KRİZLERİN SEÇİMİ -2 “öteki muhalefet”in krizi



HDP de sol-sosyalist güçler de akıllarını başlarına toplamak zorundadır


“Öteki muhalefet”in krizi

Cihan Çetin

Erken seçim, Türkiye’deki kapitalist sistem krizinin siyaset ekseninde patlamasına yol açtı. Bir önceki yazımızda, bu patlamanın burjuva iktidar ve muhalefet eksenindeki görünümlerini ele aldık. Bu yazımızda ise çubuğu “ötekiler”e Kürt, sol ve sosyalistlerin krizlerine bükeceğiz.

Öncelikle genel bir değerlendirme yapalım.

Öznel ve nesnel şartlar bir arada düşünüldüğünde sol ve sosyalist muhalefet, öznel olarak tarihinin en dip konumundadır. Bu dip noktasının öncelikli nedeni, 12 Eylül faşist darbesinden sonra ortaya çıkan üç tasfiyecilik dalgasında da kendini gösteren ideolojik kırılmadır. Bırakalım Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmayı, sınıf çalışmasının dahi neredeyse ‘kimlik ve insan hakları’ mücadelesi sınırları içinde ele alınması “öteki” muhalefetin krizinin temel nedenidir.

Bu ideolojik kırılma ve kimlik kaybından dolayıdır ki, tarihsel olarak nesnel şartların bütün elverişliliğine rağmen, öznel şartlar bakımından bu muhalefeti ne sınıf ne de burjuvazi ciddiye almaktadır. Burjuvazinin ve devletin, istediği zaman istediği gibi dayak atmaktan büyük keyif aldığı cılız ve etkisiz bir ‘kenar süsü’ne dönüşmüş durumdadır.

12 Eylül ile yeni bir düzleme geçen faşist diktatörlük, aradan geçen 40 yıl içinde zorbalığını her gün arttırmıştır. Bu zorbalık elbette ona karşı mücadelenin sınırlarını da belirlemektedir. Buna kimse itiraz edemez. Ancak özellikle son 2-3 yıllık süreç düşünüldüğünde, temelinde neoliberalizmin krizinin yattığı faşist diktatörlüğün artan zorbalığına karşı üretilen ‘muhalefet’, burjuvazinin çoktan terk ettiği “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları” gibi burjuva  liberal taleplerin ötesine geçememiştir.

Legal alanda parti ismi komünist olunca kendisinin de komünist olacağını sananlar şovenizm sularında yüzerken, Marksizm-Leninizm bayrağını sallayarak Kobane’de silahlı direnişte fiilen yer alanlar Türkiye’de parlamentarizm batağına saplanıp kalmanın ötesine geçememektedir.

Sendikal alanda tablo daha vahimdir. Geçmişte ölümüne mücadelelerle kazanılan sınıfın neredeyse tüm tarihsel kazanımları teker teker gaspedilirken, geçmişin anlı şanlı sendika ve meslek örgütleri bugün sendika binalarının merdivenlerinde dahi basın açıklaması yapamaz hale gelmişlerdir.

“Öteki muhalefet”in krizi, kendisini, erken seçim açıklamasından hemen öncesinde İstanbul 1 Mayıs’ı kararında da göstermiştir. CHP’nin kuyruğuna takılarak Maltepe dolgu meydanında “1 Mayıs kutlaması” ilan edilmesi, bu krizin somut göstergesidir. 1 Mayıs’ta Taksim alanını ağızlara dahi almadan, tartışmadan yapılan bu tercih, öteki muhalefetin krizinin  doğurduğu bir sonuçtur.

 

HDP’nin muhalefeti

Kürt halkı ve Kürt siyaseti hakkında, eleştirel yaklaşımda bulunurken, bugün dünden daha fazla dikkatli olunmak zorundadır. “Çözüm” sürecinin faşizm tarafından bitirilmesi sonrasında Kürt halkının ve onun siyasetçilerinin maruz kaldığı saldırı, yaşadığı zulüm hâlâ sürerken, “eleştiri” adına üst perdeden konuşmak, terbiyesizliğin alası olacaktır. Bu tür hadsizliklerden uzak durmak, sadece ahlaki bir mesele değil halkların kardeşliği ve proletarya enternasyonalizminin ne derece özümsendiğinin göstergesi ideolojik bir tutum ve duruş sorunudur.

HDP’nin 7 Haziran sonrası sergilediği görünüm ve pratiğe dair çok şey söylenebilir. 7 Haziran’da kendisine verilen oylara dahi sahip çıkamayışı, parlamento zemininde kalmayı her şey haline getirmesi, eşbaşkanları, milletvekilleri ve belediye başkanlarının gördükleri muamelelere rağmen bu ısrardan vazgeçmeyişi, 15 Temmuz sonrası TBMM’yi fiilen tasfiye eden Erdoğan-Bahçeli faşist ittifakı yapılacak göstermelik seçimlerde her türlü hileyi yasal hale getirecek düzenlemeleri dayak zoruyla onaylatırlarken bile o ahırı terketmemeleri parlamenter budalalığın da ötesine geçen vahim yanlışlardır. Ve işin kötüsü HDP, herbiri birbirine eklenerek ağır sonuçlar doğurmuş olan bu hatalarından herhangi bir ders almış görünmemektedir. Maruz kaldığı bütün itilip-kakılmalara rağmen sadece parlamenter ahmaklıkta değil başkalarının ağzına ve adımlarına bakarak politika yapma ısrarından da vazgeçmemiştir.

Erdoğan-Bahçeli faşist ittifakının “baskın seçim” hamlesine anında yanıt olarak Selahattin Demirtaş’ı resmen aday ilan etmekten ısrarla kaçması, dahası, tabandan ve ilerici kamuoyundan yükselen talebe rağmen bu konuda ipe un serme bahanesi olarak getirilen gerekçeler HDP’nin politika yapma tarzı ve gidişi hakkında kuşku ve güvensizlikleri büyütecek niteliktedir. HDP, 7 Haziran sonrası sergilediği stratejik-tarihsel hatayı tekrarlayarak hala başkalarının ağzına bakmakta, CHP-Saadet-İYİ Parti arasında süren “ortak aday” pazarlıklarının sonucunu gözetecek şekilde sinik ve silik bir görünüm sergilemektedir. İYİ Parti bile en azından ilk tur için kendi adayını herkesten önce ilan edip yapılan bütün telkinlere rağmen bu ısrarından vazgeçmeme iradesini gösterirken HDP Demirtaş’ı aday gösterme konusunda hala mırın-kırın etmeyi sürdürmektedir.

İradesini baştan başkalarının adımlarına bağımlı kılan bu silik ve kişiliksiz tutum, HDP’yi oyun kurucu olmaktan çok ihtiyaç halinde oyuna çağrılacak kenarda bekleyen yedek oyuncu konumuna düşürmekle kalmamakta, Demirtaş’ın karşı karşıya olduğu ceza risklerini de büyütmektedir. Demirtaş’ı resmen aday gösterebilmek için 30 Nisan’da yapılacak duruşmanın beklenmesi, HDP’nin adayının belirlenmesini kendi dışındaki güçlerin insafına ve kararına bırakmakla eş anlamlıdır.

HDP yönetimi, bu siyaset tarzı ve anlayışını terketmediği sürece, kimsenin yok sayıp üzerinden atlayamayacağı Kürt halkının devrimci eylem dinamiklerini ve oy potansiyelini de ucuza harcamış olacaktır. Bunun belirtileri de maalesef çoğalmaktadır.

Diyarbakır milletvekili Ziya Pir, 24 Nisan’da attığı bir tweette, “CB seçiminin ikinci turunda HDP seçmenini sandığa gitmek için (HDP adayının dışında) kim motive edebilir? Amaç gerçekten RTE’yi devirmek ve normalleşmek ise, o zaman bu soruya acilen yanıt bulmalı ve gereğini yapmalı!” demiştir. Bu tweette bahsi geçen “HDP adayı dışındaki 2. tur adayının” kim olduğu muamma iken, 25 Nisan’da bu kez HDP Eşgenel Başkanı Sezai temelli, “Akşener’e taban oy vermez” demesine rağmen, “Abdullah Gül’’e oy verir misiniz” sorusuna “Bizim gündemimize düşmüyor. Ama saygın bir siyasetçi, değerlendirilebilir” şeklinde akla ziyan bir cevap verebilmiştir.

Akşener’e oy vermeyen “Kürt tabanı” Erdoğan’ın kankası Gül’ü hangi şartlarda değerlendirebilir? Cumhurbaşkanlığı sistemi karşısında elinde sadece “parlamenter sisteme dönüş” vaadi dışında bir vaadi olmayan Gül nasıl bir garantördür?

Uzak tarihi bir kenara bırakalım Kürt halkı son iki yıldır parlamenter  sistemde katledilmedi mi? HDP siyasetçileri bir yıla yakındır parlamenter sistemde tutuklanmadılar mı? Faşist devletin tüm ikiyüzlülüğü meydandayken yeni bir “çözüm süreci” vaadini, hem de çözüm süreci döneminde de cumhurbaşkanı olan, ama özel bazı anlar dışında etliye sütlüye karışmayan Abdullah Gül mü verebilecek?..

Kürt halkının yaşadığı son süreçteki zulmün kaynağının sadece ve sadece Erdoğan olduğunu düşünerek olmayacak seçim ittifaklarına teşne olmayı geçelim, sırf Erdoğan karşıtlığı temelinde ellerinde Kürt kanı da bulunan faşistlere dahi kapı aralamak, Demirtaş gibi Erdoğan karşısında sembolleşmiş bir ismi aday göstermekte sergilenen titreklikle birlikte düşünüldüğünde güven vermeyen, mide bulandırıcı göstergelerdir.

Kürt halkını temsil iddiasını taşıyan bir siyaset, bugün ne Kürt halkının yeminli düşmanları tarafından muhatap alınmayı bekleyen-kollayan bir politika izleyebilir ne de “masaya çağrılmayı bekleyen” bir profil ve arayış içinde olabilir. Bu temsilin hakkını vermenin bugün belki de ilk koşulu, başkalarını peşinden koşturan bağımsız net duruşların sahibi olmaktır. Bu ilkesel tutumdan bir anlık sapmanın sonuçları dünü aratacak cinsten olacaktır.

Onun için HDP, sadece 24 Haziran’a kadarki değil,  25 Haziran’ı kapsayacak tutumlarını bugünden belirlemek durumundadır. Erdoğan’ın kazanması durumunda mecliste kalmakta ısrar etmemekten, Erdoğan’ın kazanmaması durumunda da sadece meclis içindeki bir pratiğin içinde sıkıp kalmamak gibi geniş bir yelpazeyi içerecek stratejik bir hattı bir an önce netleştirip ele güne duyurmak zorundadır

Sosyalist-devrimci muhalefet

Söylemde veya kağıt üzerinde kalsa  da sınıf eksenli, sosyalist çizgiye sahip olan muhalefet, niceliksel ve niteliksel olarak son 50 yıllık tarihinin en etkisiz konumundadır. Ancak bu durumun sorumlusu da öncelikle sosyalist-devrimci muhalefetin kendisidir.

Kendisini sol’da, ‘sosyalist’ olarak tanımlayan muhalefet, homojen tek bir kategori değildir aslında. Aralarında çok büyük farklar bulunan en az 3 alt kategoriden söz edebiliriz bu cenahta.

Bunlardan birincisini, pratikte geçmişlerinin dahi çok gerisine düşmüş, içlerinden bazıları ideolojik-siyasi yönlerden de ciddi deformasyon geçiren fakat son tahlilde hala devrimci bir konumda tutunmaya çalışanlar oluşturur. Siyaset alanında diğerlerine göre daha az görünen, daha da etkisiz bir görünüm çizmekle birlikte bağımsız devrimci kimlik ve potansiyellerini koruma bakımından ‘kendisi’ olmayı sürdüren bu kesim, her şeye rağmen kendi yolunu açma ve sıçramalı bir gelişme kaydetme potansiyeli bakımından diğerlerine kıyasla daha avantajlı bir konumdadır.

Ağırlıklı olarak HDP içinde, kıyısında, civarında konumlananları ikinci alt grup olarak sayabiliriz. Bu kategoride yer alanlar, HDP içinde kendilerine özgü politikalar üretmek yerine daha çok Kürt siyasetinin ürettiği dönemsel politikaların savunuculuğunun ötesine geçememiştir. Dolayısıyla, yukarıda HDP için dile getirdiğimiz eleştiriler onları da kapsar. Ayrıca bu kesimler, HDP içinde iddia ettikleri gibi sınıfsal-sosyalist bir siyaset yapamadıkları gibi HDP dışında da kayda değer bir alan açamamışlardır. Bu anlamda siyasi gelecekleri kendilerinden çok kendilerinin dışındaki güç ve gelişmelere bağımlı bir hal almıştır. İstanbul 1 Mayıs’ında Taksim’i telaffuz dahi edememekle kalmayıp yürüttükleri faaliyet sırasında Maltepe’ye gideceklerini söyleme cesaretini de bulamamaları bu açıdan çok uyarıcı bir göstergedir.

Kendisini sol-sosyalist olarak tanımlayan muhalefet cenahının üçüncü alt grubu “Kürt hareketiyle arasına belirgin bir mesafe koymakla” karakterize olur. “Sınıf eksenli sosyalist siyaset” ya da keskin bir “anti emperyalizm” kılığına bürünmüş olarak kendini gösteren bu ‘farklılık’, giderek dile de yansıyan bir düşmanlık boyutlarına varmış durumdadır. Kürt hareketinden uzak durmanın bahanesi olarak kullanılan bu “bağımsız duruş” merakı, CHP ya da onun içindeki görece demokrat kimi kanat ve isimler söz konusu olduğunda ‘kuyrukçuluk’ halini almaktadır. Fakat atılan bütün taklalara rağmen bu koalisyon ve işbirliği arayışları da dişe dokunur sonuçlar üretmekten uzaktır. Sonuçta 24 Haziran’da baskın seçim kararının ‘en hazırlıksız’ yakaladığı kesim herhalde bu “solcular” olmuştur.

 

Sonuç yerine

Sosyalist-devrimci muhalefet saflarında yer alan hem siyasetler hem de bireyler, 24 Haziran’da Erdoğan’ın kazanması durumunda kendilerini bugünden daha ağır şartlar içinde bulacaklardır. Erdoğan’ın kazanamaması -en azından ilk turda seçilememesi- durumunda ise, ortaya çıkacak moral motivasyon önlerini ‘kendiliğinden’ açmayacaktır. Dolayısıyla sosyalistler ve devrimciler, her iki durumda da gelişmenin ve kaderlerinin öncelikle kendilerine bağlı olduğunu şimdiden zihinlerine kazımak zorundadır.

Mevcut krizin boyutları ve yarattığı belirsizliklerden kaynaklı olarak, 24 Haziran seçimlerinin sonuçlarını şimdiden kestirmek güç görünmektedir. Ancak sonuç ne olursa olsun 24 Haziran, Türkiye’nin (de) içinde bulunduğu, hayatın her alanına ve her hücresine yayılmış krizlere  bir çözüm olmaktan çok, sonuçları daha da ağır olacak krizlerin başlangıç günü olacaktır. 24 Haziran sonrasına ortaya çıkacak her olasılığa karşı kafaca hazır olmak bu yüzden hayati önem taşımaktadır.

Ayrıca Kontrol Et

Ekim Devrimi’nden Geleceğe Sosyalist Ekolojik Perspektif

Bugünden geriye doğru baktığımızda Sovyet sosyalizminin başka konularda olduğu gibi bu konuda da ciddi açmazlarla karşılaştığını, yaşanılan sıkışmayı, daha çok bu nesnelliklerin basıncıyla bırakılan boşlukları, sergilenen kimi darlık ve tek yanlılıkları daha net olarak görebiliyoruz. Bunlar su götürmez birer gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Fakat her kim bu konuda da Sovyet pratiğini olumsuz sonuçları ilerleyen yıllarda karşımıza çıkan bu tek yanlı düşüncesiz adımlara indirgerse -niyetinden bağımsız olarak- her şeyden önce dürüst ve adil davranmış olmaz