Tanur Oğuz Gündüzalp
İngiliz tarihçi Tristram Hunt’ın eşsiz yapıtı ‘Fraklı Komünist, Friedrich Engels’in Devrimci Hayatı’ başlıklı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Kitabın hakkını daha baştan vermek adına şunu söylemek abartı olmayacaktır: Hunt, bu eseriyle bizleri, Engels’in yaşamına dair eşsiz bir maceraya davet ederken, aynı zamanda okuma zevkinin derinliklerinde kaybolmaya çağırıyor…
Özelde Engels’e -ve kaçınılmaz olarak Marks’a- ama aynı zamanda çağdaşları olan düşünürlere ve dönemin bilimsel akademik çevrelerinde yaşanan tartışmalara kapsamlı bir bakışı da içeren bu kitapla Hunt, satır aralarında gezerken, ince işlenmiş derinlikli bir çalışmanın ürünü olduğu hissiyatını insana sonuna kadar hissettiriyor.
Kitap kapağında büyük puntolarla yer alan, ‘Karl Marks’a kırk yıl boyunca maddi destek sağlayan, onun çocuklarına bakan, öfkesini dindiren ve tarihin en ünlü ideolojik ortaklığının yarısına vücut veren, Engels’ti’ açıklamasıyla da bir hakkı teslim etmeye çalışıyor Hunt.
Bizlerin popüler belleğinde ya ‘Marks’tan sonra’ ya da ‘İkinci Keman’ olarak yer edinen bu adamın yaşam hikayesindeki ayrıntılara ve 19’uncu yüzyılda şekillenen sınıfsız komünist topluma ulaşma tarihsel amacına yön veren ideo-politik çalışmalarına dair ilgi ve bilgimizin büyük ölçüde artmasına neden olan hakikatin, Marks’la birlikte yürüttüğü çalışmalardan kaynaklandığı ne kadar doğru ise, kendisini Marks’a karşı daima sorumlu hissetmesi ve yoldaşlık ilkesine katık ettiği yüksek sadakat ve özverili bir rol biçmesi de o kadar doğrudur. Marks’ın ölümünün ardından söylediği ‘Marks bir dâhiydi; geriye kalan bizler ise en iyi ihtimalle yetenekliydik. O olmasaydı, teori bugünkü durumuna asla erişemezdi. Bu yüzdendir ki layıkıyla adını taşıyor’ sözleri ise, süregiden tartışmalara bir son vermekten başka bir amaç da taşımıyordu.
‘Kendini arayan Engels’
İlk entelektüel gelişimini romantik bir vatanperverlikle aralayan genç Engels’in felsefi gelişiminin ilk fideleri de, Fransız aydınlanmasının aşırılıklarına duyulan tepkiden doğan idealist yazın ve eğilimin etkisi altında filizlenir. İçeriğinde toplumsal bir kurtuluş önermeyen Batı Kanonu, tarihsel anlamı ‘okutulmak üzere seçilen kitaplar’ olmasına karşın Engels için, ‘okunması gereken’ yazınlardır.
Goethe’nin tutkulu bir yok oluşu anlattığı çarpıcı romanı Genç Werther’in Acıları’yla (1774) başlayan Alman Romantizminin entelektüel kökenleri Johann Gottfried von Herder ile j.G Hamann’ın 18’inci yüzyıl ortasındaki eserlerine kadar uzansa da, sanatçının toplumsal bağları yeniden güçlendirme gibi bir rolüne de dikkat çeken Schiller ve Schlegel kardeşlere; romantizmden sosyalizme doğru yöneldiği siyasi yolculuğunda Genç Almanya’nın radikalizmine yön veren ve ‘dahi peygamber’ diye tarif ettiği şair Shelley’e kadar bir dizi ismin etkisi altında kalır.
Shelley’in şiirlerindeki siyasi felsefe, Engels için dönüm noktasıdır. Özellikle Shelley’in ‘Özgürlüğe Övgü’sünde dile getirdiği siyasi özgürlük fikri, Engels’e ilham kaynağı olur. ‘Bir Akşam’ adlı şiirinde Engels, şunları yazar;
Ben de Özgürlüğün bandolarından biriyim.
Börne’nin ulu meşesinin dallarına
Yükseldim, vadilerde despotun eli
Almanya’yı boğan zincirleri sıkarken.
Evet, o yılmaz kuşlardan biriyim
Özgürlüğün berrak uhrevi denizinde yol alan…
Fransa’daki gelişmeleri yakından takip eden Engels, Temmuz 1830 burjuva devriminin tesiri altındadır. Kral X. Charles tahtan indirilmiş ve yerine anayasal monark Louise-Philippe getirilmiştir. Bu durum, Genç Almanya’nın gözünde eylem halindeki ‘özgürlüğün’ en üst örneğidir. Bu gelişmeler Prusya karşıtı isyanlarla karşılanır. Engels, hukukun üstünlüğüne, kuvvetler ayrılığına ve basın özgürlüğü anlamına gelen burjuva anayasacılığına tam destek verir. Prusya despotizmine karşı kendisini ve ailesini korumak için Friedrich Oswald adıyla yazılar yazmaya başlar.
Aynı yıllar, Rheinland’ın tekstil endüstrisinin, sanayileşmiş İngiltere tekstil sektörü karşısında rekabette güçsüzleşerek yenik düşmesiyle yeni bir iktisadi gerçekliği ortaya çıkarır. Ren bölgesi tekstil ekonomisi çeperinde yer alan eğiriciler, mensucatçılar ve dokumacılar için gelirin düşmesi, konum yitimi, yokluk, sefalet ve açlık demektir.
Genç Engels, ilerki yıllarda benimseyeceği üslubun temellerini de oluşturacak bir yaklaşımla, kapitalizmin insan üzerinde yarattığı tahribatlara ve sonuçlara odaklanır. Tezgahları üzerine kapanmış dokumacıların ve alçak tavanlı odalarda oksijenden çok kömür isi ve toz solumak zorunda kalan fabrika işçilerinin çektikleri eziyetin izini sürer; çocukların sömürülmesine ve daha sonra lümpen proletarya adını vereceği kesimin (kalacak sabit bir yeri veya kesin bir işi olmayan ve şayet geceyi bir gübre yığını üzerinde ya da merdiven ayaklarında geçirmemişlerse şafak vakti geldiğinde sığınak, otluk, ahır gibi yerlerden sürünerek çıkan, moralleri hepten çökmüş insanların) ezici yoksulluğuna isyan eder. ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’ adlı baş yapıtın temel tez ve yöneliminin köklerini de, Friedrich Oswald adıyla ‘Wuppertal Mektupları’nda ortaya serer.
Fakat şunu da belirtmek gerekir; İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nun aksine Mektuplar’da yer alan sanayileşmenin çalışma koşulları ve toplumsal sonuçlarına ilişkin sert eleştirilerin hedefi, kapitalizmin kendisi değildir. Özel mülkiyet, iş bölümü ve artı değerin doğası hakkında esaslı bir kavrayışa sahip değildir. Öfkesinin hedefinde Pietizm* vardır. Bu öğretide, dini doğmanın toplum üzerinde yarattığı etkiye öfke vardır. Zaten kendisi de bu durumu, ‘Wuppertal ahlaki ve ruhani ikiyüzlülük dalgası altında boğuluyordu. Bu bölge bütünüyle bir Pietizm ve cehalet denizine batıyor. Bu denizde güzel, çiçeklerle kaplı adaların yükselmesine imkan yok!’ olarak açıklıyordu.
19 yaşına gelmiş birisi olarak Hristiyanlığın temel ilkelerini reddetmekten uzak olan Engels, Wuppertal Pietizmi’nin dar görüşlü maneviyat anlayışından da mutsuzdu. Genç Engels, aklın sınamasından geçmiş bir öğretiyi arıyordu; İncil’deki çeşitli çelişkileri görerek ‘Tanrı’nın sonsuz merhametini’ sorguluyordu. Bilincinde yer edinen yerleşik fikir ve düşüncelerin kabuğu çatırdadıkça yaşadığı iç çelişkiler, gerilimli bir sürece, deyim yerindeyse felsefenin temel ilkelerini kanıtlarcasına kendisini olumsuzlamaya yöneltiyordu.
Ruhunun derinliklerine sinen Schleiermacher’in kurtuluşçu teolojisi de ilgisini çekmiyordu. Hem Engels hem de dönemin teolojik düşüncesi, son kertesine dayanmıştı; bir sıçrama tahtası aranıyordu ve David Friedrich Strauss’un ‘İsa’nın Yaşamı: Eleştirel Bir İnceleme’ adlı eseri, Engels başta olmak üzere birçok genç adamın sıçramak için sıraya girdiği bir tahtaya dönüşüyordu.
Engels bu sıçramayı şöyle tarif ediyordu; ‘Artık Straussçuyum. Zavallı, sefil bir şair olan ben, Strauss’un kanatları altına sığındım… Allaha ısmarladık inanç!
Strauss’un kitabı doğrudan İncil’i eleştiriyordu. İncilleri, “hatasız kutsal metinler” olarak değil, yazıldıkları devrin tarihsel ve kültürel bakımdan ürünleri olarak görüyordu. İncil’i ‘insanlığın gelişiminin belirli bir aşamasını ifade eden, dolayısıyla mevcut çağa uygulanamayacak’ bir yaklaşımla ele alan Strauss, farkında dahi olmadan ‘tarihsel materyalizmin’ tohumlarını Engels’in, Schleiermacher’den boşalan bilincinin derinliklerine ekiyordu.
Strauss’un eleştirilerinin amacı, hiçbir zaman, Hristiyanlığın yanlış olduğunu göstermek değildi. Bilim çağı açısından artık uygun olmadığını göstererek insanın ruhani gelişimi için Hegel felsefesine yönlendirmekti.
Kısa bir süre sonra kanatlarına sığındığı Strauss’un da kabukları parçalanacaktı. Süreklilik içinde kopuşu da ifade eden ‘kendisini aramak’ eylemi, Engels için yeni bir durak arayışı anlamına geliyordu ve bir sonraki durağı, Prusya monarşisine ‘ejderha tohumu’nu ekecek Hegel’in öğretileri olacaktı.
Dönüşü olmayan eşik: Süreklilik halinde kopuş
Engels, aynı zamanda altını oyacağı ideolojik araçları elde etmekle geçirdiği Prusya monarşisinde askerdir. Ne var ki, tören alanını sık sık terk edip gittiği üniversite kampüsünde kendisini teoriye verir. Bunun dışında kalan vaktini ise, ‘Başıboşlar’ veya Bauer’in tabiriyle ‘bira entelektüelleri’ olarak bilinen grupla geçirir. Bruno Bauer, Max Stirner, tarihçi ve Budizm uzmanı Karl Köppen, siyaset bilimi hocası Karl Nauwerck, gazeteci Eduard Meyen, Halle Üniversitesi hocası Arnold Ruge ve daha pek çoklarıyla burada tanışır. Hegel okumalarına katılan Engels ve arkadaşları kısa bir süre içinde Hegel’in radikal çırakları haline gelirler.
Bu arada Prusya siyaseti ve toplumsal ortamında 1840’lı yıllarda belirgin değişim ve gelişimler yaşanır. Babası III. Friedrich Wilhem’in yerine geçen IV. Friedrich Wilhem, Hegelci mantığın gelişiminden rahatsızdır. Engels bu süreci şöyle değerlendirir: ‘İşe göstermelik bir liberallikle başladı, sonra feodalizme geçti ve nihayetinde bir polis devleti kurdu.’
“Hegelci sistem adeta Prusya’nın en üstün devlet felsefesi mertebesine yükselmişti. Hegelci görüşler, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, envai çeşit bilim dalına derinlemesine nüfuz etmiş, hatta popüler edebiyatta ve günlük gazetelerde bile yer bulmuştu.” Ama bu resmi destek artık çekilecekti. (Engels)
Prusya yetkilileri neden Hegelcilikten korkuyorlardı: Hegel’e göre devlet, bireyin hukuka itaat aracılığıyla evrensel Aklın yüce buyruklarıyla uyumlu hale gelmesinin aracıydı. Modern devlet, köleliğe dayalı eski devletlerin aksine, ‘kendi içinde bir amaç, ilahi ideanın dünyadaki tecessümü ve bireyin hayatına değer veren tek gerçeklik olarak özgürlüğün gerçekleşmesini’ temsil ediyordu. Teoride modern devlet ilerlemeye, akla ve özgürlük İdeasına vücut veriyordu. Hegel’in, sık sık devleti felsefi olarak yüceltmesi de Prusya bürokratik aygıtına zengin, ruhani bir haysiyet kazandırıyordu.
Peki sorun neredeydi? Hegel’in genç öğrencileri, -Sol Hegelciler- hocalarının mevcut düzeni aklın zirve noktası olarak gördüğünü kabul edemiyorlardı. Sol Hegelciler, Prusya kampüslerinde alternatif Hegelcilikle muhafazakâr dogmaya ters düşerek kendi yollarını açıyorlardı.
Hegel söz konusu olduğunda, esas tehlike diyalektikti. Engels farkı şöyle izah edecekti;
‘Hegelci sisteme vurgu yapan herkes iki alanda da ciddi ölçüde muhafazakâr olabilir; esas meseleyi diyalektik yöntem olarak gören herkes hem dinde hem siyasette en aşırı muhalefete katılabilir. Hegelci felsefenin gerçek önemi ve devrimci karakteri burada gizlidir. …birbirini izleyen her tarihsel durum insan toplumunun aşağıdan yukarıya doğru sonsuz gelişiminde yalnızca geçici aşamalara tekabül eder… Diyalektiğin karşısında, hiçbir şey nihai, mutlak ve kutsal değildir!’
Son derece güçlü bir ideolojik çözümleme olan bu aktarım, Prusya Monarşisinin de mutlak olmadığının altını çiziyordu. IV. Friedrich Wilhem ve hempasını korkutanda, Hegel felsefesinin ‘eylemi teşvik etmesi, yazılarının ise liberal reform talebini dillendiriyor’ olmasıydı.
Sol Hegelciler, hocalarını siyasette olduğu gibi dinde de kendi tarihselliğini hesaba katmamakla, onun, özgürlüğün gerçekleşmesi olarak gördüğünün İdea’ya giden yoldaki adımlardan sadece biri olduğunu idrak edememesini eleştiriyorlardı. Modern Avrupa Hristiyanlığı, Roma paganizminden veya eski Hindistan’ın Hindu inancından nasıl farklı olabilirdi? Sol Hegelciler’in akıllarındaki soru buydu. Bu inançların her biri, kendi devirlerinin ürünleri değil miydi? David Strauss’un İncil’i bir mit olarak yeniden yorumlamasıyla bilinçlere serpilen bu anlayışla Genç Hegelciler, bu işin yakasını kolay kolay bırakacak gibi görünmüyorlardı. Devleti aklın en ileri İdeası olarak gören Hegelci felsefe, şimdi Prusya’nın dini-siyasi temellerini çökertmek amacıyla kullanılıyordu. Haliyle IV. Friedrich Wilhem bu durum karşısında dehşete düşmüştü.
Genç Hegelciler dur durak bilmiyorlardı. ‘Hıristiyanlığın Özü’ adlı çalışmasıyla Hegelcilikteki son idealist kalıntıları da bombardımana tutan Ludwing Feuerbach, diyalektik yöntemi Hıristiyanlığa uygulama niyetindeydi.
Engels şöyle yazıyordu;
“Ve Feuerbach, tek bir darbeyle, çelişkileri ortadan kaldırdı, bu nedenle de, hiç bir dolambaçlı anlatıma gereksinim duymaksızın materyalizmi yeniden tahta çıkardı. Doğa ve insan haricinde hiçbir şey yoktur ve dini fantezilerimizin yarattığı yüce varlıklar kendi özümüzün fantastik yansımalarından ibarettir. Büyü bozulmuş,”düzen”in doğruları çürütülmüş ve bir kenara bırakılmış, yalnızca hayal gücünün bir parçası olarak gösterilen çelişkiler, yok olmuştu. İnsanlar, kurtarıcı etkisi hakkında bir fikir edinebilmek için, bu kitabı mutlaka okumalıdır. Tüm hevesler geçicidir, hepimiz eninde sonunda birer Feuerbach’çı olmuştuk”
Karl Marks, 1844 yılında yazdığı ‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’da bu ifadeyi daha öz bir şekilde şöyle tarif ediyordu;
“Din mazlum mahlukun iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”
Bununla da yetinmeyen Feuerbach hocasına savaş açarak Genç Hegelcilerin eleştirel değerlerine bağlı kalmaya çalıştı. Feuerbach Hıristiyanlığın teolojisi ile Hegel’in rasyonel mistisizmi arasındaki temel farklı sorguluyordu. Biriyi tanrıyı, diğeri ise açık ve belirgin olmayan Tin’i yüceltiyordu. Her ikisi de metafiziksel inanç sistemleriydi ve birbirlerinden pek de çok farkları yoktu. Feuerbach için Tanrı ve İdea’nın yerine insan geçmeliydi. İdealist Hegel düşünceyi varlıktan türetmek yerine, varlığı düşünceden türetiyordu. Gerçekliğin ters yüz edildiğini düşünen Feuerbach ise, materyalizmi öneriyordu. Hegel’in metafizik teorileri ve Tin’in öteki dünya ile ilişkisi yerine insanın doğal, maddi, ‘dolaysız’ varoluşunun yaşanan gerçekliğine odaklanılmalıydı.
(Sürecek)
* Pietizm: Bir protestan tarikatıdır. Dinsel yaşamda reform amaçlayan bu akım, kişisel duyguyu dindarlığın temel öğesi sayarak kişisel ahlakı güçlendirmeye çalışmıştır. Dogmacılık ve kilise baskısına karşı çıkan bir öğretidir.