Zehra Çelenk
Sevmek, ötekinin bilgisine sahip olmaktır. Sevmek, kendine benzemeyenle yaşamayı öğrenmektir. Elli kelimeyle idare edemeyeceğin, kelimelerini arada bir cebinden çıkararak yıkayıp havalandırman, her gün yeniden, yeniden öğrenmen, geliştirmen gereken bir dildir sevgi. Birbirimizi anlamayı ve sevmeyi öğreneceğiz. Yoksa bu hayat hepimizi, yaşarken öldürecek.
Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturmadan önce burnumun ortasına aseton bastım. Uçukzedeler bilir, uçuğun kendisinden önce hissi gelir. Geliyorum diyen uçuğun başını küçükken ezmek istedim.
12 yaşımdan beri arada bir uçuklarım. İnsan olup dudakta çıkmaz, abuk subuk yerlerde boy verip tüm manzarayı hedef alır üstelik: Burnun ortasında, dudağın üstünde! Yöntemi öğrendiğim günden beri ucu göründüğü anda hafifçe basıyorum asetonu. Çivi çiviyi söküyor hakikaten. Geldiği gibi gidiyor.
Yönteme değil sonucuna kefilim elbette, ben tıpçı değilim. Kulağa da hiç tekin gelmiyor ama işe yarıyor işte.
Uçuklarımdan çok şey öğrendim. Hayat bilgimin minik bir ‘çeptır’ı da uçuk bilgisinden oluşuyor.
Bir kez bünyeye girdi mi, gitmiyor bu sinsi. Bazen aylarca hatta yıllarca ortadan kaybolduğu oluyor. “Artık terk etti, dönmez,” sanıyorsun. Korku filminin bir türlü ölmeyen katili misali, dönüyor. Yaşanamadığı için bir türlü bitirilemeyen, ne olduran ne öldüren bir aşk gibi, hayatın tüm kısır döngüleri, ‘haydaa, ama ben bunu atlatmıştım’ları gibi, bir bakıyorsun karşında yine. Bir uçuğu tamamen öldüremiyorsun. Onunla yaşamayı ve onunla başa çıkmayı öğrenmen gerekiyor.
Burnumda baş gösteren son uçuğun nedenini biliyorum. Yoğun bir çalışmanın ortasında, sırf son iki günde tanık olmaktan ‘kaçınamadığım’, kana zehir salan bir acılar seçkisi…
-İki oğlunu Suruç’taki saldırıda yitiren, hastanede eşinin yirmiyi aşkın kişi tarafından lincinin her anına tanıklık eden Emine Şenyaşar’ın içe hançer gibi saplanan sözleri….
-ABD’de sınırda ailelerinden koparılıp kamplarda tutulan göçmen çocuklara dair haberler… Detayın zulmü. Kafesler, çocuk ağlamaları…
– Sanıyorum dam ya da tepelik bir yerde, aniden açılan videoya tek gözüm kapalı baktım çünkü ama en kötüsünden kaçınamadım… Hayali yiyecekle kandırarak yanına çağırdığı dünya güzeli kediyi tekmeyle aşağı savuran bir psikopatın görüntüsü… Daha Sapanca’da bulunan küçük meleğin içimize hüzün üssü kuran gözlerini unutamamıştım, çok fazla geldi. Bu tür videoları paylaşmayalım, ne olur. ‘Merhamet yorgunluğu’na yol açıyor ve ayrıca bu teşhirci sapıkların da görünürlük güdüsüne hizmet ediyor.
Alt alta yazıyorum, elbette dehşet vericilik düzeyleri ve hayatlar üzerindeki etkileri aynı değil… Ama hepsi zulüm.
Hepsi nefes almak, sevmek, gün batımlarını izlemek, arkadaşlarımızla sohbet etmek, dans etmek, yaşamak için geldiğimiz bu dünyayı cehenneme çeviren zulmün birer parçası. Farklı oranlarda, hepsi politik aynı zamanda. Kendinden olmayanı, zorda olanı dehşetlere salan, yok eden pis, kötücül ‘güç’ün, dünyanın baş belası iktidar hırsının farklı yansımaları….
Tüm bunlar insana fazla geliyor, uçuk da fırsatını kaçırmıyor işte.
Ama tatlı şeyler de var. Aralarına aldıkları erkek kediyi “ben oğluma kız alcam, etli ekmek vercem” diye evire çevire şefkat sersemine, eritme peynirine çeviren teyzelerin videosu gibi…
Seçimlere günler kala, kalp sıkıştıran umut-huzursuzluk kokteylinde yüzümüzde güller açtıran, içimize umut eken şeyler de var… Başak Demirtaş ve kızlarının, çalıp söyleyip hapishanedeki Demirtaş’a yolladıkları sürpriz şarkı videosu gibi…Her şeye inat, öyle ‘hayat’ ki…
Bunca acının ortasında insanlığı, muzipliği, hazırcevaplığı, tazeleyiciliğiyle ışık ışık yükselen Muharrem İnce’nin aranıp taranıp bulunmuş, seks kasedi gibi servis edilmeye çalışılan erken dönem, epey de masumane ‘örotik şiirleri’ bile bence amaçlananın tam aksine, gülümsetici… İyi şiirler değil ama yazdığı yaşlar düşünülünce hele, seven, arzulayan, arzusunu şiire döken bir genç adamın metinleri. İnsanca, çok insanca…
İnce’yi zamanında yazdığı erotik şiirler üzerinden vurmaya çalışmışlar, bula bula. Halbuki ben ‘Maarem abi’nin en çok bu insana benzeyen hallerini sevdim. Demirtaş’ın gözündeki 20 aylık haksız tutukluluğun solduramadığı o gülüşü, o ‘dayak atmayan’ dikliği sevdiğim gibi… Bunları da birbiriyle karşılaştırmaya lüzum görmüyorum. Oyumu falan açıklamaya da.
Benim oylarım, ‘hayat’a gidecek.
Farklılıkların zulmün değil rengin, çeşitliliğin kapısını araladığı, beraberce yaşamayı öğrenebileceğimiz bir hayata….
Sahip olduğumuz tek hayatı dakika başı siyaset konuşmadan, her Allah’ın günü başka dehşet ve acıların uçurumlarına sürüklenmeden, uçuklamadan, kalbimizle irtibatımızı yitirmeden serin, ferah, geldiği gibi yaşama ihtimaline…
En iyi ihtimaller gerçekleşse bile hiç de kolay olmayacak bu. Bu toprakların tarihi çok uzun, çok acılı, herkesin sadece benzerinin acısına göz- gönül iliştirmeye çok alışık olduğu sorunlu bir tarih. Lafı pankreastan anlamaya çok müsait, dün gördüğünü bugün unutmaya teşne, gülmenin herkes gülüyorsa gülmeye benzediği gerçeğini kabule yanaşmayan, bir türlü yetişkinleşemeyen bir insan malzememiz var. Ama içinde umut da var, iyilik de, güzellik de. İyi insanlar var. Umarım, inşallah bir şeyler değişecek.
Sevmek, ötekinin bilgisine sahip olmaktır. Sevmek, kendine benzemeyenle yaşamayı öğrenmektir. Elli kelimeyle idare edemeyeceğin, kelimelerini arada bir cebinden çıkarıp havalandırman, her gün yeniden, yeniden öğrenmen, geliştirmen gereken bir dildir sevgi.
Birbirimizi anlamayı ve sevmeyi öğreneceğiz. Yoksa bu hayat hepimizi, yaşarken öldürecek.
Haftalardır yazmak istiyorum, hep bir tür aciliyetle öne çıkan gündemlerde bir paranteze sıkışmasın diye erteliyorum. Kuşak araştırmacısı Evrim Kuran’ın Türkiye’nin beş kuşağını anlattığı “Telgraftan Tablete” adlı kitabı, Mayıs ortalarında çıktı.
2000’lerin başından beri kuşaklar üzerine çok yönlü çalışmalar yapan Kuran, bu kitapta kuşaklar üzerinden geçmiş, gelecek ve yaşama dair kavrayışın değişen desenlerinden bahsediyor. ‘Hafifliği’ değil uzun yılların süzgecinden geçen damıtılmışlığı nedeniyle çok sade, sürükleyici, bir çırpıda okunabilen bir kitap.
Yakın zamanda tanıyıp kanımın hızlıca ısındığı, yaptığına, bakışına saygı ve sevgi duyduğum insanlardan biri oldu Evrim Kuran. Araştırma alanına dair bilgisini karakterine yedirmeyi başarmış kişilere has ‘inandırıcı’ içtenliğe sahip.
Kendi aile hikayesinden başlıyor, halk ozanı dedesi Ali’ye veriyor sazı- sözü önce, Z kuşağının tatlı bir temsilcisi olan oğlu Ali’ye kadar getiriyor. İbn-i Haldun’un “Mukaddime”sinden Claude Levi-Strauss’un “Mit ve Anlam”ına zengin bir kültürel birikimden geçiriyor yolunu, farklı Doğulu ve Batılı kaynaklardan besleniyor.
Kitabın bölüm başlıklarında yer alan alıntılar içinde en sevdiklerimden biri, “Mukaddime”den: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
“Bir kuşağı anlamak bir dönemi anlamaktır,” diyor Kuran. Beş kuşağın hala beraberce yaşadığı dünyamızda, aynı zamanda birbirimizi anlamak demek oluyor bu. Geçmiş kuşakları anlamak bugünü, Z kuşağını anlamak geleceği anlamanın anahtarı.
Onun bir sosyal medya paylaşımından yola çıkarak veriyorum bu sayıyı: Bu Pazar sandığa ilk kez gitme olasılığı olan 1 milyon 585 bin Z kuşağı var. Ne kadarı gidecek bilmiyorum ama önemli bir sayı bu.
Özellikle de gizemini koruyan Z kuşağını anlamak için anahtar nitelikte bir kitap, “Telgraftan Tablete”. Çocuk sahibi olanların mutlaka, olmayanların bence yine mutlaka okuması gerekiyor. İş yaşamından siyasi partilere değin, kişiler, kurumlar, tüm hayati süreçler açısından aydınlatıcı yanları var.
Benzerlik kadar farklılıkla da ilişki kurmayı öğrenme gerekliliğinin, koltuklara yapışmanın yerini ‘liyakat’e bırakmasının şart olduğunun altını çiziyor Kuran. Toplumsal uçuklarımızla baş etmeyi öğrenmemizde bu ikisinin önemli bir payının olduğunu düşünüyorum ben de.
Kuşaklardan süzülen ‘iyi bilgi’, hayat ve umut kazansın.
Gazete Duvar