İlhan Uzgel
Trump’ın NATO zirvesinde müttefiklerine ve özellikle Almanya’ya karşı artık alışıldık bir şekilde sert çıkması, AB’yi düşman olarak tanımlaması, ardından Çin’e ve AB’ye karşı çok sayıda üründe gümrük vergisini artırmaya başlaması kafa karıştırıcı bir durum yaratmaya başladı. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu gelişmeleri Trump’ın kişiliğine indirgemenin, bir tür siyasi magazine kaymanın yararı yok. Çünkü böyle bir bakış bu ciddi dönüşümün dinamiklerine karartma uygulamamızla sonuçlanıyor. Küresel siyasette bir dönüşümün içine doğru giriyoruz ve Amerikan sistemi bu dönüşümü Trump üzerinden ve onun aracılığıyla gerçekleştiriyor. Tabii bu arada Trump’ın kendisine özgü kaba saba siyaset yapma tarzında aşırılıklara kaçtığı oluyor ama odağımızı bu yaşanan sürecin içinde tutmakta fayda var.
Bu yazıda 1980’den beri uygulanan neoliberal dönemin 1990’larda küreselleşmeyle birlikte aldığı biçimin ABD tarafından bir revizyona tabi tutulma aşamasına geldiğini, bunun bir kırılma sürecine işaret ettiğini göstermeye çalışacağım.
İKİ ÖNEMLİ DÖNÜŞÜM
Bunu yapmak için çok kısa bir şekilde bugünkü küresel düzenin gelişimine değinmek gerekecek. İkinci Dünya Savaşı biterken Bretton Woods’ta kurulan düzen gerek ABD dışındaki dünyanın yıkım içinde olması, gerekse Sovyet modelinin başarılı görünmesi nedeniyle devletçi temeller üzerine kuruldu. Batı’da sosyal refah devleti, gelişme olan ülkelerde ise devletçilik şeklinde belirlenen bu modelde, finansal hareketler kısıtlanmış (yani sıcak para dolaşımı engellenmiş), ulusal ekonomiler gümrük duvarlarıyla korunmuş ve sosyal devlet anlayışıyla işçilerin konumunda iyileştirmeler sağlanmıştı. Kapitalizmin 1970’lerdeki kriziyle baş edebilmek için bu kez ABD ve İngiltere’de geliştirilen ve uygulamaya konan neoliberal modelle bu ilkeler tamamen tersine çevrilmiş, IMF gibi kurumlar aracılığıyla çevre ülkelere yaygınlaştırılmış, Doğu Blokunda reel sosyalizm çökünce tepeden inme bir şekilde bu coğrafyaya da empoze edilmişti. Günümüzde ise kapitalizmin 2008’de içine girdiği krize ve ABD hegemonik pozisyonundaki sıkıntılara ABD’nin tek başına cevap aramaya çalıştığı görülüyor.
KRİZ, TRUMP VE YENİ SİYASETİN YÜKSELİŞİ
Neoliberal küreselleşmenin işleyişinde kapitalizmin kendisine özgü çelişkilerinin giderek ağırlaşması nedeniyle sorunlar yaşanıyor. Bu yüzden öyle görünüyor ki, ABD bir süredir bir arayış içinde. Bir defa 2008 krizini atlatmak için devletin bazı şirketlere kaynak aktarması, alt yapı yatırımları aracılığıyla para akıtması ve faizleri indirmesi dışında etkili ve kalıcı bir çözüm üretilemedi. ABD sistemi şimdi neoliberalizmi ve küreselleşmeyi revize ederek bu sıkışıklığa çözüm aramaya çalışıyor. İkincisi, ABD hegemonyası, kapitalizmin kriziyle birlikte zor bir dönemece girmiş durumda. ABD artık Çin’in yükselişini istediği gibi kontrol edemiyor ve bunun için zaman geçmeden önlem almak zorunda. Üçüncüsü ise, alt ve orta sınıfların sisteme yönelik şikayet ve memnuniyetsizlikleri birikiyor.
İşte Trump tam bu kritik bağlamda, seçimleri, küreselleşmenin temsilcisi olarak görülen Hillary Clinton’a karşı, küreselleşme karşıtı bir söylemle kazandı.
TRUMP’TAN BEKLENEN
Trump ne yaparsa yapsın kapitalizmin yapısal ve küresel sorunlarına çözüm getirme imkanı bulunmuyor. Ama şimdiye kadar olduğu gibi kapitalizme içkin çelişkileri giderecek, maliyetleri diğer bölge ve ülkelere aktaracak ötelemeye dayalı ara çözümler denemeye başladı. Trump yönetimi bunu yapmak için seçildi ve bu yönde kendisinden beklenenleri büyük ölçüde yerine getiriyor. Trump’ın seçim kampanyası sırasında başlayan küreselleşme karşıtı söylem ve bunun topyekün olmasa da seçmeci bir şekilde uygulanmaya başlaması birçok açıdan çok işlevsel. Trump’ın siyasal söylemi serbest ticaretin ve ticaret anlaşmalarının işsizliğe neden olduğu, bunun liberal elitlerin projesi olduğu ve Amerika’yı zayıflattığı iddiasına dayanıyordu ve neredeyse son yirmi yıldır ücretlerinde bir artış olmayan, esnek ve güvencesiz işgücüne mahkum olan kesimlere çok cazip gelmişti. Bu söylem sorunu neoliberalizmin kendisinden uzaklaştırıp göçmenlere, Çinli, Meksikalı işçilere yönelterek dışsallaştırmaya yarıyor, sonuçta kapitalist sisteme yönelecek tepkiyi bu sağ popülist söylem aracılığıyla dışarıya kanalize ederek çalışan ve işsiz kesimleri sistem içinde tutmaya yarıyor. Bütün bu söylem alt ve orta sınıfların içini soğuturken, Trump yönetimi bir taraftan da şirket vergilerini indiriyor ve imkanı olmayanların sağlık hizmetlerinden yararlanmasını zorlaştırabiliyor. Washington’daki elitlerden yakınırken finans kapitale hiç dokunmuyor hatta 1980’lerden beri oluşmuş geleneği sürdürerek Goldman Sachs finans şirketinin iki yöneticisini yönetime alabiliyor. O yüzden bu seçmeci revizyon şimdilik alt sınıfların kızgınlığını yatıştırma konusunda işe yaramış görünüyor.
BİR TİCARET SAVAŞI MI?
Bir yönüyle evet. Amerikalı yetkililere göre ticaret savaşı zaten her gün yaşanıyor. ABD 1970’lerden beri dış ticaretinde açık veriyor ve özellikle geçen yıl 375 milyar dolara ulaşan Çin’e karşı verilen bu açık istikrarlı bir şekilde devam ediyor. ABD gümrük vergilerini yükselterek olası bir ticaret savaşından, kendisi bir miktar zarar görse de, Çin’in büyümesini yavaşlatacak bir sonuç çıkarma peşinde. Bu şekilde hem ticaret açığını bir ölçüde kapatacak hem de hegemonik pozisyonunu güçlendirmiş olacak.
Bunun bir diğer ayağını ise müttefikleri oluşturuyor. Burada da ABD bir yandan küresel kapitalizmin koruyuculuğundan kaynaklanan maliyeti müttefiklerinin de üstlenmesini isterken, yine Çin ile olduğu gibi Almanya ile yaptığı ticarette verdiği açığı azaltmaya çalışıyor.
Eğer ABD bu dönemde bu hamleleri yapmazsa ileri bunlar için çok geç olacağını hesaplıyor ve önlemini şimdiden almaya çalışıyor. Geçmişte 1980’lerde mali olarak müttefiklerini paralarını değerlendirmeye ve böylece ihracatlarını azaltmaya zorlamış, 1990’larda Japonya’yla çok sayıda anlaşma imzalayarak dış ticaret açığını azaltmaya ve bu ülkeye ihracatını artırmaya çalışmıştı.
Çin’in ABD ile ilişkiler konusunda Japonya’ya hiç benzemediği ortada. Çin bir yandan ABD ile bu konudaki görüşmelerini sürdürürken, öte yandan böyle bir ticaret savaşına hazır olduğunu ilan ediyor ve benzeri önlemleri almaya hazırlanıyor. Yine AB de, tıpkı Çin gibi ABD ürünlerine ek gümrük vergileri koymaya başladı.
ABD’nin bu konudaki bir başka sıkıntısı ise, kendi bıraktığı boşluğu diğerlerinin doldurması ihtimali. Örneğin, Trump söz verdiği gibi Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı anlaşmasından (TTP) çekilince, geride kalan 11 ülke görüşmeleri ABD olmadan sürdürmeye başladılar. Yine AB, geçen hafta içinde Japonya ile dünyanın en büyük serbest ticaret anlaşmasını imzaladı.
ABD HAMLESİNİN BAŞARI ŞANSI VAR MI?
ABD küresel sistem içindeki konumunu kullanarak bu riskli hamleden hegemonyasını güçlendirerek çıkacağını düşünüyor olmalı. Ama 1980’de neoliberalizm ve 1990’larda bu modeli yaygınlaştıran küreselleşme süreci hayata geçirilirken müttefik ülkelerin hakim sınıflarıyla uzlaşı içinde hareket etmiş, onlar da bu dönüşümden faydalanmışlardı. Günümüzde ise ABD tekil bir şekilde, bir yandan Çin’i ekonomik olarak sıkıştırmaya çalışırken, aynı anda Avrupa’daki müttefikleriyle sorunlu bir ilişki dönemine giriyor. Küreselleşmeye yönelik bu revizyonu belli ki müttefikleriyle birlikte değil, onlara rağmen hayata geçirmeye çalışıyor. Başarılı olursa, ABD hegemonyasının ömrünü uzatabilir ve Çin’i uzun süre baskı altında tutabilir. Başarısız olması durumunda ise ABD hegemonyasında ciddi bir gerilemeye yol açabilir.
Gazete Duvar