Devrimin ortaya çıkışı, patlamanın saati herkesi, onun uğruna mücadele edenleri bile, ansızın yakalar. Herkes, birdenbire çatlayan ve önüne çıkan her şeyi yıkan bu kendiliğindenlikten şaşkına döner.
Tarihin haksızlığa uğramış (ve çoğunlukta olan) ulusların sürekli devrim düşüncesiyle yaşadıkları ve devrimi en basit çözüm yolu olarak gördükleri, yanlış bir varsayımdır. Her devrim bir faciadır ve insanlık feci durumlardan içgüdüsel bir biçimde kaçınmaya çalışır. Biz de kendimizi böyle bir durumda bulsak, telaşla bir çıkış yolu, sessizlik ve alışık olduğumuz bir yer ararız. Devrimlerin uzun sürmesinin nedeni budur. Devrimler başvurulacak son çaredir ve halk devrime yönelmişse, bunun tek nedeni ancak, uzun yılların getirdiği deneyimin onlara başka çözüm yolu olmadığını öğretmiş olmasıdır. Bütün diğer çabalar ve araçlar başarısız kalmıştır.
Her devrim, genel bir bitkinlik ve tükenmeden sonra gelir ve dizginlenemez bir saldırganlık ortamında gerçekleşir. Otorite, sinirine dokunan bir ulusa tahammül edemez; ulus da nefret ettiği bir otoriteye daha fazla katlanamaz. Otorite tüm inanırlığını yitirmiştir ve elleri boştur; ulusun sabrı taşmıştır ve yumruklar sıkılmıştır.
Otoritenin, ardına gizlendiği duvarlar önce çatlar, sonra yakılır. Kuşatmayla yapılan bir devrimin başarısı, başkaldıranların kararlılığına, irade ve dayanma gücüne bağlıdır. Bir gün daha! Bir darbe daha! Sonunda büyük kapılar bile dayanamayıp çöker, kalabalık içeri dalar ve zaferini kutlar.
Devrimi kışkırtan otoritedir. Elbette bunu o kadar bilinçli olarak yapmaz. Yine de hayat tarzı ve yönetim şekli sonuçta bir kışkırtma haline gelir. Bu, seçkinler arasında bir dokunulmazlık duygusunun kökleşmesiyle ortaya çıkar: Biz her şeyi yapmakta serbestiz, ne istersek yapabiliriz. Bu bir aldanmadır; ancak belirli, rasyonel bir temele dayanır. Bir süre için gerçekten her istediklerini yapabilirlermiş gibi bir izlenim doğar. Bir skandalı başka bir skandal, bir yolsuzluğu başka bir yolsuzluk takip eder; suçlular hep cezasız kalır. Halk sessizlik ve sabır içinde bekler. Korkar; kendi gücünden henüz emin değildir.
Aynı zamanda yanlışların ayrıntılı bir tutanağını saklar; bu yanlışlar bir an gelecek, tek bir bilançoda hesaplanacaktır. O anın seçilmesi tarihçe bilinen en büyük sırdır. Niçin bir başka gün değil de tam o gün? Sonuçta yönetim, daha dün bile çok kötü aşırılıklar yapmıştı ve yine de ortalıkta hiçbir tepki yoktu. Yöneten, şaşkınlık içinde kendi kendine sorar: “Ben ne yaptım? Nedir onları birdenbire harekete geçiren?” Yaptığı şudur: Halkın sabrını kötüye kullanmıştır. İyi de, bu sabrın sınırı nerededir? Nasıl tanımlanabilir? Cevap belirlenebilse de, her durum için farklı olacaktır. Kesin olan tek şey, böyle bir sınırın varlığını ve ona saygı göstermeyi bilen yöneticilerin uzun süre iktidarda kalabildiğidir. Ancak, böyle yöneticilerin sayısı pek azdır.
[Şahların Şahı, Ryszard Kapuscinski, 85-86]