İrfan Aktan
AKP iktidarı ekonomik buhranı kendisine yönelik uluslararası bir komplo olarak, hatta bazı yandaşlar “ekonomik terör” şeklide yorumlasa da, cebimizdeki paranın pula dönüşmesi yolunun taşları bizzat bu iktidar tarafından döşendi. Muazzam dış borçlanma, ithalat ve sıcak para girişine dayalı ekonomi politikasının yarattığı sanal refahın rehavetine alışan toplum, şimdi bunun faturasıyla karşı karşıya.
Hızla otoriterleşen ve böylece ülkeyi yıllardır bağımlısı yaptığı dış sermaye açısından güvensiz hale getiren AKP iktidarı, 24 Haziran’dan başarılı çıksa da çıkmasa da, bu faturayı bizim ödemek zorunda kalacağımız görülüyor.
Peki 2001’deki ekonomik kriz üzerinden yükselen AKP iktidarı, o tarihten itibaren uyguladığı ekonomi doktrininden neden saptı? TL’nin gün içinde bile dramatik değer kayıpları yaşamaya başlamasının dönüm noktası ne oldu? Ekonomideki mevcut belirsizlik yakın gelecekte bizi neyle karşı karşıya getirecek? Türkiye’yi 24 Haziran sonrasında ne tür senaryolar bekliyor? Hocaların hocası olarak bilinen Türkiye’nin en yetkin iktisatçısı Prof. Dr. Korkut Boratav’ın kapısını çaldık…
Doların TL karşısındaki değeri önceki gün yeni bir ivmeyle 4.80 seviyesine çıkınca CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak, Twitter’dan şu mesajı yayınladı: “Bunun adı serbest düşüştür. Nedeni TV’de söylettiğiniz borç ödemesi değil, borcu çevirememek ve sermayenin kaçışıdır. Bu ani duruş işaretidir. Bundan siyaset üretmenin zamanı değildir. Derhal tedbir alın.” Bu serbest düşüşe karşı alınabilecek bir tedbir var mı?
Öncelikle genel durumun teşhisini yapalım. IMF, Şubat sonunda kaleme alınan ve Nisan ayında yayınlanan Türkiye raporunda, ki o dönemde dövizdeki gerilim şimdiki kadar belirgin hale gelmemişti, Türkiye’nin milli gelir hesaplarının eski hesaplamaları büyük ölçüde zedelediği tespiti yapıyordu. Rapor, eski milli gelir hesaplamalarının sermaye birikimi ve tasarruf oranlarını ne kadar düşük tuttuğunu, yeni hesaplamanın ise bundan büyük bir sapma gösterdiğini ortaya koyuyor. Böylece IMF, örtülü bir eleştiriyle, yeni milli gelir hesaplamasıyla ortaya konan düzelmenin normal olmadığını söylüyordu.
Düzelmeden kasıt, kâğıt üzerinde görünen tablo, değil mi?
Tabii. Yetkisi olmadığı için açık bir eleştiride bulunamıyor IMF ama tasarruf ve yatırım oranlarında yapay bir yükselme ve iyileşmenin ortaya konduğunu teşhis ediyordu.
Türkiye bu yapay iyileşmeyi, dış sermayeyi çekmek için mi yapıyor?
Büyük bir başarı söylemiyle seçim atmosferine girmek için yapılıyor bu. 2010-2016 ortalama büyüme hızına göre Hindistan ve Çin’den sonra Türkiye geliyor. IMF raporu çok yüksek büyüme hızının, ekonominin aşırı ısınmasına yol açtığını ve kırılganlıkları derinleştirdiğini de ortaya koyuyor.
Korkut Boratav
IMF, MAKUL ÖLÇÜLERDE BİR KEMER SIKMAYI ÖNERİYOR
Ne demek aşırı ısınma?
Ekonominin, potansiyelinin üzerinde bir büyüme pompalaması. IMF’nin tespitlerinden çıkardığımız sonuca göre bu ekonominin uzun dönemli büyüme potansiyeli yüzde 3.6’dır. 2016 bu potansiyelin altında bir büyümeyle seyretti. 2017’de bu potansiyel zorlandığı için Türkiye’nin tüm dengeleri bozuldu. Parasal genişleme de, kamu maliyesinin desteğiyle yapılan kredi pompalaması da abartılı oldu. Keza dış yükümlülükler, ekonominin kaldırmasının zor olduğu bir düzeye çıktı.
Dış yükümlülüklerden kastınız ne?
Özel sektörün borç yükü, bir yıl içinde döndürülmesi gereken döviz yükümlülükleri, kısa vadeli yükümlülüklerin Merkez Bankası rezervlerini fazlasıyla aşması ve kredi genişlemesinin mevduatla değil yapay kaynaklarla beslenmesi. IMF raporu da tüm bunları vurguluyor.
Peki ne öneriyor IMF?
Makul ölçülerde bir kemer sıkmayı öneriyor. IMF’nin koyduğu diğer bir tespit, Türkiye’nin itibarını yükseltmiş olan kamu dengelerinin de bozulduğu yönündedir. Yapay olarak düzelmiş, daha doğrusu cilalanmış olan kamu dengeleri, aslında göründüğünden daha fazla bozulmuştur. Çünkü kamu-özel ortaklığı ve mega projelerin finansman biçimi devlete örtülü ve gizli yükler getiriyor. Bu konuda Cumhuriyet’ten Çiğdem Toker bol miktarda yazar. Büyük kamu projeleri, kamu-özel ortaklığıyla yapılıyor. Ama finansman biçiminin devlete örtülü ve ağır yükler getirdiğini IMF raporu ifade ediyor. Sonuçta özel sektör kredilerinin arka planında da kamu garantileri var. Kamu maliyesi, AKP’nin, iktidarı döneminde finans çevrelerine gösterdiği tek pozitif karne notudur. IMF diyor ki, kamu dengesi de bozulmaya başladı. Öte yandan Şubat sonu itibariyle IMF raporu diyor ki, faizin bir ila üç puan artırılması gerekiyor.
Erdoğan, Londra seyahati sırasında da enflasyonun sebebi olarak yüksek faizleri gösterdi. Merkez Bankası’nın faiz artırması ne tür sonuçlar yaratır peki?
Cumhurbaşkanı son iki-üç yıldır, enflasyonun sebebi olarak gördüğü faizlere karşı bir savaş açtı. Cumhurbaşkanı, neyle kavga yaptığının farkında değil. Bakın, uluslararası finans sistemi, 2000 yılı sonrasında yeni bir kurallar bütününe yerleşti. Türkiye’de de bu kurallar bütünü, 2001 yılından itibaren uygulanmaya başlandı.
ERDOĞAN’IN FAİZLE SAVAŞININ NEDENİ İNŞAAT SEKTÖRÜNE DÜŞÜK KREDİ SAĞLAMAK
Nedir bu yeni kurallar bütünü?
Temel kural, Merkez Bankası’nın bağımsız olması ve para politikasını onun yönetmesi. Bunu yaparken de dövizi kontrol etmekten vazgeçip faizi yüksek tutması, diğer bir kuraldır. Sermaye hareketlerini serbest bırakırsan, faiz ve döviz değişkenlerinden ancak birini kontrol edebilirsin. 1989-2001 arasında Türkiye, esas olarak döviz fiyatlarını kontrol etti. Bu sayede çok fazla dış açık vermedi. Çünkü dövizi enflasyona bağladı, faizi ise kendi haline bıraktı. 2001’de benimsenen kurallarla birlikte sıkı faiz politikası uygulandı ve döviz serbest bırakıldı. Bu enflasyon hedeflemesi doktrinini önce Yeni Zelanda uyguladı ve giderek IMF’nin, Türkiye ve dünya finans sisteminin temel doktrini haline geldi.
2001 sonrasında Türkiye’yi AKP yönettiğine göre ve bu doktrini benimsediğine göre Erdoğan neden sürekli yüksek faizden yakınıyor?
AKP, 2013’e kadar bu doktrini sürdürdü. Merkez Bankası başkanını tayin ettikten sonra, onu özerk bıraktı. MB de esas olarak sıkı para, esnek döviz politikasını uyguladı. Bu olağan dönemlerde ucuz döviz, yüksek faiz anlamına geliyordu. Yüksek faizi gören para Türkiye’ye giriyor ve dövizi aşağı indiriyordu. Türkiye’ye giren sıcak para 2003-2007 yılları arasında Dolar üzerinden ortalama yüzde 33 getiri sağlıyordu.
2013’ten itibaren AKP bu doktrinden neden sapmaya başladı?
Cumhurbaşkanı, inşaat sektörüne düşük faizli kredi pompalamanın sürdürülmesi için enflasyon hedeflemesinin gerektirdiği yüksek faizi zararlı görmeye başladı. 2003-2007’de ve 2009-2011 arasında uluslararası merkez bankalarının yüksek fon pompalaması sayesinde Türkiye ekonomisinin gelişme ivmesi iyi seyretti. Yüksek faiz problem olmaktan çıktı. Çünkü başı sıkışan şirketler, bankalar aracılığıyla döviz kredisi alıyordu ve bu da ehven oluyordu. Ama para girişi yavaşladığı andan itibaren Türk Lirası kredilerinin ucuz olması zarureti ortaya çıktı. Döviz kredisinin ucuz kalmasının şartı, ani pahalılaşmanın yaşanmamasına bağlı. O da dıştan gelen fon akımının devamını gerektiriyor. Fakat 2011’den sonra fon akımı tökezleyince döviz zaman zaman pahalılaşmaya başladı. Bu da başta inşaat olmak üzere krediyle yaşayan tüm sektörlere risk unsuru getirdi. 2013’ten sonra AKP iktidarı önce Gezi çalkantısından, sonra yolsuzluk dosyalarından, ardından da zincirleme seçim-referandum sürecinin geriliminden ötürü yüksek faiz programını problem olarak görmeye başladı. Böylece Cumhurbaşkanı 2001’de kurulan sisteme savaş açmaya kalktı ve TL kredisini ucuzlatmaya yüklenerek çözmeye çalıştı.
Bunda niye başarılı olamadı?
Çünkü bağımsız Merkez Bankası, itibarının devamının, kendisine verilen uluslararası doktrini uygulamaya bağlı olduğunu söyledi. Bu da faizlerin enflasyonun üzerinde tutulması anlamına geliyordu. Enflasyonu da büyük ölçüde döviz belirliyor.
İthalata bağımlılık dolayısıyla mı?
Tabii, Türkiye ithalata o kadar bağımlı ki… Merkez Bankası eski başkanı Erdem Başçı, Cumhurbaşkanının saldırıları karşısında 2015’te özel bir brifing yaptı. Slaytlarla açıkladı ki, Türkiye’de enflasyonu belirleyen ana değişken dövizdir. Dolayısıyla faiz düşürülünce döviz kaçışı oluyor, pahalanıyor ve enflasyon yükseliyor.
Bu tespit Erdoğan’ın “faiz, enflasyonun anasıdır” tezini çürüttüğü halde, neden bu söylemi sürdürüyor?
Bana göre kafa çalışmıyor.
Türkiye’yi, döviz fiyatlarının her gün dramatik ivmelerle yükselişine sürükleyen kırılma noktası inşaat sektörüne ucuz kredi pompalama planı mıydı?
İnşaat sektörü ve kendisini destekleyen tüm sermaye gruplarını rahatlatma motivasyonu… Dolayısıyla Cumhurbaşkanı, İslam doktrini bir yana, faize bu nedenle kafayı takmış durumda.
O halde mesele kafanın çalışmaması değil, başka şekilde çalışıyor olması değil mi?
Böyle bir hedef var tabii. Çünkü kendisi açısından, iktidarını besleyen inşaat ve döviz problemi olan tüm sektörlerin canlılığını sürdürmesi lazım. Bu sektörler açısından parlak dönem 2003-2007, ve 2010-2011’di. Daha sonra döviz borçlanması ucuz getiri sağlama seçeneği olmaktan çıktı. Dolayısıyla her şey TL ile kredinin ucuzlamasına bağlı hale geldi. Fakat bir yandan da dış dünya sana bakıyor. Moody’s Türkiye’nin kredi notunu düşürdü ve bunu yaparken ağır bir dil de kullandı. Ardından Fitch ve Standard and Poor’s da puan düşürdü. Türkiye’nin riskli olduğunu söyleyerek yapılan bu tür puan düşürmeler, yukarıdaki büyük yatırımcıları, fon yöneten yatırım bankalarını, Dünya Bankası gibi dev kuruluşları, dolayısıyla sıcak para girişini etkiliyor.
FİNANS ÇEVRELERİ, ERDOĞAN’IN DOKTRİN KAYMASI YAŞADIĞI KANAATİNE VARDI
Son günlerde yaşadığımız büyük bunalımlara yol açan olaylar zinciri nereden başladı peki?
Cumhurbaşkanının faizle ilgili söylemi dış dünyada muhtemelen seçim konjonktüründe, iç kamuoyuna yönelik bir söylem olarak algılandı. Buna mukabil Merkez Bankası’nın ve Mehmet Şimşek gibi “bu işleri bilen” insanların sağduyusuna güvenildi. Fakat Cumhurbaşkanının iki-üç tane demeci bu algıyı sarstı. Bunlardan bir tanesi, Türkiye’den para kaçıran çevreleri tehdit etmesiydi. Tehditlerden birinde de bunlara yüksek vergi uygulayacağını söyledi. Zaten Mart ayından itibaren Türkiye’ye sıcak para girişleri frenlenmiş, işler tersine dönmeye başlamıştı. Bu tedirginlik birdenbire piyasalara da yansıdı ve arttı. Bunun üzerine hükümet, Cumhurbaşkanı, Merkez Bankası başkanı ve ekonomiden sorumlu bakandan oluşan koordinasyon heyeti, Erdoğan’ın 11 Mayıs’taki Londra gezisinden bir gün önce toplanıp bir açıklama yayınladı. Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan ekonomi zirvesinden sonra yapılan açıklamada, Türkiye’de serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre yönetimin devam ettiği, kambiyo ve döviz rejimlerinde de bu kuralların uygulanmasının sürdürüldüğü ifade edildi.
Bununla verilmek istenen mesaj neydi?
Bir tür sükunet sinyali verilmek istendi. Fakat Cumhurbaşkanı Londra’ya hareket etmeden havalimanında bir demeç verirken, faizlerle ilgili “bütün kötülüklerin hem anası hem babası faizdir” dedi. Londra’da da bu tutumunu sürdürünce bütün finans çevrelerinde resmen şok etkisi yarattı. Böylece finans çevreleri bunun bir seçim söylemi değil, doktrin kayması olduğu kanaatine vardı. İktidarı garantiye aldıktan sonra Merkez Bankası’nın bağımsızlığı dâhil, yürütmenin sözünün hakim olacağı algısı oluştu. Çünkü Cumhurbaşkanı, 1989’da oluşmuş olan sermaye hareketlerinin serbestliği doktrininin 2001’deki revizyonunu reddediyorum diyor. Fakat faizi yapay olarak düşürünce döviz üzerindeki kontrolü kaybedersin. Bu durumda döviz tırmanıp gidecek. Bu riski göze almayı da reddederse, o zaman da sermaye hareketlerini kontrol etmesi gerekecek. Bu da sadece Türkiye burjuvazisinin değil, beyaz yakalı orta sınıfların da korkulu rüyası olur.
FİNANS DÜNYASI SÖZCÜLERİNE GÖRE TÜRKİYE İÇİN ÜMİT BİTMİŞTİR
Türkiye’deki gidişat dışarıdan nasıl yorumlanıyor?
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, bugün (23 Mayıs) yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Cumhurbaşkanının son demeçleri gösteriyor ki, keyfi politika uygulamaları ve öngörüsüzlük Haziran seçimlerinden sonra da devam edecektir. Seçimin erkene alınması belirsizliklerin ortadan kalkmasına değil, yepyeni ve daha derin belirsizliklere yol açtı. Biz biliyorduk ki, para politikası siyasi baskı altındaydı ama bu açık hale gelmiştir. Bunun devam edeceği de anlaşılmıştır.” Yine, Türkiye’ye çok sık burnunu sokan bir yatırım yöneticisi olan Timothy Ash de açıkça şöyle diyor: “Türkiye’de ekonomiyi yöneten üst bürokratlar, gerekirse istifa tehdidiyle iktidarı hizaya getirmelidir. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Maliye Bakanı Naci Ağbal ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya, gerekirse kendi görevlerini kaybetmeyi göze alarak ülkenin çıkarı için bu hamleyi yapmalıdır.” Finans dünyasının sözcülerine göre ümit bitmiştir, Türkiye marjinalize olacaktır.
Siz de bu kanıda mısınız?
Bakınız, 2002’de Arjantin, bütün dış borçlarının yüzde 90’ını kesip yüzde 10’unu ödeyeceğini açıkladı. Arjantin’in battığına kani gelindiği için büyük çoğunluk bunu kabul etmek zorunda kaldı. Arjantin böylece bütün borçlarını temizledikten sonra 10-12 yıl boyunca ekonomiyi düzgün bir şekilde yönetti. Ta ki, Cristina Fernández de Kirchner seçimleri kaybedene kadar. Ama Arjantin’in Türkiye’ye göre önemli bir avantajı vardı: Bu uygulamayı yaptığı dönemde ekonomi hiç dış açık vermedi. Türkiye’nin çok büyük dış açığı olduğu için, sermaye hareketlerini kontrol ettiği anda ekonomi boğulur.
Peki Türkiye’nin gidişatı ne yönde olacak?
24 Haziran’da iktidara kim gelirse gelsin, IMF’ye gitmek zorunda.
Aksi halde?
Bu durumda uygulanması gereken önlemler, Türkiye toplumunun yaygın kesimlerinde, sermayedarlarda, sıradan orta sınıflarda ve bu yansımaların tedirgin edeceği emekçi kesimlerde tahammül edilme sınırını zorlayacaktır.
TL’deki “serbest düşüşe” bakılırsa, tahammül sınırlarını zorlayacak noktaya ne kadar yakınız?
7 Haziran’da Merkez Bankası’nın olağan para kurulu toplantısı olacak. Merkez Bankası muhtemelen üç puan civarında yükselterek 16,5’e çıkarır. (Boratav’la yaptığımız söyleşiden bir gün sonra Merkez Bankası faizleri tam da 16,5’e çekti- İ. A.) Ama bu da teskin etmeye yetmez. Çünkü IMF’nin Şubat’ta kaleme alınan uyarılarından sonra hükümet Nisan ve Mayıs’ta iki ayrı teşvik ve transfer paketi uyguladı. Bayramda emeklilere verilecek 1000’er liranın da dahil olduğu, vergi aflarından, yeni teşviklerden vs, oluşan iki ayrı paketten söz ediyoruz. Dolayısıyla dış dünya, çok ısınmış olan ekonomiye bakarak, alttan gelen yeni ısınma dalgasının da istikrarsızlığı derinleştirmesinden endişe ediyor. İş Merkez Bankası’nı aştı, dış dünya hükümetten de kemer sıkma politikası bekliyor.
TÜRKİYE EKONOMİSİ REEL BİR KRİZE GİDİYOR
Faizlerin hızla yükseltilmesi geçici de olsa bir hafifleme sağlar mı?
Tabii, dövizin hareketini biraz frenler ama gideremez. Dış fon yöneticileri ve Türkiye’den alacaklı olan bankaların Haziran sonrasına ilişkin tereddütleri devam edecek. Çünkü belirsizlik sürüyor. Mart ayında bile bizim ödemeler dengesi istatistikleri gösterdi ki, Türkiye net dış borç ödemeye başlamış. Yani Türkiye’nin dış alacaklıları, Mart’ta dahi ana parayı toplamaya başlamışlar. Bu hızlandıkça döviz daha da tırmanacak. Bu da Türkiye ekonomisinin reel bir krize gittiği anlamına geliyor. Şirket batmaları ve giderek banka krizi gündeme gelebilir. Büyük ihtimalle 2018’in son çeyreğinde ekonominin büyümesi duracak ve belki 2019’da küçülme başlayacak. Sert bir küçülme de mümkündür. Serbest düşüş, reel ekonomiye er veya geç yansıyacak.
Bunun Türkçesi ekonomik kriz demek, değil mi?
Evet, kriz gündemdedir.
ERDOĞAN “İLERİDE İYİ MUHALEFET YAPARIM” REHAVETİ İÇİNDE DEĞİL
Bazı analistler hükümetin ekonomideki kötü gidişata kasten göz yumduğunu, böylece topluma “bunu ancak ben çözerim, ben gidersem kriz gelir” mesajı verdiğini ileri sürüyor. Faiz artırımının bu yüzden özellikle engellendiği de ileri sürülüyor…
Hükümetin şu andaki ekonomik kargaşayı açıklamasının tek yolu “ben bir komployla karşı karşıyayım” demesidir. Buna karşı muhalefetin “kendini saldırıya açık hale getirdin ve o yüzden sorumlu sensin” demesi lazım. AKP, baştan beri kabul ettiği bütün kuralları iki-üç yıldır reddetmeye çalışıyor. Muhalefetin şunu sorması lazım: İktidara geldiğin 2002 yılından 2013’e kadar yüksek faiz-ucuz döviz politikasını niye kabul edip sürdürdün? Dışarıdan gelen para yüzünden döviz cinsinden milli gelirin yükselmesiyle, üstelik bu yapay bir yükselme olduğu halde, bununla niye övündün? Şimdi niye reddediyorsun? AKP, iktidardan uzaklaşması halinde “2017’de bile Türkiye’yi yüzde 7.4 oranında büyüten bir ekonomiyi devraldınız ve ne hale getirdiniz” diyecek. Ama ben Cumhurbaşkanı’nın böyle bir senaryoyu dahi düşündüğünü “ileride iyi muhalefet yaparım” rehaveti içinde olduğunu sanmıyorum.
Sizce mevcut ekonomik ve siyasi duruma dair en ideal seçenek nedir?
Tek seçenek radikal, “devrimci” seçenektir. Ama acaba Türkiye toplumu finans kapitale teslimiyetle sağlanan ve borçlanmayla ayakta duran refah konjonktürünün geride bırakılacağı yeni bir geleceğe kendisini hazırlayabilir mi? Hepimizin ortak problemi bu.
Ama AKP de kazanması halinde zaten göreli refah konjonktürüne son verip kemer sıkma politikasına gitmek zorunda kalmayacak mı?
Ya IMF programına tabi olacak veya Arjantin gibi radikal yola başvurulacak. Fakat ikinci seçenek AKP açısından imkânsız. AKP’nin kendisi sermaye sınıfının bir parçası olduğu için ne kendisini ne de sermaye sınıfını zincire vurabilir.
IMF’nin kemer sıkma modeline başvurulması Türkiye’deki ekonomik çalkantıyı sınırlandırabilir mi peki?
IMF geçici olarak finansman sağlar, kemer sıktırır, bütçeyi daraltır, işgücü piyasalarındaki esnekleşmeyi hızlandırır. Kıdem tazminatı işini “çözer”, SGK’nın yükümlülüklerini özel sigorta sistemlerine taşır, özelleştirmede kalan ivmeyi hızlandırır… Böylece yeni bir finansal teslimiyet gündeme gelir.
ERDOĞAN, “KARDEŞ IMF’YLE YENİ BİR DÜZENLEMEYE GİDİYORUM” DİYEBİLİR
Bizim gibi orta veya düşük gelirli işçileri yakın zamanda nasıl bir gelecek bekliyor?
Ortada Türkiye’yi külliyen çökertecek bir büyük felaket yok ama bir yıllık ağır bir bunalımla bu süreç geçiştirilebilir. Arjantin, Türkiye, muhtemelen Güney Afrika, Brezilya, Endonezya gibi birkaç zayıf halka dışında uluslararası finansal sistem zorluklar içinde olsa da büyük bir kriz içinde değil. Evet, Amerika’da parasal daralma ivmesi hızlanıyor ama dünya ekonomisi zincirleme bir kriz ortamında değil. 24 Haziran’da iktidara gelecek olan muhalefet veya AKP açısından tek iyimser senaryo, IMF gözetiminde ağır bir kemer sıkmadan sonra eski raya oturmaktır.
Yıllarca IMF borçlarını ödemekle övünen Erdoğan’ın seçimleri kazanıp bu kuruluşla masaya oturması söz konusu olabilir mi?
Elbette, o kadar çok doktrin kayması yaşadı ki, pekâlâ çıkıp, “2002’de üç yıllık anlaşmayı ben uyguladım, 2009’da yeni bir kredi anlaşması görüşmelerine başladım ama çalkantı son bulunca vazgeçtim. Dolayısıyla kardeş IMF kuruluşuyla yeni bir düzenlemeye gidiyorum” diyebilir. Burada mühim olan, Türkiye toplumunun uyanık, ilerici, aydın ve aydınlanmacı kesiminin, geniş halk kesimlerini bu sahte söyleme karşı ne kadar uyarabileceğidir. Uzun vadeli bir teslimiyete karşı Türkiye toplumunun kendi imkânlarıyla ayakta kalabileceği bir seçeneğin mümkün olduğu, IMF ve finans kapitale tutsaklığın kader olmadığı ısrarla söylenmelidir.
Bu, Arjantin modelini savunmak anlamına mı geliyor?
.
Bu, senin de sempati duymadığını bildiğim Şangay gibi alternatif dış bağlantılar senaryolarına, Venezuela gibi bir karanlık gelecek var mı, yok mu sorgulamalarına götürür bizi. Türkiye, AKP’nin 16 yıllık yönetimi içinde ve özellikle ilk beş yılda o kadar ağır bir dış bağımlılık cenderesine girdi ki, 2018’de o cendereyi kırmak çok ağır toplumsal maliyetler gerekli hale geldi. Türkiye’nin bugünkü açmazı 2001’de de 1990’larda da yoktu. Türkiye ağır bağımlılık cenderesini artık çok daha güçlükle kırmak durumundadır. 1990’lı yıllarda Türkiye ekonomisi yüzde 7 ve 8 oranında büyüdüğünde bile milli gelirinin yüzde 2’sini aşmayan dış açık veriyordu. Yani Türkiye kendi ayakları üzerinde durabilme seçeneğine sahipti. Dış borç yükü de şu veya bu şekilde Türkiye’yi finansal teslimiyete mahkum edecek noktada değildi. Şu anki vaziyet 2001 programını benimseyen ve 15 yıl boyunca buna teslim olan AKP’nin Türkiye’ye armağanıdır.
AKP’NİN SEÇİM ZAFERLERİ GELİRDEN FAZLA TÜKETİM YAPABİLMEYE DAYANIYOR
Buna rağmen AKP’yi 16 yıldır iktidara taşıyan temel unsurlardan biri ekonomi politikası değil miydi?
AKP’nin seçim zaferlerinin arkasında yüksek borç yükü altında, tüketimlerini gelirlerinin üzerine çıkarabilmiş olan büyük emekçi kitleler vardır. Ama bu rehavet Türkiye toplumu açısından sürdürülemez noktaya geldi. Bunu arkada bırakıp yeni bir toplumsal sözleşmeye gitmek zor olacak. Ne yazık ki iktidara aday görünen muhalefet de bize bu türden bir senaryoyu vaat etmiyor. CHP’nin muhalif kanadından Selin Sayek Böke bile 2007’ye kadarki programın iyi olduğunu söyledi. Oysa derin bağımlılığı getiren tam da o dönemdir. Muhalefet ise “Türkiye dış borçları için pazarlığa otursun, dış finansman baskısını tasfiye etsin ki, kendi ayakları üzerinde duran sağlıklı bir ekonomiyi getirelim” diyemiyor.
Mevcut muhalefet seçimlerden galip çıkarsa, AKP’nin batırdığı dükkânı toparlamak zorunda kalacak. Bunun için de gelirinin üstünde tüketime alışmış olan toplumsal kesimleri, kemer sıkma politikasıyla karşısına almak durumunda kalacak. Yeni iktidar bu açmazı nasıl aşabilir?
Syriza’yı teslimiyete zorlayan, Yunanistan orta ve hatta emekçi sınıflarının Euro’dan ayrılmama tutkusu ve Avrupalı olmaktan çıkma endişesiydi. Türkiye’de de döviz hesaplarının TL’ye çevrilmesini göze alamayacak kalabalık orta sınıflar var. Muhalefetin parlamenter çoğunluğu elde etmesi HDP’nin barajı aşmasına bağlıdır. Bu senaryo gerçekleşir ve seçimleri muhalefet kazanırsa halk sınıflarına dönük baskı hafifletilmeye çalışılacak. Kredi, bütçe ayarlamaları yapılırken, emekçilere dönük maliyetleri hafifletilmesi gözetilecek. Alternatif bir iktidardan beklenecek olan budur.
AKP tekrar iktidara gelirse, muhalefet nasıl bir yol alabilir?
HDP’yi de katarak oluşturulacak geniş bir sol muhalefet, Türkiye’nin geleceğini sola taşıyabilir. Aksi halde bugünkü iktidarın devamı IMF’li veya IMF’siz, faşizmi zaten gündeme getirmiş vaziyette.
Gazete Duvar