Mayıs-Haziran İsyanı -II



Hem bellek tazelemek hem de kendimizi bir kez daha gözden geçirmemize vesile olması amacıyla Gezi direnişi günlerinde kaleme alınmış yazıların ikinci bölümünü yayınlıyoruz


/Aşağıdaki makale, Haziran (Gezi) İsyanı’nın henüz ilk haftasını dahi doldurmadığı ilk günlerden (2 Haziran 2013) başlayarak 5 ve 6 Haziran 2013 tarihlerinde devam eden bir yazı dizisinin ikinci bölümüdür. Öncelikli olarak harekete bir yön kazandırma amacını gütmenin yanı sıra devrimci politika anlayışı ve tarzı bakımından çıkarılması gereken derslere de odaklanan bu çözümleme çabaları sonrasında da sürmüştür.

Türkiye tarihinde daha önce benzeri görülmedik boyutlar kazanarak aylarca süren bu büyük halk hareketinin 5. yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde, hem bellek tazelemek hem de sürecin daha sonraki gelişiminin gösterdiği somut sonuçlar ışığında kendimizi bir kez daha gözden geçirmemize vesile olması amacıyla bu yazıları tekrar yayınlıyoruz./

***

Taksim’de başlayıp birçok kentte yayılan halk isyanının dikkat çekici özelliklerinden biri de bileşimi. En küçüğü bile onbinleri aşan bu kitle, her yaştan, başka zaman ve durumlarda biraraya gelmeleri bile düşünülemeyecek olan her eğilim ve görüşten, etnik kimlik, din, dil, cins ayrımlarına  dayalı olarak tasnif edilemeyecek kadar çok renkli bir topluluk.

Zaten harekete tipik bir halk isyanı karakteri kazandıran özelliklerin başında, bileşiminin bu genişliği ve çeşitliliği geliyor.

Aleviler, gençler ve kadınlar

Toplamdaki çok renkliliğini unutmamak kaydıyla genel bir kategorilendirme yapılacak olursa şayet, sokaklara dökülen toplulukların ağırlığını hemen her yerde 16-25 yaş kuşağından gençlerle kadınlar oluşturuyor.

Bir başka açıdan ele alınacak olursa genciyle-yaşlısıyla Alevilerin ve özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir gibi metropollerde kentli orta sınıf gençliğinin ağırlığı belirgin.

AKP Hükümeti’nin, son aylarda sinsi bir dışlayıcılığın da ötesine geçen saldırgan mezhepçi politika ve tutumlarına haklı bir tepki duyan huzursuzluk içindeki Alevilerin harekete geçişi, isyanın başka kentlere ve yerleşim birimlerine yayılmasını hızlandırmanın yanında ona inatçı bir süreklilik kazandıran etkenlerin de başta geleni.

Özellikle metropollerdeki merkezi meydanlara akan kitleler içinde belirgin bir yer kaplayan kentli küçük burjuva ve orta sınıf gençliğine gelince, bunlar günlerdir hayranlık -ve şaşkınlık- uyandıran bir militanlıkla dövüşüyorlar. Çoğu herhangi bir politik angajman ya da örgüte de mensup değiller. Yine büyük bir olasılıkla çoğu hayatlarında belki de ilk kez -üstelik böylesine militan direnişlerin yaşandığı- politik bir gösteriye katılıyorlar. Buna karşın, sadece iyi dövüşmekle kalmayıp organizasyon yetenekleri ve yaratıcılıkları ile eylemlere farklı bir ruh ve zenginlik katıyorlar.

Onları sokağa döken etkenlerin başında, kendilerini sürekli belirli bir ‘kalıba’ dökmeye çalışan geleneksel otoriter anlayışlara, kurumsal ilişkilere, dayatmalara duydukları tepki geliyor. Bu tepkinin sadece Tayyip Erdoğan ve AKP ile sınırlı olduğunu düşünmek büyük yanılgı olur. Çok parçalı sünepe bir “muhalefet” örneği olarak CHP‘si de içinde bütün düzen kurumlarını içeren bir kapsama sahip bu öfke. Nitelik, amaç ve ve niyet olarak onlardan çok farklı bir düzeyi temsil etmekle birlikte kendileriyle “geleneksel” tarz ve yöntemlerle ilişki kurmakta ısrarlı olan devrimci yapılar da bu tepkinin çok uzağında ve dışında değiller. (Eylemlere katılır ve onları devrimci sosyalist amaçlarımız doğrultusunda etkilemeye çalışırken bu gerçekliği asla gözardı etmemeliyiz!.. Bu noktada, Yunan solunun genelinden farklı olarak Syriza‘nın deneyimini örnek almalıyız. Syriza’yı Syriza yapan temel dinamiğin, onun, sokaklara çıkan kitle hareketini sadece -ya da asıl olarak- kusur ve zaafları yönünden gören küçümseyici ukala bir eleştirellikle hareket etmek yerine, eylemlerde sürekli kitlelerle omuz omuza olmayı esas alıp onlardan öğrenmeye de açık bir ilişki kurması olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız).

Bunların hareket içindeki varlığı ve ağırlığı, isyana olumlu katkıları yanında bazı zaafiyet ve lekeleri de beraberinde getiriyor kuşkusuz. Direkt bunlardan kaynaklanmayan ama bunların özellikle de bazı kesimlerinin adeta hazır ve müsait oldukları Kemalist, milliyetçi şoven veya liberal etkilenmelere açıklık, bu kusurların başta geleni. Ancak bu gençler -ve benzeri büyükler- sadece bu olumsuz yönlerinden ibaret görülemezler, görülmemelidirler de. Bu tümüyle “steril bir kitle” arayışı anlamına gelir ki, her kesimden insanın harekete geçtiği -ve gücünü de buradan alan- bir halk isyanında böylesi bir arayış ancak büyük kitle eylemlerine uzaklık ve yabancılıkla mümkündür.

İki büyük zaaf

İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanarak ağırlığını koymamış olmasıyla Kürt ulusal hareketinin ağırlıklı olarak uzak ve mesafeli duruşu, Mayıs İsyanı’nın bugüne kadarki gelişim seyrinde öne çıkan iki büyük olumsuzluktur. Ve bunlar, isyanın bundan sonraki gelişim seyri ve elde edebileceği sonuçlar üzerinde de tayin edici önemde rol oynayabilecek iki büyük eksikliktir.

Sınıfın ağırlığını koyamamış olması”, işçilerin eylemlere katılmadığı anlamına gelmemektedir. Bununla kastettiğimiz, işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenmeleri aracılığıyla sınıf olarak harekete geçirilip üretimden gelen gücünü kullanarak gelişen isyan dalgasına damgasını vurmaktaki gecikme, daha doğrusu yokluktur. Yoksa bugün hem büyük kentlerde hem de taşrada gerçekleşen gösteri ve çatışmalar içinde çok sayıda özellikle de genç işçi yer almakla da kalmayıp sürükleyici bir rol oynamaktadır. Ve bunlar sadece sınıf bilinçli öncü işçilerle de sınırlı değildir.

Öte yandan kısa bir süre içinde genel bir halk isyanı özelliğini kazanan eylemler sırasında bir özlem ve beklentinin ifadesi olarak “genel grev, genel direniş” sloganı ve talebi giderek daha sık ve daha gür dile getirildiği halde, bugünün Türkiye gerçekliğinde sınıfın en azından hatırı sayılır bir kesimini harekete geçirebilecek bir konum ve meşruiyete sahip işçi ve emek örgütlerinin yönetimleri korkunç bir aymazlık ve tutuculukla, hareketi günlerce resmen seyretmişlerdir. Bunlar içinde tarihi ve gelenekleriyle de özel bir konuma ve ağırlığa sahip olan DİSK yönetimi, saatlerin bile tayin edici olduğu bir kesitte, eylemlerin başlamasının üzerinden tam 1 hafta geçtikten sonra nihayet toplanabilmiş ve o toplantıdan da hala sendika içi bürokratik prosedürlerin arkasına saklanan “eğer…”lere dayalı bir “hayatı durdurma” tehdidi çıkmıştır.

KESK, çok önceden aldığı 5 Haziran‘da grev kararını yerinde bir refleksle bir gün önceye çekmiş ve nihayet DİSK, KESK, TMMMOB ve TTB 5 Haziran (bugün) için bir grev kararı alabilmişlerdir. (Şimdi bu örgütler arasında, hep birlikte sergilenen bu affedilmez tutukluk ve gecikmenin dürüst ve samimi bir özeleştirisine yönelmek yerine, vebali birbirlerinin üstüne yıkmaya yönelik suçlayıcı bir polemiğe hazırlanıldığı görülmektedir).

Kürt hareketi tarihi bir fırsatı ıskaladı

Kürt hareketinin -özellikle de kimi temsilcileri ve sözcüleri- akılalmaz bir ulusal dargörüşlülük sergileyerek, Gezi Parkı’ndan başlayan direnişin demokratik muhtevasını, bununla bağlantılı olarak şovenizmin geriletilip “barış süreci”nin toplumsallaşması açısından kendiliğinden ayağa kadar gelen tarihsel bir fırsat oluşturduğunu göremediler. Harekete sadece uzak durmakla da kalmayıp bazı sözcüler aracılığıyla düpedüz karalayıcı yaklaşımlar sergilediler.

Yüzbinlerin ayağa kalktığı bir halk isyanı sırasında -ona da fırsatçı bir refleksle sonradan katılan- İP çetesi ve CHP’li ulusalcılar gibi Kürt düşmanı şoven kesimlerin varlığını ve attırmaya çalıştıkları sloganları bunun gerekçesi, daha doğru bir tanımla bahanesi haline getirdiler. Halbuki, aynı zamanda darbe çığırtkanı bu şoven çevrelerin hareket içindeki etkilerinin sınırlılığı dışında, Kürtlerin örgütlü bir biçimde katılımıyla bunların büsbütün etkisizleştirilip dışlanmaları işten bile değildi.

Bu dargörüşlülük, “barış süreci”ne yaklaşım ve onun olası gelişme seyrine ilişkin -özellikle Alevilerde- varolan kuşku ve güvensizlikleri büyütücü olmakla kalmadı, bu sürecin Türkiye’de genel bir demokratikleşmenin sağlanmasıyla olan yakın ve kopmaz bağının kurulması/kavranması konusunda da – (Kürt özgürlük-nba) hareketin(in) özellikle de bazı kesimlerinin- ne kadar sığ ve geri bir yaklaşımla hareket ettiklerini açığa çıkaran olumsuz bir işlev gördü. Bu aslında, bugüne kadar ulusal talepler temelinde birlik halinde hareket eden Kürt ulusal hareketinin heterojen karakterini yansıtmanın yanında, içine girilen süreçte onun içindeki farklı sınıfsal karakter ve eğilimlerin kendilerini giderek daha belirgin çizgilerle dışa vuracağının da bir göstergesi oldu. Nitekim Sırrı Süreyya Önder örneğinde cisimleştiği gibi sosyalist eğilimli Kürtler ve Kürt emekçiler eylemlere başından itibaren aktif bir katılım sergilerlerken, bunlarla tam karşıt yönde tutum ve yaklaşımlarla da karşılaşmış olmak bu gerçekliğin bir tezahürü olarak görülmelidir.

Ayağa kadar gelen bu kardeşleşme fırsatı henüz bütünüyle kaçmış değil. Ancak kısmi bazı adımlar ve “tamir” çabalarına rağmen bu konuda, “bizler yıllarca savaşır, eziyet ve zulüm görür, gaz ve cop yerken sizler neredeydiniz” şeklinde rövanşist kıyaslamalar ya da “Kürtler AKP Hükümeti’nin yıkılmasını neden istesinler” şeklinde tam da şu kesitte “AKP muhibbi” bir görüntü çizen sözde siyasal tahliller sürdüğü müddetçe, günlerdir sokaklarda “ikinci cephe”yi açmış olan milyonların, örgütlü Kürt hareketinin tutumuna ilişkin yaşadıkları hayal ve gönül kırgınlığını gidermek kolay ve mümkün değildir.

Nasıl bitmeli?

Günlerdir süren ve kendini büyüterek genişleyen halk direnişi, bugüne kadar üç ölü, göz gibi organ kayıplarına da yol açan binlerce yaralı verdi. Dolayısıyla bu direniş herkesin kabul ettiği üzere Gezi Parkı’yla sınırlı bir direniş olmadı. Direnişin bitmesi de Gezi Parkı projesinde yapılacak düzenlemelere doğru daraltılamaz.

Direniş mevzileri asgari de olsa bu talepler kazanılmadan terkedilmemelidir:

1– Taksim Gezi Parkına yapılması düşünülen Topçu Kışlası vb bütün projelerden kesinlikle vazgeçildiği açıklanmalı.

2– Çevre katliamına yol açan HES, Nükleer Santral, Köprü Havaalanı vb projelerin uygulanma süreçlerinde ÇED Raporu dışında çevre halkının görüş ve önerilerinin mutlaka dikkate alınacağı bir süreç işletilmeli. Yürürlükteki bütün talan projeleri iptal edilmelidir.

3– Yıllardır işçilere, emekçilere, muhalif gösterilere kapalı tutulan İstanbul Taksim, Ankara Kızılay, İzmir Konak meydanları gibi merkezlerin üzerindeki gösteri yasakları kaldırılmalı.

4– Toplantı, gösteri, yürüyüş, örgütlenme, eylem ve düşünce özgürlüğü üzerindeki bütün engeller kaldırılmalı.

5– Polisin gösterilerde biber gazı kullanması yasaklanmalı.

6– İstanbul, Ankara, İzmir, Antakya, Eskişehir başta olmak üzere polis vahşetinden sorumlu vali ve emniyet müdürleri, İçişleri Bakanı görevden alınmalı.

7– Ölümlere ve yaralanmalara neden olanlar açığa çıkartılıp, hesap sorulmalı.

8– 3. Köprü iptal edilmeli

9– Bu süreçte gözaltına alınanlar serbest bırakılmalı, hiç kimse hakkında soruşturma yürütülmeyeceği güvenceye alınmalıdır.

Ağır bedellerin ödendiği halk direnişinin bu asgari talepleri gerçekleşmeden sonlandırılması, önümüzdeki süreçte daha ağır bedellerle karşı karşıya kalınmasını getirecektir. Bu taleplerin kazanılmasıysa toplumsal bilinç sıçramasında yeni bir düzleme geçişin önünü açacaktır. Bu yüzden talepler konusunda ısrarlı davranılmalıdır.

(sürecek)

5 Haziran 2013

Ayrıca Kontrol Et

12 Eylül ve TİKB

Kitlelerin devrimci bir atılım içinde oldukları, kitle eylemlerinin yükseldiği 12 Eylül öncesinin koşullarında başta gelen görevimiz; bu atılıma daha büyük bir hız kazandırmaya, kitlelerin saldırısının çapını hızla büyütmeye, ezilen yığınlara önderlik ederek halk hareketini devrimci bir çizgide ilerletmeye çalışmaktı