Ekin Sıla
24 Haziran 2018, seçim günü… İki aylık yoğun bir çalışmanın son günü… Sonsuz bir heyecanın yeni bir aşaması ve birçok insan için tek adamdan kurtuluşun ilk adımı niteliğindeydi.
Toplumda büyük bir cesaret, korkusuzluk ve özgürleşme isteği gördük ve bunun bir parçası olduk. Bayram havasında geçen mitingler, sosyal medyadaki çoğunluk, eskisinden daha yüksek çıkan sesler bizlere “tamam” dedirtti, “bu iş oldu”. Ben ve benim gibi birçokları, ‘demokratik’ bir zemin sağlayabilmek için müşahit olduk. Böylesine büyülü bir atmosferi riske atmak istemiyorduk elbette.
O gün sandık başında değil okulda görevliydim. Açıkçası önceki seçimlere nazaran oldukça keyifli, bir o kadar da heyecanlı bir hava vardı benim görev aldığım okulda da. Kimi zaman sandık başındaki arkadaşlarımızın ihtiyaçlarıyla ilgileniyor, kimi zaman yaşlı teyze ve amcalara veya engelli insanlara oy kullanacakları sınıflara kadar eşlik ediyorduk. Tabii AK Partili genç arkadaşlar da vardı. Biri genç bir kadındı. Topuklu ayakkabılarıyla dimdik duruşlu, mavi lensleri, topuz yaptığı saçları, boynunda fuları olan genç bir kadın… Pek sıcak bir iletişimimiz olduğunu söyleyemeyeceğim, aksine göz temasında bile bulunmadık tüm gün boyunca, yan yana durmamıza rağmen.
Bütün bir gün saat 17.00’ye kadar bir üst katta bir alt katta geçti saatlerimiz. Bir yandan da gelen kumanyaları dağıtıyorduk sandık sandık. Tahmin edersiniz kimi partilerin imkânları oldukça kısıtlı, bu nedenle gelen kumanyaları da o ölçüde yetersizdi. Biz de elimize geleni bölüştük. Öğlen yemeği olarak pide yiyen AK Partili sandık görevlilerinden bazıları ise bu durumdan rahatsız olarak “bize yok mu” diye sordular. “Yok” demedik. “Bütün okul pide koktu, biz de acıktık ama elimizde kalan olursa paylaşırız dedik”. Tahmin edersiniz ki çok fazlaydık ve yetmedi.
Saat 17.00 olduğunda okula bir sessizlik hâkim oldu. Tüm müşahit arkadaşlarım sınıflarda açılan sandıkların yanındaydılar. Benim görevim ise beklemekti. Öncesinde toplantısını yaptığımız gibi her sandıktan bir müşahit ıslak imzalı tutanakları alacak ve bana getirecekti. Ben de onları listeleyecek ve toplayacaktım. Kendime bir yer hazırladım oylar sayılırken. Okul binasının hemen içinde ve kapıya yakın. Tam karşımda AK Partililer de kendilerine bir yer hazırlamışlardı. Birbirimize oldukça yakındık. Sessizlik olduğunda birbirimizin konuşmalarını rahatlıkla duyabiliyorduk. Henüz sandıklar açılmaya başladığında, bir daha vaktim olmaz düşüncesiyle hava almak için kapıya çıkmıştım fakat gözüm yerimdeydi.
İçeri yöneldiğimde, az önce bahsettiğim dimdik duruşlu AK partili genç kadın da benimle birlikte sıralara yöneldi. Elinde yemeği vardı, sandviç yiyordu. “Oturabilir miyim?” diye sordu. “Tabii sorun değil,” dedim. “Siyasetle ilgileniyorsunuz sanırım” diyerek bir konuşma başlatma hamlesi yaptı. “Sizin kadar değil…” dedim “Yardım için buradayım, ya siz?” “Ben AK Parti’de görevliyim” dedi. Ekonomi okumuş, şimdi babasının işinde ona yardım ediyormuş. İsteği siyasetin daha çok içinde olmakmış. “CHP’lilere üzülüyorum” dedi, “CHP onlar için kendi yaptıkları bir seçim değil, aileden gelen siyasi bir tercih” dedi. “Hayır” dedim “Yanılıyorsun, biz gençler hepimiz kendi irademizle nerede durmak istiyorsak orada duruyoruz.” “O halde sizin tabanınız niçin kaygan değil? Bizim AK Parti olarak tabanımız oldukça geçirgen, kaygan; her partiden üyemiz var” dedi. Her parti arasında geçişkenlik olabileceğini, insanların fikirlerinin elbette değişebileceğini, bunun şaşırtıcı bir durum olmadığını, önemli olanın bu tabanı koruyabilmek olduğunu söyledim.
Aslında saatin verdiği gerilim oldukça fazlaydı ve ben böylesine bir konuşmanın tam da ortasında olmaktan rahatsızlık duyuyordum. Gerçi, tahmin ettiğimden çok daha sakin ve basit ama içimi soğutacak iğnelemelerde bulunuyordum. Ancak uzamasının bir manası yoktu. Ben kendimce konuşmayı noktalamışken, yeni bir soruyla karşılaştım: “Beni çok şaşırttınız. HDP’lilerle bu kadar işbirliği halinde olmanız oldukça şaşırtıcı! Bildiğim kadarıyla CHP’liler aslında Kürtlerden hiç hoşlanmaz. Yakın arkadaşlarım var CHP’li, onlardan biliyorum.” “Yanlış,” dedim “yanlış biliyorsunuz. Öncelikle burada yalnızca HDP’li görevlilerle değil bize kapılarını açan tüm partililerle birlikte çalışıyoruz. Bunu seçimin gerçekten demokratik ve adil bir ortamda gerçekleşmesi için yapıyoruz. Eşit koşullarda yarışamadığımızda kazanmanın da kaybetmenin de önemi olmaz.” “[HDP’lilerle beraber çalışmak] ne kadar demokratik tartışılır,” dedi. “Aksi ne kadar demokratik, o da tartışılır” dedim.
Sonra baktım zaten yerinde duramayan gözleri daha da hareketlendi: “Partiniz mi istedi bunu sizden, HDP ile birlik olmanızı…” Söylediğim her şey boşa gitmişti, CHP yönetiminden mi bize bir talimat gelmişti de biz yakın çalışıyorduk HDP ile. Tüm mesele buydu. Anlatamamıştım. Ancak karşımda anlamak için dinleyen biri olduğundan da şüpheliydim zaten. Bana konuşmamızın başında “Siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sorduğunda “Felsefe öğretmeniyim ancak tahmin edersiniz ki çalışamıyorum” diye cevaplamıştım. Ve ilk sinyali orada vermişti zaten hiç üzerinde durmayarak. Derdi asla dinlemek ya da beni tanımak değildi. Sonuna kadar sıkıştırmak ve iğnelemek için gelmişti yanıma. Ama yine konuşmamızın başında AK Parti için hiç de iyi şeyler söylemeyen bir teyzeye cevaben “Ben ‘insan’ için bu partideyim” demişti. “İnsan…” O sırada kalabalık çoğalmış, gürültü artmıştı. Konuşmanın devamını getiremedik ve görev yerine gitti. Bu sebeple soramamıştım. Şimdi soruyorum “Hangi insan peki bu?” Ben var mıyım mesela içinde? Bir Kürt, bir Alevi, bir Ermeni herhangi bir sol görüşlü veya bir trans, bir laik?..
Günün sonunda “insan” için orada olan, oldukça dinamik, dik duruşlu AK Partili genç kadın, diğer partili arkadaşlarıyla birlikte henüz saat 19:30’da, tutanakların daha sadece yarısı elimize geçmişken, telefonlardan açılan oyun havalarına eşlik ederek tam karşımızda kutlamalara başlamıştı bile.
Saat 21.30 gibi okulda tüm işimiz bitmişti. Kimi arkadaşlarımız oyların peşinden YSK’ya gitti, kimimiz tutanaklarla parti ilçe binasına gittik. İlçe binasının önüne geldiğimizde bir kalabalık karşıladı bizi. Endişeli, bir şeyler yapmak isteyen ama ne yapacağını bilemeyen bir kalabalık. Öte yandan bozkurt işareti yaparak, küfür ederek arabayla binanın önünden geçen MHP’liler, arabalardan sarkarak, bayraklarla defalarca kez ilçe binasının önünden geçen AKP’liler… yakınlardan gelen silah sesleri arasında ortama tam bir kaos havası hakimdi. Bu bir kutlama mıydı? Bir nispet miydi, yoksa bir tahrik mi? İnanın ayırt etmek oldukça zordu. Bizler ise anlamsız bir sessizlik içindeydik.
Neydi peki bizleri yılgınlığa düşüren? Tabii ki bizleri “insan” olarak görmeyen bu düzeni en az 5 sene daha gündelik hayatımızın her anında yaşayacak olmamızdı. Tıpkı o genç kadınla yaşadığım diyaloğa benzer bir biçimde dinlememek üzerine kurulu bir siyasi otorite, pidesini yedikten sonra elimizde son kalanı da bizden alan ve kendi “insan”larına paylaştıran bir yönetim anlayışı… Ben orada “hak, hukuk, adalet” diye bağırırken karşıma geçmiş “ben seçimleri kazandım, çatla da patla” diyen bir sağır sultan… Böylesi zamanlarda kendimizi içe kapanık ve yalnız hissedebiliyoruz. Ama önemli olan, yalnız olmadığımızı hatırladığımızda, kaldığımız yerden devam edebiliyor olmamız.
Ağız dolusu “insan” diyebileceğimiz günlere ve o günler için…