KRİZLERİN SEÇİMİ-4 Kriz kriz doğurdu



Sistemin ekonomik-siyasi-toplumsal krizi derinleşip yeni krizlere evrilecektir, “bunun karşısında biz nasıl bir hat izlemeliyiz?” sorusu temel tartışma konusu olmaya devam ediyor


Cihan Çetin

24 Haziran seçimlerinin üzerinden 13 gün geçti. Seçimden önce sahur vakti bile ekranlarda boy gösteren Erdoğan, bu süre içinde düne kadar bir cami açılışı ve bir cenaze töreni dışında ortalıkta gözükmedi. Yasal boşluklar dışında ellerindeki gücü nasıl örgütleyeceklerine dair (başta MHP ile) pazarlıklar kapalı kapılar ardında devam ediyor. Bu pazarlıkların ilk sonuçlarını da önümüzdeki birkaç günde hep beraber göreceğiz.

Dalgaların Özellikleri

Seçimden sonraki bu 2 haftalık süreç ise esas olarak 24 Haziran’ın yarattığı şok dalgalarının görülmesi bakımından belirleyici oldu. Bazı dalgalar çok yükseğe hızlı çıkıp aynı hızla ortadan kaybolurken, bazı dalgalar pek yükseklik yapmasa bile dipten geldiğini gösterdi. Ancak esas olarak muhalefet cephesi yukarı çıkan dalgalara bakarak yakın ya da uzun vadeye yönelik öngörülere girişirken, dip dalgalarının yüzeye yansımasını da ya abarattı ya da önemsemedi.

24 Haziran’dan sonraki yaklaşık 2 haftalık süreçte ortaya çıkan bir kaç “dalga” şöyle:

-Süleyman Soylu HDP’yi alenen tehdit edip, CHP’yi hedef gösterdi.

-CHP eski milletvekili Eren Erdem tutuklandı.

-Mehmet Altan serbest bırakıldı.

-Çakıcı 70 kişi artı Karar köşe yazarlarını ölümle tehdit etti, sınırsız görüş izni aldı.

-MHP’den vekil Eski Merkez Bankası Durmuş Yılmaz Türk burjuvazisini “anti-demokratik” ilan etti.

-Dolar 4,55 seviyesine indi, son bir kaç gündür 4,65-4,7 bandında.

-Türkiye’nin liberal ama mesleğinin gereklerini dürüstçe yerine getiren ekonomist Mahfi Eğilmez, yıllarca danışman ve programcı olarak  olarak görev yaptığı NTV’den çıkarıldı.

-Yerel seçimin erkene alınması konusunda AKP cephesinden birbirine zıt açıklamalar geldi.

-Ekonomik kriz açıklanan enflasyon oranları, ardı ardına yağan zamlarla belirginleşirken hükümet cephesinden ardı ardına dış borç zorunluluğunun altı çizildi, aslında İMF ya da ona benzer bir acı reçetenin altyapısının hazırlanmasına girişildi.

Bu görünen dalgaların dışında bu dalgalara paralel veya kendine has özellikleri olan pek çok dalga daha ortaya çıktı, çıkmaya devam ediyor.

Bu dalgaların temel özelliği son birkaç yıldır kronikleşen ekonomik, siyasal, toplumsal kriz(ler)in azalmak bir yana gün be gün arttığının ve çetrefilli bir hale büründüğünün göstergesidir. Seçim sonrası herkes kendisini bir yandan seçimin galibi olarak davul zurna ile ilan ederken diğer yandan başkasını işaret ederek aslında seçim sonuçlarının hiç de istedikleri gibi olmadığını ilan etti. Bu bağlamda HDP’nin Meclis’e girmesinin sadece AKP+MHP+Ergenekon ittifakının değil, CHP’nin bir kısmı ve İYİ Parti için bile nasıl bir karın ağrısı olduğuna bakmak bile yeterlidir.

Burjuva iktidar bloğunun krizi

AKP+MHP+Ergenekon üçlüsüyle formüle edilen burjuva iktidar bloğunun bir Pirus Zaferi* kazandığını söylemek pek de abartı olmaz. Erdoğan 2014 yılında karşısında MHP’nin de içinde yer aldığı bloğa karşı yüzde 51 ile cumhurbaşkanı seçilmişken, 2018’de MHP’nin oy desteği ile ancak yüzde 52’yi buldu. Bu arada 1 Kasım 2019’da tüm faşist kurdurganlıkla yüzde 49 oy olan AKP, 2018’de yüzde 43 alabildi.

Parti içi muhalefetin İYİ Parti’yi kurması ile oyları eriyen MHP, özellikle Kürdistan’daki sandık analizlerinin de gösterdiği gibi, AKP’ye gönderdiği ve/veya AKP’nin kaydırdığı oylar ile ancak yüzde 11 alabildi. (Not: HDP için emanet oy tartışması yapılırken, esas “emanet oy partisi”nin MHP olmasını kimsenin görmemesi de başka ilginçlik.)

Erdoğan ve AKP, mevcut ekonomik kriz başta olmak üzere dallanıp budaklanacağı kesin olan yeni krizler karşısında cumhurbaşkanlığını elde ederek yürütme üzerinden kesin bir güç kazanmış gözükse de, özellikle parlamento aritmetiği açısından MHP’yle adeta bağımlılık ilişkisine mahkum hale geldi. Bu durumu Erdoğan bile “Milletvekili dağılımı ve ülkemizin içinden geçtiği durum sebebiyle Cumhur İttifakı’nı Meclis’te devam ettireceğiz” sözleriyle izah etti. Her ne kadar hemen ardından “İttifaklarını pazara kadar sürdüremeyenlerin aksine bu birlikteliğe sahip çıkacağız” gibi bir cümleyle duruma zorunluluk değil de en hafifinden “vefa” kılıfı geçirmeye kalkışsa da “milletvekili dağılımı” gibi bir vurguyla özünde MHP’yle bir ittifaka mahkum olduklarını itiraf etmiş oldu.

Kabinenin şekillenmesinde Erdoğan’ın Bahçeli’yle buluşması bu nedenle boşuna değildir. MHP’ye kabinede profili düşük bir bakanlık ve/veya cumhurbaşkanlığı yardımcılığı verilebileceği gibi, Bahçeli’nin esas olarak bürokrasi atamalarında söz sahibi olmak için bastıracağını söylemek müneccimlik olmaz.

Soylu ve Çakıcı’nın tehditleriniyse Ağar ve Bahçeli denetiminde toplanan faşist çetelerin havlaması olarak görmek gerekir. Soylu’nun HDP ve CHP’ye havlaması bir yandan ve de  özellikle sol-Kürt muhalefetine açık bir tehdit olarak, diğer bir yandan ise Ağar ekibinin Erdoğan’ın için hâlâ işe yaradıklarını gösterme çabası olarak görülmeli.

Çakıcı’nın havlamasını ise bir zamanlar iktidar blokunun parçası olup, şimdilerde muhalif duruma düşmüş kesimlere tehdit olduğu kadar, daha da ötesi bizzat Erdoğan’a Bahçeli’nin tehdit düzeyini göstermesi şeklinde okumak gerekir. Bahçeli seçim öncesinde dayanamayıp “bazı AKP’liler”’in MHP’yi itibarsızlaştırdığını söyleyerek Erdoğan’a havlamış, ancak seçim sonrasında Çakıcı’nın ağzıyla doğrudan Erdoğan’ı hedef almıştır.

İlk krizde MHP’nin AKP’nin karşı safına geçmeyeceğinin garantisi yoktur. 293 vekille kanun çıkarma kapasitesi bile olmayan Erdoğan-AKP’nin, MHP’ye ne kadar taviz vereceği belirsizdir. Bu belirsizliğin seçim öncesinde kendisini göstermesinden dolayıdır ki Erdoğan “koalisyonlara gidebiliriz” açıklaması yapmış, Bahçeli de MHP’nin “kullan at olmadığı”nı söyleyerek karşılık vermişti. Son birkaç gündür İYİ Parti’nin Erdoğan’a karşı yumuşama emareleri göstermesi AKP-MHP ittifakının, pek çok etkenle birlikte, beklenenden daha hızlı dağılması ihtimaline karşılık İYİ Parti’nin bir pozisyon almasının işaretidir. Ancak Çakıcı’nın havlamaları ekseninde düşünüldüğünde AKP-MHP ittifakının dağılması gümbürtüsüz olmayacaktır.

AKP de elbette boş durmamaktadır. Seçim akşamı sokağa inen eli silahlı tipler sevinç gösterisi adı altında bir yanıyla muhalefete bir yanıyla da iktidar kiliğinin MHP+Ergenekon tarafına karşı gövde gösterisinde bulundu. Seçim akşamı dahil bugüne kadar yaşanan benzer çıkışları, iktidar bloğunun hem kendi içine hem de kendi dışına aynı anda belindeki bıçağı gösteren kabadayı gösterisi olarak okumak mümkün. Ancak bu bıçakların yakın zamanda bugün dost görünene saplanması ile ezeli düşmanlara saplanması aynı olasılık içindedir.

Erdoğan’ın şahsında hükümet-iktidar bloğunun esas krizisi ise gittikçe ağırlaşan ekonomik, toplumsal krizler ekseninde kendisini gösterecektir. Yeniden ekonomi bakanı olması muhtemel Mehmet Şimşek son günlerde “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” babında cümlelerle IMF’li veya IMF’siz ağır ekonomik paketi dillendirmeye başladı bile.

Doların seçim sonuçlarına verdiği tepki bile çok kısa sürmüş, enflasyon TÜİK’in tüm çarpıtmalarına rağmen yüzde 15’e yükselmiş, vergiler üzerinden zam yağmurunun ilk damlaları düşmeye başlamıştır. Bu basit veriler ışığında Erdoğan’ın ilk icraatlarının, faturası,  işçi sınıfı ve emekçilere çıkarılacak ağır bir ekonomik programı hayata geçirme kolacağını söylemek gerekir.

Yıkım programını uygulamanın olağanüstü bir saldırganlığı zorunlu kılması nedeniyle OHAL kalksa bile olağanüstülük devam ettirilmek zorunda olacaktır. Bunun da ilk bilgisini Binali Yıldırım 5 Temmuz’da bizzat vermiş durumdadır.

Yıldırım 6 Temmuz’da çıkacak yeni OHAL KHK’sı ile “ihtiyaç varsa olağanüstü haldeki yasal yetkileri normal kanunlara taşıyacağız” demiştir. Meali:  OHAL kalkacak ancak olağanüstü hal  yetkileri olağan hale gelecek!

Nedeni belli olmasa da henüz açıklanmayan bu KHK’nın kendisi yeni krizler yaratacağı gibi esas olarak önümüzdeki dönemde yaşanacak krizlere karşı hükümetin hangi zorbalıklara başvuracağının da göstergesi olacaktır.

Özetle hükümet/iktidar bloğunun, çok ihtiyacı olmasına rağmen,  olağan bir süreci yaratma imkanı ortadan kesin biçimde kalkmıştır. Emperyalizmden dilendikleri para için Mehmet Altan’ın serbest bırakılması gibi kısmi tavizler olacaktır. Ancak iktidar/hükümet bloğunun sınıfsal olarak ürettiği ve de geliştirdiği krizler kısa süreli olağanüstü yol ve yöntemlerle çözülecek durumda değildir. Krizin zamana yayılarak çözülmesi de eskisi gibi işe yarar bir yöntem olmaktan çıkmıştır. Önümüzdeki yakın süreçte geniş kapsamlı yıkım politikalarının en sert biçimde uygulanacağı, bunlara her kim karşı çıkarsa bugünleri de aratacak bir zorbalıkla karşılaşacağı yeni bir düzleme girilmiştir.

Özetle kriz kriz doğurmaya devam edecektir.

Muhalefetin Krizi

CHP’nin krizi 24 Haziran gecesi kendisini göstermişti bile. Miting meydanlarında racon kesen Muharrem İnce, seçim gecesi, en kritik anlarda ortadan kaybolarak yenilgiyi kabul etmiş, ancak ertesi günü insan içine çıkabilmişti. Komplo teorilerini bir kenara bırakacak olursak,  seçime dair çalınan oylar bizzat İnce’nin ağzından meşrulaştırıldığı gibi o geceye dair pek çok karanlık noktanın açıklanması zahmetine girilmeyip, yeni gündemlere yelken açıldı bile.

Seçim yenilgisini, “CHP’den fazla oy aldım” megolamanisine çeviren İnce, “CHP’de liderlik yarışına girmeyeceğim” tükürüğünü beklenenden hızlı yalayarak, Kemal Kılıçdaroğlu’na bayrağı açtı. CHP’nin daha seçim yenilgisinin faturasını kime keseceğini belirleyemeden erken bir kurultay girdabına girmeye başlayıp, zaten uzak durduğu kitlelerden bir kaç adım daha uzaklaşarak, kendi krizleriyle boğuşur hale gelme ihtimali güçlüdür.

Seçim akşamı aslında CHP’nin temel krizinin kitlelerle olduğunu bir kez daha göstermiştir. İnce’nin toplamda 10 milyona yakın kişiyle yapılan İzmir, Ankara, İstanbul mitinglerini bu satırların yazarı dahil hemen herkes yanlış okudu. İnce’nin mitinglerindeki kalabalık Erdoğan’ı en azından ikinci tura zorlayacak bir seçmen kitlesi olarak yorumlandı. Bu kitleler mitinglerin yapıldığı illerdeki muhalif kitle potansiyelini değil, genelde CHP’nin sokağa çıkan, çıkmaya hazır kitlesinin göstergesiydi.

İzmir bu anlamda çarpıcı bir örnektir. İzmir’de 2017 referandumundaki hayır oyu yüzde 68’ken, 2018 Erdoğan karşısında blok oy toplamı (İnce, Akşener, Demirtaş’ın toplamı) yüzde 66 çıktı. İzmir’deki oy oranlarında Erdoğan karşıtı blok yüzde 2’lik bir düşüş yaşamıştır. İzmir, Ankara, İstanbul’daki mitinglerindeki kitle bu bağlamda dip dalgasının göstergesi değil zaten elde mevcut olanın görünür haliydi sadece.

CHP tıpkı referandumda olduğu gibi sokağa çıkmaya meyletmiş, hatta bazı yerlerde çatışmayı dahi göze almış kitle tabanından 2018 seçimlerdinde de ürktü. Devlet aklı ve yeteneği güçlü olan ve yıllarca da bu gücü kullanan-pekiştiren CHP, kitlesine sadece ve sadece devletin şekillenmesi için oy deposu görmek dışında bir işlev biçmediğini bu defa da tanıtlamıştır.(**)

CHP’nin sokağa inen, inmeye hazır kitlesini seçim akşamı satmasının bedelleri elbet olacak. Bu bedellerin başında CHP’nin (gözüken ilk seçim olan yerel seçimde) hatırı sayılır bir oy kaybı olasılığıdır. İkinci bir olasılık da birbiriyle paralel gidecek iki parçayı içermektedir. İkinci olasılığın bir parçasında muhalefet odağı olarak CHP’li gençlerin devrimci yapılara doğru akma eğilimine girmesiyse, diğer bir parçası da orta yaş tabanın, özellikle ortaya çıkacağı kesin yeni zorbalık düzleminden korkup, geri çekilmesidir. Elbette bu olasılıkların kesin olmadığı gibi krizin geldiği düzey bakımından çelişik olarak farklı süreçleri bağrında taşıyacağını da akılda tutmak gerekir.

HDP bağlamında özel bir krizden söz etmek elbette şu an için mümkün değildir. Son 3 yılda her türlü zorbalığın, şiddetin, zulmün, aşağılamanın hedefindeki HDP, özel olarak seçim sürecinde yaşadığı tüm olumsuz şartlara rağmen Kürt halkı ve sol-sosyalist kesim tarafından Meclis’e taşınarak, faşizmin böğrüne sağlam bir yumruk vurmayı başarmıştır. Soylu’nun Pervin Buldan’ı arayıp salyalar akıtarak tehditler savurması, böğürmesi midelerine yedikleri yumruğun acısını çıkarmanın çabasından da kaynaklıdır.

Kürt halkının ve sol-sosyalist kesimin önünde daha da zorlu bir süreç olduğu kesin. Asıl bundan sonraki bu zorlu süreçte HDP’nin ne yapacağı belirleyici olacaktır. 2015 Haziran seçimlerinden sonra HDP’nin içine düştüğü parlamentarizm budalalığının tekrararlanması vahim ve affedilmez bir yaklaşım olacaktır. Başkanlık sistemiyle burjuva parlamentonun son kırıntıları da ortadan kaldırılmışken kendisini parlamentoya hapsetmek, geri dönüşü zor bir yola girmek anlamına gelecektir.

HDP’nin Meclis’te neleri yapıp yapmayacağı noktasında bugüne kadar resmi bir açıklama yapmaması en iyi niyetle seçim sürecinin de getirdiği bir dinlenme hali, Meclis’te ortaya çıkan tabloyu anlamak, yorumlamak için harcanan bir zaman olarak düşünülebilir. Eğer böyleyse bu süreçten çıkıp hangi durumlarda neler yapacağını dosta düşmana ilan edilmesi gerekir.

Mesele dokunulmazlıklar olduğunda Meclis’in faşist bir blok olarak nasıl birleştiği; burjuvazinin HDP’li vekilleri kendi kanunlarını çiğneyerek zindana nasıl attığı; sadece  HDP’de siyaset yapmanın ağır bir bedeli olduğu artık kesin biçimde ortadayken; HDP’nin gelişmelere anlık tepkiler üzerinden yürüyen bir siyasal çizgi izlemeyi aklından bile geçirmemesi gerekir.

Süleyman Soylu’nun faşist kudurganlığına karşı verilen tepki bile önümüzdeki sürece dair kötü bir ipucudur. Soylu’ya aynı şiddette karşılık vermek yerinde “kanunlarla kurulmuş partiyiz, seçilmiş vekilleriz” minvalindeki açıklamalarla, kanunlardan-mahkemelerden medet uman  bir siyaset hattı gütmenin getireceği bedeller daha da ağır olacaktır.

HDP, hiç vakit kaybetmeden Meclis çalışmalarının tali olduğunu, esas çalışmanın kitlelerle yapılacağını ilan etmelidir. Keza Ahmet Şık’ın İstanbul’dan, Veli Saçılık’ın Ankara’dan aday olmasına rağmen kendi seçim bölgelerinden çıkıp neredeyse il il dolaşmaları; aday olmadığı halde ve esas seçim bölgesi Diyarbakır’da çalışmak yerine İzmir ve Manisa’dan çıkmayan Ziya Pir’in tutumu, HDP’nin bundan sonraki süreçte izleyeceği temel siyaset hattının kesin bir  göstergesi olmalıdır.

Parlamentodan kafasını çıkar(a)mayan, özel anlar, olaylar dışında kitlelerin yanında ol(a)mayan bir siyaset hattı her şeyden önce işlevsiz olacaktır. HDP, parlamentodaki işlerini götürecek gerekli en az sayıda vekili Meclis’te tutup diğer tüm vekillerini, hele hele giderek artan bu kriz döneminde, kitlelerin hemen yanı başında tutmak zorundadır.

Sol-sosyalist cenahta sokak vurgusu son günlerde pek sık yapılmaya başladı. Bu vurgu rejimin burjuva siyaset araçları ile değişmeyeceğinin kavranması bakımından kayda değer bir bilinç durumudur. Ancak “sokakta çözüm” arayanların sokağı nasıl algıladıklarından, sokağa dair ne önerdikleri konusuna kadar ciddi ve de tehlikeli kafa karışıklığı vardır. Daha kötüsü, bilinç bir tarafa bir düşünce boşluğu  sözkonusudur.

Kaldı ki deneyimler de göstermiştir ki üretim ve yaşam alanlarındaki ısrarlı bir kitle çalışmasıyla birleşmeyen bir sokak vurgusunun soluğu da haylı kısadır. Bu açıdan da sokak diyenin aynı zamanda fabrika, yerleşim alanları, emekçi evleri… de demek zorunda olduğu açıktır. .

Şu an için henüz sokak fetişizmine dönüşmese bile sokağa işaret edenlerin sokak ile algıladıkları Gezi/Haziran İsyanı’nın sınırlarını henüz aşamıyor. Gezi/Haziran İsyanı’nın tüketilip nostalji nesnesi haline gelmesi bir yana Türkiye’de ikinci bir Gezi/Haziran İsyanı ol(a)mayacağı en başa yazılmalıdır. Neden?

Çünkü iktidar bir ucu ağır çatışmaları içeren,  diğer bir ucu da eğlenceyi barındıran yeni bir Gezi/Haziran İsyanı’na izin verecek bir düzlemde artık değildir, olmayacaktır. Gezi/Haziran İsyanın’da olduğu gibi çatışmaları içermekle birlikte “bir umut” düzenin değişmesi için sokağa çıkanların üstüne bu defa gazdan daha fazlası sıkılacaktır. Bu resmi üniformalılar eliyle yapılacağı gibi sivil faşist güçlerin daha fazla dahil olacağı bir süreç olarak yaşanacaktır.

AKP eliyle belirli düzeye getirilen faşist milislerin 24 Haziran akşamı sokağa çıkarak havaya ateş etmesi sadece görgüsüz bir sevinç kutlaması değil, sokağı hedefleyen muhaliflere de işaret eden bir güç gösterisiydi. Bu gösteriyle Gezi-Haziran İsyanı’na da işaret edilmek istendiği açık. Aynı şekilde özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra Kürt illerinde tırmanan faşist zorbalığın esas hedefi Kürt halkını zaptetmekse, diğer hedefi de Türkiye’de sokağa çıkacaklara gözdağı vermekti.

Bundan sonra sokak, “kaskını çıkar delikanlı kim balakım” naifliğinin çok ötesinde bir gözüpekliği, örgütlenmeyi gerektirmektedir. Anlık ve de büyük kitlesel patlamalar hariç, en azından örgütlü, planlı ve de talepli bir düzlemde sokağı örgütmek yerine, insanlara kurşunların karşısına savunmasız çıkmayı öneren bir sokak çağrısının sonuçları çok vahim olacaktır. Savunmasız ve örgütsüz şekildeki sokak çağrıları maceracılık bile denilmeyecek sorumsuzluk olarak, şimdiden önü alınması gereken çağrılar olarak karşımızda durmaktadır.

Önümüzdeki yakın süreç çok şiddetli olaylara gebedir. Türkiye’de en başta ekonomik olarak kapitalizmin ürettiği krizin boyutu, siyasal olarak rejim krizinin geldiği noktaları iki kelime, ile tanımlanabilir: Sıkışma ve patlama

2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi faşist rejimin yeni bir perdesini açmıştır. Ancak yeni faşist düzlem bir yandan 12 Eylül faşizmini mumla aratacak düzeyde iken, pek çok noktada 12 Eylül faşizminin rahatlığını da aynı mumla arayacak düzeydedir.

Bugün OHAL’i kaldırarak yeniden “demokrat” pozlarına bürünen hükümet, işler sarpa sarınca en başta kitleleri zapt etmek için provokasyon yoluyla sıkıyönetimi getirebileceği gibi, 15 Temmuz darbesinin esas durduranı olan ordu yeni bir darbeye de yönebilir. Geri çekildiği sanıldığı bir anda kitleler gözüpek çıkışlar yapabileceği gibi, faşist zorbalığın boyutlarına bağlı olarak daha da geriye çekilebilir. Ancak her zaman ve her yerde olduğu gibi bu sürecin nihai sonucunu başta burjuvazi ve proletarya olarak sınıflar ve bu sınıfların bilinç ve örgütlenme düzeyi belirleyecektir.

Şimdilik kaydı ile tarih güncel olarak burjuvaziden yana ağır basmaktadır. Ama yine tarih göstermiştir ki burjuvazinin en acımasız olduğu dönemler onun alaşağı edilmesinin tarihsel koşullarının da yaratıcısı olmuştur. Bu tarihsel-güncel koşulları görmenin, anlamanın, yakalamanın ve de en önemlisi müdahale etmenin ilk ve temel yolu da tarihe-güncele proletaryanın ekseninden bakmaktan geçer.

Bunun aksini düşünmek yok olmaya eş değerdir.

-Bitti-

*Piruz Zaferi: Milattan Önce Epir Kralı Pirus’un kendisinden güçlü Roma Ordusu’nu kendi ordularını da yok edecek düzeyde ele ettiği zafer. Kazancın büyük kayıplar pahasına elde edildiği durumlar için kullanılır.

**Tanıt: Aksi ispatlanamayacak kanıt.

 

Ayrıca Kontrol Et

Öğretmenler: Bu ÖMK’yı Kabul Etmiyoruz

Öğretmenlerin haklarını ve taleplerini içermeyen Öğretmenlik Meslek Kanunu’nun Meclis açılışının ardından yeniden görüşülmeye başlanmasına karşı 6 eğitim sendikası MEB önüne siyah çelenk bırakarak nöbet eylemine başladı