarafından yutulmasına kadar pek çok açıdan siyaseten bitmiş durumdadır. 1 Kasım’da kapabildiği koltuklar dışında elinde fazla bir şey kalmamış olan Bahçeli, 15 Temmuz yanaşmasının ödülü olarak ittifak yasası ile mecliste olmanın garantisini elde elde etmiştir.
Ama anlaşılan bu garantinin karşılığı olarak hükümetin kötü polis rolünü üstlenmiştir. Bu garantiden dolayıdır ki, erken seçim kararını Erdoğan değil Bahçeli açıklamıştır. Ancak MHP, AKP’nin içinde kaybolmanın bedelini, esas olarak AKP’nin neden olduğu, beslediği, büyüttüğü krizlerin sonuçları ile ödeyecektir. Bu nedenle MHP zaten erimekte olan oy kaybının önüne geçemeyeceği gibi, AKP’den uzaklaşan her oyun acısını MHP katmerli olarak ödeyecektir.
Muhalefet Krizi-1: Burjuva Muhalefet
Muhalefet krizini iki bağlamda düşünmek gerekmektedir. Birincisi mecliste olan/olmayan burjuva siyaset muhalefeti, ikincisi sol-sosyalist muhalefet.
Erken seçimin ilanı, ana muhalefet partisi CHP’nin krizinin de ortaya saçılmasına yol açtı. Kılıçdaroğlu, aylardır “erken seçim isterük” diye yırtınmasına rağmen, erken seçimin ilanıyla birlikte “aday arayışına” çıkmak mecburiyetiyle karşı karşıya kaldı. Öyle ki CHP, 2008’de seçtirmemek için bütün sınırları zorladığı ve AKP’yi adeta zorla yeni bir rejim modeli aramaya ittiği yakın tarihinin içine tükürerek Abdullah Gül’ü aday göstermek için canla başla çalışacak kadar şirazesini kaybetti.
Sıfır baraj adı altında İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti ile çatı aday görüşmelerinin baş aktörlüğüne soyunan CHP’nin bu baş rol oyunculuğu, ikinci bir Ekmeleddin vak’ası olasılığını bağrında taşımaktadır. İYİ Parti’ye 15 vekil verilmesi, İlhan Cihaner’in mırın kırını dışında pek tepki toplamazken, Gül’ün ortak adaylığı için görünür bir role girilmesi CHP’nin Kemalist, laik, ulusalcı tabanında isyan dalgasına yol açtı. CHP’li vekillerin bir kısmı bu isyan dalgasının sözcülüğünü üstlenirken, Kılıçdaroğlu “mesele parti meselesi değil, vatan meselesi” diyerek Gül’ün adaylığını sonuna kadar zorlayacağını göstermiş oldu.
CHP’den isimleri geçen Muharrem İnce, Yılmaz Büyükerşen, İlhan Kesici’den hangisi cumhurbaşkanı adayı olursa olsun bu isimlerden hiç birinin, AKP- MHP tabanı başta olmak üzere sağ cenahtan istenilen oyu toplayamayacağı gibi Kürtler’den de oy alamayacağı nettir. Ama daha önemlisi, CHP tabanından da bu isimlere oy gelmemesi güçlü bir olasılıktır. Ortaya çıkan tabloya göre, CHP’nin de içinde yer aldığı ve Gül’ü aday gösteren bir ittifak oluşmaz ise, CHP’nin adayının 1. Turda yerlerde sürünmesi güçlü bir olasılıktır.
MHP’nin iç krizinden doğan İYİ Parti, tüm parlatma, özellikle faşist niteliğini gizleme girişimlerine rağmen, en iyi niyetli tahminle, oy oranı olarak MHP’nin yarısına ancak erişebilecek durumda. Gözünü AKP ve MHP içindeki oylara diken Akşener, Erdoğan’a efelenmek dışında tek bir siyasi söylem üretemediği gibi, bugüne kadar burjuva siyaset anlamında dahi kayda değer hiç bir şey üretememiştir.
Kurulduğu günden itibaren HDP ile ilgili açıklamalardan kaçınarak şirinlik gösterisinde bulunan İYİ Parti, Gül’ü destekleyen ittifakta HDP’nin yer alma ihtimali ifade edildiğinde faşist dişlerini göstererek “onlar varsa biz yokuz” mesajı verip CHP-SP girişiminin apış arasına tekmeyi yapıştırdı. Cumhurbaşkanı adaylığını aylar öncesinden ilan eden ve bu konudaki ısrarını sürdüren Akşener, meclis muhalefetinin krizini iyice derinleştirdi. Akşener’in tükürdüğünü yalayarak adaylıktan vaz geçmesi ve Gül’ü desteklemesi, ancak ve ancak vekil ve bakanlık pazarlığında İYİ Parti’nin mevcut çapını aşan büyük bir lokmayı almayı garantilemesi ile mümkün olacaktır.
Abdullah Gül, AKP’nin gerici faşist iktidarını sağlamlaştırmasının ilk sırada gelen faillerinden biridir. AKP içinden tasfiye edilmesine mırın kırın düzeyinde bile ses çıkarmamış, AKP içinde bir muhalefetin başına geçemeyecek kadar korkak olan Gül, sırtını SP’ye yaslayarak eski “milli görüş” gömleğine sığınmış durumdadır. Her şeyi bir kenara bırakalım, “Türk tipi başkanlık olmaz” çıkışına rağmen, referandum öncesi ve sonrasındaki iktidarın faşist azgınlığının arttığı her kritik anda gıkını çıkaramayan, bir kaç tweet atma, Cuma namazı çıkışı bir iki laf söyleme dışında “muhalefet” edemeyen Gül’ün adaylık için düşünülmesi dahi burjuva muhalefet krizinin bir başka göstergesidir.
Kendisinin de sorumlu olduğu Türkiye’deki mevcut tabloya dair, burjuva siyaset düzleminde dahi tek bir özeleştiri cümlesi kurmamış olan Gül’ün, çatı adayı olarak tarif edilmesi rezilliğin daniskasıdır. Gül’ün ortaya koyabileceği tek bir vaat vardır: Parlamenter sisteme dönüş. Bu bağlamda Gül’ün adaylığı, mevcut cumhurbaşkanlığı sistemine karşı olan herkesin oyunu alacağı varsayımına dayanmaktadır.
Ancak köprünün altından çok sular akmış durumdadır. Mıymıntı karakteri nedeniyle sıfır risk siyaseti güden Gül, Erdoğan karşısında savaşacak cesarete de beceriye de sahip değildir. Onda bu cesaret ve beceri olsaydı eğer, Gezi/Haziran İsyanı’ndan bugüne en az 3-4 defa Erdoğan’a açıktan cephe alması gerekiyordu. Türkiye’nin son 5 yılı boyunca özellikle de cumhurbaşkanlığı görevinin bitmesinden sonra ortalıkta gözükmeyen Gül’ün adaylığının, çok yönlü kriz sarmalına bağlı olarak artık sendelemeye başlayan AKP’nin tepesine akbaba gibi çökmeye niyetlenmek dışında bir anlamı yoktur.
Özetle erken seçim ekonomik ve toplumsal krizin zorunlu sonuçlarının bir anda ortaya dökülmesini sağlamıştır. Burjuva siyaset açısından da burjuva hükümet ve muhalefetin krizleri de aynı anda patlamıştır.
Mevcut kriz(ler)in derinliğinden, katmanlılığından, çelişkilerin büyüklük ve yoğunluğundan dolayı burjuva hükümet ve muhalefet, yeni hükümeti kurabilecek bir pozisyon elde edebilmek için öncelikle kendi tabanlarının bir kısmını kurban etmek zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Dolayısıyla, seçim sonuçları ne olursa olsun, mevcut burjuva siyaset, 24 Haziran’dan yara almış olarak çıkabilecektir.
Şöyle somutlayalım: Eğer cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan kazanırsa, muktedirliğinin doruğuna erişecek olmasına ve bunun getireceği tüm zorbalığa rağmen, artarak devam edecek olan ekonomik ve toplumsal kriz karşısında ya kuracağı yeni hükümeti daha 1-1,5 yılını doldurmadan erken seçim istemek zorunda kalacak ya da büyük bir toplumsal patlamadan darbeye kadar zor ve şiddeti içeren risklerle burun buruna kalacaktır.
Yok seçimi muhalefet kazanacak olursa, onlar da “büyük” zaferlerinin tadı daha ağızlarındayken, AKP’nin zemin hazırladığı büyük bir yıkım tablosunun acı sonuçlarıyla yüz yüze kalacaklardır. Seçimi kazanan muhalefet, eskinin tabiriyle “enkaz devralacağı” için bir yandan bu enkazı kaldırmaya çalışırken, diğer yandan krizin her türünün katmerlenmiş boyutları ile cebelleşmek durumda kalacaktır.
Sonuç olarak 24 Haziran seçimlerini kim kazanırsa kazansın krizin bir sonraki aşamasının da ilk kaybedeni olacaktır.
Yarın: “Öteki” Muhalefetin Krizi