Her şey “paylaşmak” için!



Bariz olan gözünü dikmiş bize bakıyor, omzumuzu dürtüyor ama onu görmek işimize gelmiyor


Nilgün Kumru

2003 yılında Linkedln, takip eden 2004 yılında ise Myspace ve Facebook gibi zamanın fenomenleriyle başlayan sosyal medya yolculuğumuz, 2006 yılında tanıştığımız Twitter’ın mavi kuşu ile devam ederek 2010 yılında ortaya çıkan Instagram ile zirveye ulaştı.

Flickr, Foursquare, Vine, Snapchat gibi “one hit wonder” (tek atımlık harika deyimini, her ne kadar tam olarak karşılamasa da, kısa dönemli yüksek popülarite ve ardından ortadan kaybolma halini ifade etmek amacıyla kullandım) platformları; ilk grup gibi uzun vadeli mi yoksa ikinci grup gibi geçici hevesleri mi ifade ettiğini henüz kestiremediğimiz, hayatımızda nazaran daha yeni olan Periscope ve Scorp tarzı uygulamaları; kişisel hayatımızdan ziyade sanatsal & toplama profillerden oluşan Tumblr, Pinterest gibi siteleri de kattığımızda bu yolculuğun mesafesini ve çeşitliliğini daha rahat görmek mümkün.

Bu yazıda, kişiliklerimizin sosyal medya yolculuğunu üç evrede ele almaya çalışacağım.

İlk evreyi, ilk jenerasyondan Facebook ile tanımlamak mümkün. Facebook, Harvard koridorlarından taşıp İstanbul’daki evlerimizin camlarını tıklattığında  onu eşi, dostu, Facebook’un klişeleşmiş tanımıyla ilkokul arkadaşlarımızı bulmak için kullanmaya başlamıştık. Güncel görüntümüzün yer aldığı profil fotoğrafımızla eski fotoğraflar paylaşıp, bulduğumuz arkadaşlarımızla geçmiş günleri yad etmiş; halihazırda tanışık olduğumuz insanların çocuklarının mezuniyet fotoğraflarının altına tebrik mesajları yazmıştık.

Ancak Facebook; eskiyi bulmaktan çok yeniyle tanışmaya; özel gün fotoğraflarının altına iyi dilekler yazmaktan bu sabahki aile kahvaltısının fotoğraflarıyla düşman çatlatmaya döndü. Ve tabii, internetin yaygınlaşmasıyla MSN nesli yeni jenerasyon Facebook’u iyiden iyiye istila etti.

Böylece ikinci evreye geçmiş olduk; yaptığın hemen her şeyi paylaşma.

Facebook’ta süregelmeye başlayan günlük güncellemeler, kısa cümlelerle seri kullanım konseptiyle ortaya çıkan Twitter ile güç kazandı. Ne yer, ne içer, ne düşünürsek internete yazma isteği duyar olduk. Üç beş kişilik sohbetlerde yeterli değeri görmediğini düşündüğümüz her biri birbirinden eşsiz ve değerli fikirlerimizi bu platformlar üzerinden yüzlere, binlere iletme isteğimiz coşageldi.

‘Fenomenler’ ortaya çıkmaya başladı. Binlerce takipçisi olan, her öğüdü altın değerinde, her yaptığı ‘olay’ olan toplumun bu seçkin tabakası sevilir, imrenilir ve aynı anda kıskanılır oldu.

Para hırsının kuşattığı küçük burjuvalar için zenginler, kendini ‘çirkin’ bulan insanlar için ‘güzel’ insanlar, düz çizgi çekmekte zorlanan ama şaheserler icra etmek için yanıp tutuşan insanlar için ünlü sanatçılar neyse; biz düz hayatlı faniler için de fenomenler oydu.

Başlarda sayıları azdı. Onlar gibi olmak; bir sözümüzün binlerce, bir fotoğrafımızın yüzlerce ‘beğeni’ almasını ve paylaştığımız her şeyin hep daha fazla insana ulaşmasını ister hale geldik. İlgi istiyorduk, hem de fazlasıyla. Ama istediğimiz bu ilgi, bir dost sohbeti, bir sevgilinin sarılması ya da bir annenin üzerimize titremesinden çok başka bir ilgiydi; ‘sivil ünlü’ olmak istiyorduk, kitleler bizi takip etmeliydi.

Bu duygu bizi sosyal medyanın son evresine götürdü; paylaşmak için yapmak.

Platformların çeşitliliği ve kullanıcı sayısı arttıkça, fenomen sayısı ve çeşitliliği de arttı. Yeterince çalışırsan, ki sosyal medya artık üzerine çalışılacak bir şey oldu, sen de fenomen olabilirdin. Ve tabii ki sosyal medyanın yıldız oyuncusu kapitalizm, bu arza da cevap verdi ve takipçi satmaya başladı. (3 kilo 5 lira! 30 kişi 5 lira!)

Twitter’da oturduğumuz yerden yaptığımız kelime oyunları ve uydurma hikayeler yerini zorlu bir rakibe bıraktı; Instagram. Artık beğeni toplayabilmek için görsel olarak kendimizi kanıtlamamız gerekiyordu. Neyse ki, bunun için illa kendi vücudumuzu karenin içine almak zorunda değildik.

Artık yalnızca yaptığımızı paylaşmak da yeterli değildi; yumurta, peynir, zeytin üçlüsünden oluşan bir fotoğraf Boğaz manzaralı bir restoranda çekilen serpme kahvaltıyla boy ölçüşemezdi. Her gün aynı kanepede çekilen pijamalı fotoğraflarımızla da fenomen olamazdık, yahut mağazada satılan herkesin rahatlıkla görebileceği bir vazo da pek ilgi çekmezdi.

En ağır silahlarımız olan yüksek çözünürlüklü kameralı cep telefonlarımızı kuşanarak “paylaşmak için yapma”ya başladık!

Yaşadığımız şehrin en bilinmedik yerlerini bulup en ilginç nesnelerini fotoğraflamaya giriştik, üstüne de yer imini yapıştırdık ki el alem gezgin görsün. Muşamba masa örtümüzü fırlatıp attık ve yerine danteller serdik, düşük bütçeli kahveler hazırlayıp yanına bir kitap kondurduk ve çiçek yapraklarıyla süsledik kareyi; voilà! Güzel bir kedi gördük sokakta ve kafasını okşarken yalvardık ona “pisi pisi, lütfen kameraya bak, pisi pisi”… Eskiden eş dostlayken bir yabancı çevirerek ricayla bir iki kare fotoğrafımızı çektirirdik, anı biriktirirdik ya hani; en güzel elbiselerimizi giyindik ve içinden en mükemmelini seçip paylaşacağımız onlarca selfie (bkz: özçekim) çekmek için eş dostla görüşür hale geldik; “Altına da “EN DEĞERLİMLE…” yaz canım 🙂 Bir ara yine görüşelim, ama bu aralar pek müsait değilim. ”

Peki neden?

Sosyal medyanın yanı sıra teknolojinin genel olarak hayatımıza ‘kattıkları’ hakkında bir ton kaynağa ulaşılabilir; teknoloji bağımlılığı, sosyal medya bağımlılığı, insan ilişkilerinin sanallaşması gibi anahtar kelimelerle ulaşılabilecek bir yığın makale, bu konu başlıkları ilgili yazılmış kitaplar, benim gibi bariz olanı kaleme almış pek çok fani insanın yazısını bulabilirsiniz.

“Link versene be kardeşim!” cümlesi aklınızdan geçtiyse; doğru yanlış sorgulamadan ve araştırmadan kolay ulaşılana atlar hale gelmemiz ve bilgiye ulaşmaktaki aceleciliğimiz konusunda yazılmış pek çok kaynağı da tarayabilirsiniz…

Sorumuz eğer “Bundan kimin ne çıkarı var?” ise sizi diyalektik materyalizme, emek sermaye çelişkisine, genel anlamıyla Marksist teoriye yönlendirme güzelliğini yapacağım; çünkü her kimin ne çıkarı varsa, maddi & manevi biz fanileri sömürerek istediklerini elde ediyorlar (yine bariz olanı söylemekten kaçamadım…)

*Grafitlilerin yaratıcısı iHeart isimli bir sanatçı. iHeart, bir röportajında şu cümleleri kuruyor: “Nobody Likes Me (Kimse Beni Beğenmiyor) isimli eser sosyal medyada viral oldu. Bu çok büyük bir ironi. Eserin arkasındaki eleştiri tamamen geri tepti.”

Ayrıca Kontrol Et

Teknolojik Determinizm ve Marksizmin Diyalektik Yapısı Üzerine

Teknolojik determinizmin bir diğer yansıması, yapay zekâ ve diğer ileri teknolojilerin yol açabileceği potansiyel felaketler üzerine yapılan distopik söylemlerdir. Bugün çeşitli vesile ve yöntemlerle robotların ve yapay zekânın yönetmeye başlayacağı bir dünyada varoluşsal tehditlerin kapıda olduğu fikri sıkça dile getiriliyor. Bu tür korkular, toplumsal ve ekonomik krizlerle beslenen bir geleceksizlik hissinin yansımasıdır