H. Eralp
Marks ve Engels, Alman İdeolojisi yapıtlarında, “Zamanımıza kadarki bütün tarihsel gelişmeden çıkan şudur. Her tarihsel çağda özgür olmuş kişiler daha önceden varolan ve kendilerine verilmiş varlık koşullarını geliştirmeye devam etmekten başka bir şey yapmadılar“ derler. Burada “kendilerine verilmiş varlık koşullar”dan kasıtları, bireylerin üretim araçları karşısındaki konumlarıdır. Bu konumlarına göre hangi sınıftan oldukları ve hangi yaşam koşullarına sahip olduklarıdır.
Aynı yapıtta, “İşte şimdiye kadar kişisel özgürlük denilen şey, belirli koşullar içerisinde raslansallıktan rahatça yararlanabilme hakkıdır “diyerek bunu, “Bu varlık koşulları, doğaldır ki, her dönemin üretici güçlerinden ve karşılıklı ilişki tarzlarından başka bir şey değildir” belirlemesiyle birleştirirler.
Burada aslında özgürlük meselesinin kavranışında bir pencere açarlar. Onun bireyi belirleyen koşullarla ve koşulların belirlediği ideolojiyle bağlantısını kurarlar. Biz bundan çeşitli bilinç durumlarının, özgürlük anlayışlarının temelini oluşturan ve belirleyen şeyin sınıfların kolektivizmle (ortaklaşacılıkla) olan ilişkileriyle paralellik taşıdığını da anlarız.
Alman İdeolojisi yapıtından gittiğimiz için örnekler de bu doğrultuda olacaktır. Devam edersek… Ortaklaşacılık konusunda şunları belirtirler. “Ancak (başkaları ile) ortaklaşalık halindedir ki, her birey kendi yetilerini her doğrultuda geliştirmek çarelerine sahip olur; kişisel özgürlük, ancak, yalnız ortaklaşacılık içinde olanaklıdır”. Burada insanlar arasındaki zorunlu ortaklaşacılıktan yani komünal toplumdan ve bu toplumdaki özgürlükten, insanın gelişiminden bahsederler.
Devamındaysa sınıflı toplumlarda özgürlük ve insani gelişimin sınırlarına, sınıfsal konumla özgürlük arasındaki dolaysız ilişkiye vurgu yaparlar. Bunu “Şimdiye kadar yaşananmış olan ortaklaşacılıkların yerine geçenler içinde, devlette, vb., kişisel özgürlük, ancak egemen sınıfın koşulları içinde gelişmiş bireyler için ve yalnızca bunların bu sınıfın bireyleri olmaları ölçüsünde vardı” şeklinde ifade ederler.
Sınıflı toplumlarda kişisel özgürlüğün egemen sınıf olmak yani elinde mülkiyet bulundurmakla tanımlanmış olduğunu ifade ederler. Devamında, bu özgürlüğün egemen sınıfın temsilcilerinin özgürlüğü olduğunu ve yine onların “zinciri” haline geldiğini ifade ederler.
Devamla sınıflı toplumlarda sömürme ve egemenlik kurma özgürlüğünü elinde tutan mülk sahibi kesimlerin aynı zamanda o özgürlüğe yabancılaştıkları, kendi sınıfları içindeki rakiplerine karşı sürekli tetikte oldukları ve bu halle aslında özgürlüğün kendileri için bir zincire dönüştüğünü ifade ederek, gerçek özgürlüğü anlatırlar: “Bireylerin daha önceleri meydana getirmiş oldukları görünüşteki ortaklaşacılık, o bireylere karşı daima bağımsız bir varlık kazanmıştı ve aynı zamanda, bir başka sınıfın karşısında bir sınıfı temsil etmesinden dolayı, egemen sınıf için, ancak hayali bir ortaklaşacılığı, ama yeni bir zinciri temsil etmiştir. Gerçek ortaklaşalıkta, bireyler ortaklarıyla birlikte, aynı zaman içinde, bu ortak sayesinde ve bu ortaklıkta kendi özgürlüklerini elde ederler, ama onların kişilikleri, baştan aşağı belirli olan sınıf ilişkileriyle koşullanmıştır…”
Birey hangi sınıftansa kişiliğinde şekillenecek davranışlar da, insanlarla olan ilişkisi de sınıfına uygun olacaktır.
Sınıfların var olması özgürlük getirmez; çünkü sınıflı toplum demek en basit tanımlamayla, çok sömüren-daha az sömüren/sömürülen şeklinde budaklanacak bir piramit demektir. Sınıflı toplumlarda demokrasi ya da özgürlük ancak güçlü olan sınıfın çıkarları için vardır. Bu açıdan da biçimi ne olursa olsun egemen olmayan sınıflar açısından bir yanılsamadan ibarettir. “O halde, görünüşte, bireyler burjuvazinin egemenliği altında öncekinden daha özgürdürler, çünkü onların varlık koşulları, onlar için raslansaldır; kuşkusuz gerçekte ise, daha az özgürdürler, çünkü nesnel bir güce daha fazla bağımlı durumdadırlar. (Aynı yapıttan).”
Bu yaklaşımdan yola çıkarak, özgür olduğunu sanan ve esasında büyük bir yanılsama içerisinde olan küçük burjuvalara bir göz atalım… Küçük burjuvalar kendilerini burjuva sınıfından daha özgür sanabilirler. Onlara göre patron takımı açgözlü, doymak bilmez bir canavardır ve incelikten yoksundur.
Sabit bir çizgileri olmayan oportünist küçük burjuvalarımız, böylece kendilerini idealize ederler, tanımlamaya çalışırlar. En duyarlı, en hümanist, en farklıdır onlara göre kendileri. Özel yanları vardır!
Özgürlüğü fetişleştirmek hoşlarına gider.
Onlardaki bu burjuva karşıtlığı aslında yalnızca kendi yanılsamalarından ibarettir. Nitekim kişiliklerinin derinlerine bakacak olursak sınıf atlama arzularını görürüz. Bu arzularını kimi zaman gizleseler de; hazcı yaklaşımları, postlarına olan düşkünlükleri ve bulanık kafalarından pratiklerine yansıyan davranışları onları ele verir.
Emekçi sınıflar lafazanları elbette tanıyacaklardır, sınıf savaşı açısından bu kaçınılmaz bir olgudur.
Sürekli yalpalayan küçük burjuvaların bir kesimi de kimi zaman devrimci kesilirler. Onların bu konudaki yönelimlerini-yapıp ettiklerini faaliyet sayarsak eğer karşımıza dar pratiklerin dışına çıkamayan grupçuluk, hizipçilikten öteye gidemeyen bir ruh hali çıkar. Nerede popülist eğilimler varsa en çetin mücadelelerin ruhunu kirleterek, çıkacak bir delik bulurlar. İç çelişkilerinin sonucu olarak yöneldikleri bu faaliyetleri lafazanlıktan ileri gidemez. İç çelişkilerini gidermeye çalışırlar, fakat karambolde ve girdapta boğulurlar. Günümüzün post-modern eğilimleri perspektifinden bakarsak yine gerici bir tarafta saf tutarlar, yabancılaşmaya ve yozlaşmaya açıktırlar.
Engels’ten bir alıntıyla devam edelim…
“Emekçilerin ruhsal durumları çok heyecan yaratan durumlarla yüz yüzedirler; av hayvanı gibi avlanırlar ve bir parça huzur içinde yaşayıp hayatın tadını yaşamalarına izin verilmez. Cinsellik ve sarhoşluk dışında hayatın tüm zevklerinden yoksun bırakılırlar; her gün zihinsel ve bedensel enerjileri tükenene dek çalıştırılırlar ve o nedenle ellerinin altındaki bu hazlara delice kışkırtılırlar. Bütün bunların üstesinden gelebilirlerse işsizliğin mağduru olurlar; o zamana kadar ellerine lütfedilmiş her şey ellerinden gider. (İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu)“.
Küçük burjuvaların olanakları da sınırlı olduğundan tüketebilmenin hazzına yeteri kadar ulaşamazlar. Belki bir proletere göre daha fazla boş zamana ve imkanlara sahip olabilirler. Fakat onlar da tıpkı proleterler gibi ellerinin altına olana karşı fazlasıyla kışkırtılırlar. Entelektüel hazza, boş hayalciliğe, maceracılığa idealistçe tutunurlar. Sistemin hukukunun yarattığı sonuçlar da bu bireylerde hep bir umutsuzluk, bunalım ve intiharlara yol açar, işte o zaman sağlam bir şekilde yere çakılırlar.
Kapitalist sistem insanın hayallerini, arzularını, düşlerini ele geçirdiğinde orada insan yoktur işte, yalnız metalar vardır.
“Küçük-burjuva bireyciliğinin kişilik karşısındaki tutumu, bu bireyciliğin ikiyüzlülüğünü ve sahtekârlığını tamamen ortaya koymuştur. Küçük burjuva düşüncesi, genellikle, kişisel güçlerin ve yeteneklerin normal gelişmesini köstekler ve bozar. Burjuva devletinde, kişiliğin gelişmesi karmaşık bir ulusal çıkarlar ve sınıf çıkarları baskı sistemi ile sınırlandırılmıştır. Bu sistemin hedefi, insandaki toplumsal hayvana has özellikleri geliştirmektir. Ama vardığı sonuç tersinedir. Gerçekte insanların çoğu bir azınlığa boyun eğen kuzu gibi hayvanlar haline gelir ve bu azınlığın çoğunluğu ezmesini kolaylaştırır. (Maksim Gorki, Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi.)”
Küçük burjuvalığın bu özgürlük yanılsaması mevcut sistemi besleyeceğinden; sosyalist devrimin önünde bir engeldir.
Buna rağmen toplumsal sıçramalarda ve ayaklanmalarda etrafını görebilme, başını kaldırma durumu da oluşur.
Neoliberalizmin saldırıları küçük burjuva ideolojisinin işçi sınıfının içerisinde ve yoksul gençliğin içerisinde etkinleşmesinin olanaklarını yaratmıştır. Toplumsal atılımlar, kötü eğitim koşulları, barınma imkanlarının yetersizliği, açlık, öğrenci işçilik gibi durumlarla karşı karşıya bulunun milyonlarca genç var. Bu nesnel koşullar da onların sadece fiili değil, bilinçsel anlamda da proleter ideolojiye açık hale getirir. Aynı şey her geçen gün daha fazla metalaştırılan, kendilerini ifade edecek alanları sınırlanan kadınlar ya da sınıfsal anlamda giderek ayrışan ezilen uluslar açısından da geçerlidir. Yaşam koşulları ve nesnel sınıfsal gerçek onların da etraflarına sınıfsal bir pencereden bakma olanağı yaratır.
Toplumsal atılımlar ve ayaklanmalar, kaybedilen insani değerlerin tekrar kazanılmasına, dahası toplumsallaşmasına olanak yaratır, ezilenlerin zincirlerinden kurtulabileceğini umut edebilmelerini sağlar.
Gerçek şudur ki, özgürlük yanılsamasına kapılmış bu burjuva ideolojisinin peşinden gidenler aslında Avusturalya’nın yerli halkları olan Aborjinlerden ve dünya üzerinde kapitalist mülkiyet ve meta ilişkilerinin bulaşmadığı halklardan daha köledirler.
Eğer gerçek bir özgürlük yönelimi bulamazsak, bu uğurda yaşamımız boyunca gerçekleştireceğimiz tüm etkinlikler oyalanmanın ötesine geçemez. Onlar bir süre sonra tüketilen etkinlikler haline gelirler, içeriği boşaltılmış faaliyetler olurlar. Bizler yabancılaşmış tüketiciler haline geliriz. Her şey içtenliğini yitirir, samimiyetten söz edemeyiz ve bu durum nesnelerin özneleri yönettiği, şeyleştirdiği bir anlama denk düşer. Kapitalizm doğayı, insanlığı mikro düzeyden makro düzeye yok eder.
Komünistler için özgürlük yücelik niteliğindedir. Komünistler özgürlüğe değil özgürlük kavramını kirletenlere karşıdır. Komünistler idealistçe çilecilik tutkunu değillerdir. Özgürlüğün zorunluluk ilişkisine bağlı olduğunu ve zihnin tasavvurunun ve yöneliminin sonucu olarak özgür olduklarını bilirler. Bedenleri tutsak alınsa da düşlerinin esir alınamayacağını bilirler.
Komünistler sermayenin tüm zenginliklerine rağmen onların sahip oldukları değerleri satın alamayacakları bir özgürlüğü haykırırlar, işte bu yüzden komünistler için özgürlük yücedir.