Hejar Baran
Toplumsal direniş dinamikleri, özelde de düzen muhalefetinin geniş bileşenleri, bu seçime yükledikleri anlamları “dip dalgası” kavramında topladılar. İnşa edilmek istenen yeni rejime ve bu sürecin öznesi olan AKP’ye karşı alttan alta biriken dip dalgası, onu önüne katıp sürükleyecekti. Bu dalgayı yaratan ve 24 Haziran’da alınacak sonucun motivasyonuyla daha da güçlenerek genişleyecek olan yeni toplumsal soluk, tüm kırılma ve umutsuzlukları da süpürüp götürecekti. Türkiye, son tuğlası da 2018 Haziran seçimlerinde konulan führerci faşizmin parlamenter sistemde yarattığı tahribatları onaracak, taşlar tekrar yerine oturacak, her şey güzel olacaktı.
Seçim kararının apar topar alınıp dayatılması nedeniyle çalışmalar 2 aylık kısa bir zamana sıkıştı. Aday belirleme vs. derken, asıl seçim çalışması son bir ayda yürütüldü. Dip dalgası beklentisini yaratan da, bu kadar kısa süreli bir çalışmanın açığa çıkardığı ve meydanlara yansıyan yenilik arayışı, coşku ve kitlesellikti. Muharrem İnce’nin aday gösterilmesiyle birlikte CHP bu arayışın önemli bir adresi haline geldi. Seçimin son etabında yapılan İzmir, Ankara ve İstanbul mitinglerine milyonların canlı katılımı, bu gerçeğin dışa vurumuydu. Sağın çeşitli kategorilerinde yer alan kitleler için de Saadet Partisi ya da İyi Parti gibi adresler vardı, bu adresler de azımsanmayacak bir ilgiyle karşılaşıyordu.
HDP’nin Kürt illerinin yanı sıra Türkiye’de de geniş toplumsal kesimlerin görüş alanına yeniden girmesi, bunun gerek sokak çalışmalarına gerekse mitinglere bir canlılık olarak yansıması dikkatleri çeken bir başka anlamlı göstergeydi.
Düzen muhalefetinin yanı sıra devrimci çevreler dahil solun hemen tüm bileşenleri de, bu göstergelerden yola çıkarak iyimser bir dalga beklentisini pekiştirdiler.
Seçim öncesi manzaranın görünen yüzünü bu oluşturdu.
Seçim kararının alınış biçimi bile bir krizin ifadesiydi
Bu iyimserlik ve beklenti havasını, ilk olarak, AKP-MHP iktidar blokunun apar-topar bir seçim kararı alması ateşledi. Onların böyle baskın bir seçim kararı almalarını belirleyen tarihsel-toplumsal-bölgesel kriz dinamiklerinin kapsamı ve çapının büyüklüğü, bu blokun hızla çözüleceği beklentilerine kan taşıdı.
İktidardaki faşist bloku, apar-topar seçime gitmeye zorlayan etken de gerçi bu kriz etkeni ve onun büyüyüp derinleşmesinden duydukları korkuydu. Birikmiş ekonomik-siyasi-kültürel ve toplumsal sorunların, çelişki ve muhalefet dinamiklerinin daha da büyüyeceği, konumlarını sarsacak, içlerindeki çözülmeyi derinleştirecek bir nitelik kazanabileceği korkusuyla adeta darbe yaparcasına almışlardı bu seçim kararını.
Ayrıca Efrîn işgali ve Kürt düşmanlığı temelinde kışkırttıkları şovenizme bir de “dış düşmanlar” algısı ekleyerek, işçi ve emekçilerin kendilerinden etkilenen geniş bölüklerinin zihinlerini bloke etmişlerdi. Çarpıtılmış bir antiemperyalizm söylemiyle işçi ve emekçilerin zihinlerini kesintisizce bombalıyorlar. Geliştirdikleri ve bazıları aslında atraksiyon olmanın ötesine geçemeyen kimi çıkışlarla bu algıyı süreklileşmiş şekilde pekiştiriyorlardı.
Fakat bunun da bir sınırı olduğunu bilmenin ivecenliğiyle o baskın seçim kararını almışlardı. Çökme sinyalleri veren ekonomi, tıkanan sıcak para muslukları, kapılarında dilenecekleri adreslerin önlerine koyacakları ödevleri düşündükçe, bu yönelimi daha fazla sürdüremeyebileceklerini öngörüyor, mesela emperyalist güçler “çıkın” dediklerinde bir Efrîn işgalini daha fazla devam ettiremeyeceklerini biliyorlardı.
Sözün kısası, yaşadıkları ekonomik-sosyal yıkıma rağmen işçi ve emekçi kitleler, sistemin bu zehirli zokalarını yutuyordu, ki AKP, neoliberalizme özgü çeşitli dilencileştirme yöntemleriyle bu noktada da sayısız yastıklama modeli uyguluyordu. İktidar bloku böylesine bıçak sırtı bir durumda aldığı kararla ne pahasına olursa olsun bu seçimi yapmak zorundaydı.
AKP tabanından işçi ve emekçilerin ikili ruh halleri
Bu blokun, kendileri açısından isabetli bir değerlendirme yaptığı, kitlelerin bir taraftan yaşadıkları sahici deneyimlerle kafalarında soru işaretleri oluşmaya başlamış ama bir taraftan da bu enfeksiyondan etkilenen kesimlerinin ruh haliyle dışa vuruyordu.
Sendikalaştıkları için işten atılan ve günlerdir fabrika önünde direniş sürdüren Flormar işçilerinden birinin ruh hali, bu açıdan oldukça çarpıcı bir örnektir. Oldukça genç olan bu işçi, yaşadıkları sürecin biriktirdiği deneyim ve yarattığı politizasyon ortamınla AKP’ye atıp tutuyordu. “Her şey patronlar için” diyordu. Polisi, yasaları, hayat pahalılığını ardı ardına sıralayan bu işçiye, “Ama AKP’yi AKP yapan da işçi sınıfı” dediğimizde, “Bu adamların bizimle bir alakası olmadığını iyi biliyoruz ama sınırlarımızı koruyorlar. İşte orda her şey değişiyor” yanıtını yapıştırıyordu. Bu kez, “Hangi sınırları?” diye sorunca, ABD emperyalizminden dem vuruyor, “bölünmek isteniyoruz” diyor, Efrîn’i örnek veriyordu.
Cümleleri bile rejimin meydanlarda sıraladığı ya da havuz medyasının biteviye işlediği kalıplardan oluşuyordu.
Başka bir işçi ise, genç işçinin yaptığı gibi atıp tuttuktan sonra, “Peki AKP’ye vermeyeceksen hangi partiye oy vereceksin?” sorumuzu epey zehirlendiği belli bir şovenizmin diliyle yanıtlıyordu. Erdoğan’ın HDP için meydanlarda döne döne yinelediği saldırgan söylemin aynısını tekrarlıyor ve “Onlar dışında herhangi biri” diyordu. Bölünme, sınır, terör… vs. söylemlerini de işin içine katarak.
Bu iki örnek, işçi sınıfının genel ruh halinin, yaşadığı sınıfsal gerçekle bu ruh hali arasındaki çelişkinin anlaşılması için yeterli çıkış noktası olarak görülmeyebilir. Fakat sınıfın ve emekçi kitlelerin önemli bir kesiminin nasıl bir ruh hali içinde olduklarının görülmesi açısından bir veri oluşturduğunu düşünüyoruz.
Faşist iktidar blokunun, baskın seçim kararı alırken bu gerçekten hareket ettiği anlaşılıyor. Bu ikili ruh halinin, önümüzdeki dönemde daha da derinleşecek katmanlı kriz dinamikleriyle birleşip kendi karşıtına dönme potansiyeli taşıdığını tespit ederek apar topar seçime gittikleri görülüyor.
Dağıttığı büyük-küçük kırıntıları, süreklileşmiş bir çıkar ilişkisine dönüştürmek
Bu baskın seçim kararını alırken faşist iktidar blokunun, işçi ve emekçilere seçimlerden hemen önce dağıttığı kimi kırıntıları oy devşirmek için onlar üzerinde bir şantaj aracına dönüştürme hesapları da vardı. Bu açıdan, bilmediğimiz sayısız örnek yaşanmıştır. Fakat bildiklerimiz bile, dağıttığı kırıntılarla çıkar ilişkisi üzerinden emekçileri kendisine bağlayan ve bu bağı şantajlarla ebedi kılmaya çalışan AKP’nin neler yapabileceğinin anlaşılması açısından çarpıcı veriler sunuyor.
Bu örneklerden biri, kamuda çalışan ve seçimlerden önce yapılan çarpık düzenlemeyle sözümona kadroya alınan taşeron işçiler üzerinde dönen oyunları sergilemesi yönüyle etkileyicidir: “Kadroya” alınan işçi, çalıştığı birimde kendisiyle aynı durumda olan arkadaşlarıyla seçimlerin hemen arifesinde Ankara’ya bir salon toplantısına götürüldüklerini ve burada kendilerine AKP’ye-Erdoğan’a oy vermeleri konusunda yemin ettirildiğini anlatıyor. Bu olayın hemen her birimde yaşandığını salonun kalabalıklığından çıkardığını belirtiyordu. İşçi, kendilerine yaptırılan toplu yemine katılmadığını ama bunun şefinin gözünden kaçmayarak, “sende bir hal var ama bakalım” diyerek aba altından sopa gösterildiğini de ekliyordu.
Kısacası, hem kendi içinde hem de genel olarak iktidar blokunda başlayan çözülmenin, örgütlenmiş güçlü bir alternatif olmadığı sürece, dışsal etkenlerle kendiliğinden çorap söküğü gibi ilerlemeyeceğini bilen AKP, bu çözülmeyi çeşitli düğümler atarak durdurmaktan bir an bile geri durmadı. Bu düğümleri, daha çok, geniş bir çıkar ağı ve ilişkisi yaratmış olmasını tepe tepe kullanarak yaptı. Toplumsal çürüme ve yozlaşmayı da derinleştiren bu olguyu, tarihsel toplumsal gericilik birikimini şahlandıracak başka çıkışlarla birleştirerek, ciddi bir yara almış olsa da şimdilik dümende kalmayı başardı. Kaldı ki AKP’nin artık kemikleşmiş bir toplumsal taban oluşturduğu gerçeğini de unutmamak gerekiyor.
İç savaş korkusu, istikrar arayışı
Diğer taraftan, çeşitli vesilelerle sıcak tutulan iç savaş tehdidinin kitlelerde nasıl bir kaygı, aynı zamanda istikrar arayışı yarattığına da bizzat tanık oluyoruz. Çevremizdeki gözlemler bir yana, seçim günü sandık başlarında bile bu korkuya tanık olduk; aslında CHP’li olduğu halde Cumhur İttifakı’na oy veren insanların bunu nasıl bir psikolojiyle yaptıklarının örneklerine rastladık.
Üst orta sınıfların yaşadığı ve Kemalizm’in geleneksel kalelerinden biri olarak bilinen bir bölgede, hali vakti yerinde ve eğitimli olduğu her halinden belli olan bir kadının oy verme işleminden sonra eşi olduğu anlaşılan kişiyle diyaloğunun tanık olduğumuz bir bölümü bile bu açıdan oldukça sarsıcıydı. Eşi belli ki CHP’ye oy vermiş ve kendisi de klasik CHP’li olduğunu her halinden belli eden kadınsa AKP ya da MHP’ye oy vermişti. Eşi ,“Neden, nasıl yaparsın?” diyordu. Kadının ağzından dökülen ilk cümlenin, “Ne yapsaydım? İç savaş mı olsun?” gibi bir cümle olması oldukça manidardı.
Kitleleri “istikrar ve güvenlik mi demokrasi mi?” ikilemine sokan ve bu ikilemi türlü çeşit yöntemlerle diri tutmayı ihmal etmeyen iktidar blokunun, bu argümanı, dahası bu olasılığın ucunun göstermekten kaçınmayacağını da seçim gecesi meydanlara salınan silahlı güruhların gösterilerinden bir kez daha gördük.
O bu unsuru, hem kendi iç krizinin konsolide edilmesinde (hedefe çaktığı kesimlere karşı diri tutulan-militarize edilen düşmanlık duyguları) ama hem de karşıtlarını sindirmekte tepe tepe kullanacağını bugüne dek defalarca gösterdi zaten. Mesele, bu tehdide ve böylesi saldırganlıklara kafaca-ruhça ve her şeyden önce de pratik olarak hazır olmakta.
Hayatta hiçbir şey kaba paralelliklerle açıklanamaz
Hayat bize, kitlelerin ideolojik-kültürel algılarının çözülmesiyle yaşadıkları ekonomik-sosyal yıkımın dolaysız bir paralellik taşımadığını, ekonomik-sosyal yıkımın kaba bir nedensellik ilişkisiyle ideolojik-siyasi algıları da hızla değiştirebileceğini beklemenin her şeyden önce bilimsel bir yaklaşım olmadığını bir kez daha gösterdi. AKP tabanında başlayan çözülmenin ciddi bir tepki olarak sandığa yansıyacağını beklemenin sağlıksızlığını bir kez daha görürken; aynı zamanda, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamlarının içine dalmadığımız, günlük ve sürekli yenilenen politikalarla oradan beslenip-orayı beslemediğimiz sürece beklenen dip dalgaların kolay kolay açığa çıkmayacağını yeniden öğretti.
Lenin’in, “Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar” sözünü hatırlattı kısacası.
Ah kırılganlıklarımız, umut-umutsuzluk sarkacımız
Seçimlerde iktidar blokunun yenileceğini düşünen fakat sonuçlar beklendiği gibi çıkmayınca da (usulsüzlükleri-baskıları-hileleri yok sayarak konuşuyoruz) büyük bir hayal kırıklığı, moralsizlik ve adeta çöküntü yaşayan azımsanmayacak bir kesim, bu sefer kitlelere tepeden bakan bir yaklaşımla, “size müstehaktır” demeye başladı.
Bu elitist yaklaşım, hem her şeyi sandıktan ibaret gören hem de toplumsal psikolojiyi anlamaktan ziyade onun dışında kurguladıkları gerçekliği ona âdeta dayatanların hâleti ruhiyesini yansıtmaktadır.
Bu kesimlerin mantığı, her şeyden önce baskın seçim kararını aldıran kriz dinamiklerini ya da seçim çalışmaları döneminde ortaya çıkan canlı toplumsal havayı bir sürecin olup bittiği, artık tamama erdiği şeklinde okuyan bir idealizmle maluldür.
Özellikle dünyayı sosyal medya cangılından ibaret görenler, daha doğrusu kendilerini o akvaryuma hapsedenler açısından bu çok daha fazla böyle oldu.
Oysaki iktidar blokundan ağır bir yenilgi bekleyen, özellikle AKP içinde başlayan çözülme eğilimlerini (ki bu sandığa da yansıdı) hemen sonuca ulaşacak düz bir etki-tepki ilişkisi şeklinde okuyan bu kesimler, tam da bu kaba mekanik yaklaşımları nedeniyle, kendilerindeki o abartılı beklentiyi hayalkırıklığına dönüştüren o toplumsal dinamiklerin halen yerli yerinde durduğunu göremeyecek kadar körleşmiş durumdalar.
Yaşananı sadece körleşme olarak değerlendirmek de yanlış olur. Asıl sorun, sınıfın ve kitlelerin içinde olmayan bir solculuğun (devrimciliğimizin) sağlıklı politik değerlendirmeler yapabilmenin önkoşulunu oluşturan gerçeklerden nasıl koptuğunu göremeyecek, hayatın-toplumsal devinimin kendini kapattığı fanustan gördüğü kadar olduğunu düşünecek kadar subjektifleşmesidir.
Dahası bu sübjektivizmin, gerçeklik duygusu ve algısının hepten yitimi halini alarak sık sık “hangi evrende yaşadığı” sorusunu sorduracak ölçüde hayattan kopmuş bir politik dengesizlik ve akıl yitimi üretmesidir. Sandıktan beklediği sonuçların çıkmadığını gördüğünde yıkılıp kalması ama ondan önce soluduğu seçim atmosferi karşısında başının dönerek beklediği sonucun hızla (ve kendiliğinden) geleceğini ummasıdır.
Toplumun ruh haline, beklenti ve beklentisizliklerine dokunamadığımız sürece de bu beklenti-beklentisizlik, umut-umutsuzluk tahterevallisinde ayaklarımızı yerden kesecek ölçüde büyük umut ve beklentilere kapılmanın arkasından kendimizi umarsız bir yorgunluk-bıkkınlık çukurunun dibinde bulmamız kaçınılmazdır.
Oysaki gerçeğin gözünün içine bakabilmeyi, aynı zamanda toplumsal devinimin en azından belli başlı çizgilerine dokunabildiğimiz oranda başarabiliriz. Gerçeğin tek başına sandıktan çıkan sonuçlarla değil, sayısız çelişki ve çatışmalar silsilesi olarak oluş halinde olduğunu biliriz. Ortaya çıkan sonuçları da, mücadelenin avantaj ve dezavantajları içinden okuyup, görevler çıkaracak şekilde irdeleriz.
Tek başına sandık sonuçlarından ve CHP’nin o alışılmış tutumundan yola çıkarak (ki öncesinde ona tarihsel-sınıfsal olarak atfedilemeyecek anlamlar yükleyerek) moralsizlik pompalayan bu kesimlerin, 7 Haziran seçimlerinden bu yana kendisini ısrarla ve inatla hissettirmeye devam eden toplumsal direniş dinamiklerinin gücünü görememesi, tersine her şey bitti havasına girmelerine rağmen rejim öyle davranmıyor. Tersine, seçimlerden hemen sonra giriştiği saldırı ve hedef aldığı adresler, seçim sürecinde ortaya çıkan toplumsal dinamiklerden nasıl korktuğunu ele verecek nitelikler taşıyor.
Bu dinamiklerin başında da, CHP tabanında, aslında sadece CHP tabanı olarak tanımlanamayacak daha geniş toplumsal kesimler içinde ortaya çıkan demokratik dönüşümün, mücadele etme istek ve azminin pekişmesini saymak gerekir. Özellikle Kürt halkına ve onun siyasi temsilcilerine karşı (kimilerinde AKP karşıtlığından çıkış alsa da) gözle görülür bir yakınlaşmanın yaşanması, bugünün Türkiyesi’nde kitleselleşmiş militan bir demokrasi dinamiğini temsil eden bu güçlerin meşruiyet alanını genişletmeleri rejim açısından ürkütücü bir gelişmedir. 7 Haziran öncesinde de yakalanan ama çeşitli badireler içerisinde hayli yıpranıp zayıflayan bu halkanın gelişip kuvvetlenmesi, işçi ve emekçilerin ulusal-mezhepsel bariyerleri kaldırmaları, kardeşlik köprüsünde buluşmalarını sağlayacak bir bağın kurulmasını sağlayacaktır. Rejimin bu gelişmeden ne kadar korktuğunu, Soylu denilen tetikçi borazanın hezeyanlarından, CHP’nin ulusalcı kesimlerine yapılan aleni çağrılardan, HDP ve CHP’ye dönük kışkırtıcı söylemlerin saldırganlık dozunun artışından anlamak mümkün.
Faşist iktidar blokunun daha sandıklar sayılmadan sokaklara silahlı adamlarını salması, hem HDP’nin hem de CHP’nin seçilmiş bazı bürolarına dönük saldırıların gerçekleşmesi bile bu korkunun büyüklüğüne ve nasıl bir sindirme stratejisinin izleneceğine dair mesajlar içeriyordu.
Bu nedenle, süreci parlamentarist bir kafayla okuyup sayısız hile ve usulsüzlüğün döndüğü sandık sonuçlarından ibaret görmekten bir an önce çıkıp, asıl bu dinamikler nasıl örgütlenebilir ve mevcut tehlikelere karşı nasıl bir hazırlık yapılabilir konusuna odaklanmak gerekiyor.
Bu konuda da sosyal medya üzerinden sayısız tartışma ve öneri sözkonusu oldu. Ama bu öneriler içerisinde, hala AKP’nin tabanını oluşturan işçilere nasıl ulaşılır, grev ve direnişlerle nasıl ilişkilenilir, emekçilerle gündelik toplumsal hayat içerisinde nasıl biraraya gelinir, ilişkilere nasıl genişlik ve süreklilik kazandırılır gibi başlıklar sözkonusu değil. Hele, her defasında burnumuza dayatılan o iç savaş tehdidine karşı hangi temelde nasıl bir hazırlık yapmak gerektiğinden bahsedenleri ara ki bulasın…
Yaşadığımız dönem sanki bir istikrar dönemiymiş gibi, kooperatiflerden, kreşlerden, sosyal yardım ağlarından bahseden bu kesimler, çıkış noktalarını yaratılan toplumsal kutuplaşmanın yine bir yanından-karşı kutbundan koyuyorlar. Kutbun “bizim” tarafını bir örgütlenme ağıyla kuşatmak kulağa hoş gelebilir. Ama diğer kutbu çözemedikçe, bunun ömrünün olmayacağı gibi mayanın tutmasının dahi mümkün olamayacağı düşünülmemektedir.
Paramiliter çetelerin yaygınlaştığı, ideolojik-siyasi-kültürel-ekonomik-bölgesel kriz dinamiklerinin çözülmek bir yana daha girift nitelikler kazandığı bu istikrarsızlık döneminde her şeyden önce kendi alışkanlık ve tasfiyeci reflekslerimizden nasıl kurtuluruz sorusudur önümüzde duran.
Bir çözümden bahsedilecekse, ilk önce o alışkanlık ve ölçütleri sarsmak, yüzümüzü sınıfa ve kitlelere, belki en önce gerçeklere dönmekle başlamalıyız.