Ümit Akçay
2002-2018 arası AKP hükümetlerini iki dönemde incelemek oldukça yaygın. Bu yaygın dönemlendirmeye göre 2002 ile 2008 krizi arası ilk dönemde, demokratikleşme ekonomik büyüme ile el ele gitti. Yine bu yaklaşıma göre 2008 sonrası, özellikle de 2010 referandumu sonrasında AKP yönetimi otoriterleşmeye başladı; geçen yılki referandum ve 24 Haziran seçimleri ile birlikte tek adam rejimine geçildi. Bu tip yakın tarih okumaları pek çok açıdan eleştirilebilir. Ancak bu yazıdaki konumuz açısından en büyük eksiklik, bu dönemlendirmeyi kullanan analizlerin iki dönem arasındaki ilişkiyi ve ilkinden ikinciye dönüşümün nedenlerini ve bu dönüşüm nasıl gerçekleştiğini yeterince açıklığa kavuşturamamalarıdır.
Ne oldu da ekonomik büyümeyi getiren ve ülkeyi (sözde) demokratikleştiren AKP birdenbire otoriterleşti ve sonra rejim değişimine kadar varan bir tek adam yönetimi geldi? İkinci AKP, ilk AKP’den bir “sapma” mı? Yoksa ikinci AKP ilk AKP’nin “özü” mü? Her iki dönem, sınıfsal güç dengeleri açısından bir farklılığa mı işaret ediyor? Her iki dönemdeki devletin içsel yapılanması nasıl değişti? Bu tip sorular çoğaltılabilir, çoğaltılmalı da. Bu yazıda, doğal olarak, tartışmaya nihai bir nokta koyma iddiası yok. Aksine tartışmayı daha da açmak için bir düşünce egzersizi ile “buraya nasıl geldik?” sorusunun olası yanıtlarından bazılarını gündeme getirerek, Türkiye’deki değişimin, dünyada Türkiye’ye benzeyen ülkelerdeki değişimle benzerliğine işaret edeceğim.
İLK AKP: PİYASA OTORİTERİZMİ
2002-2007 arasındaki ilk AKP hükümeti, yukarıda belirttiğim dönemlendirmeye göre, vesayet sisteminin geriletilmesi ve sivilleşme süreçleriyle birlikte demokratikleşme dönemi olarak adlandırılmaktadır. Ancak, yine aynı dönem, sert bir neoliberal ekonomik programın uygulanmasına şahit olduk. Emek piyasalarının esnekleştirildiği, sendikalaşma oranının azaldığı, yüksek işsizliğin kalıcı hale geldiği, özelleştirmelerin hayata geçmeye başladığı bir program uygulamada idi. Bu program, aynı zamanda sosyal ve finansal içerilme gibi telafi mekanizmaları eşliğinde hayata geçti.
Bu dönemin bir diğer ayırt edici unsuru, ekonomi politikalarının kural temelli olarak yürütülmesi ve siyasi iradenin ekonomideki hareket alanının kısıtlanmasıdır. Bağımsız düzenleyici kurumlar ve özellikle merkez bankası bağımsızlığı, ekonomi yönetimin siyasi iradeden ayrılığı teknokratik bir yapının temel köşe taşları idi. Bu bağlamda ilk AKP, iktidarda kalabilmek için ekonomide kendi hareket alanını daraltacak bir devlet mimarisi inşasının aktörü olmayı kabullenmiştir.
Bunun en önemli nedeni, siyasi iktidarın anahtarının, ekonomi yönetimini neoliberal teknokrasiye devretmek olduğunu görmesidir. Bunun nedenlerinden biri, ekonomi yönetiminin siyasetten ayrıştırılmasının, uygulanmakta olan IMF programının temel felsefesi olmasıdır. İkincisi de Avrupa Birliği ile uyum sürecinin, yine teknokratik ve kural temelli ekonomi yönetimini gerektirmesidir.
Kısacası, AKP’nin ilk dönemi, karar alma süreçlerinden emeğin sistematik bir şekilde dışlandığı ve yeni teknokratik devlet yapısının büyük sermayenin ayrıcalıklı merkezleri haline geldiği bir piyasa otoriterizmi dönemidir. Bu dönemde otoriter bir çalışma hayatı inşa edilmiştir. Alt sınıfların siyasete müdahale kanalları ve kurumsal müdahale mekanizmaları ortadan kaldırılmıştır. Ancak ekonominin siyasetten ayrıştırıldığı bu teknokratik yönetim şekli, ekonomik büyüme sürdüğü sürece uygulanabildi. 2008 küresel krizi sonrasında ekonomik büyümenin sürekliliğinde sorunlarla karşılaşıldığında, oluşturulan teknokratik-otoriter yapı, diğer ülkelerdekine paralel olarak çatırdamaya başladı.
İKİNCİ AKP: OTORİTER POPÜLİZM
2010 referandumu, 2013 Gezi direnişi ya da AKP ile Gülencilerin yaşadığı iktidar mücadelesinin yoğunlaşması gibi farklı bakış açılarından bakarak yapılan vurgulara göre değişse de, farklı düşünce okullarının ortaklaştığı konu, ikinci dönemdeki yeni AKP’nin, bu sefer demokratikleşmenin değil otoriterleşmenin taşıyıcısı olduğudur. Gerçekten de ikinci AKP, ilk AKP’ye karşıdır! Farklılaştıkları alan, birinci AKP’nin bir iktidar stratejisi olarak kullandığı siyasetin alanını daraltan teknokratik devlet mimarisinin, ikinci AKP tarafından yeniden politize edilmesidir.
Özellikle 2008 krizi sonrasında, zamanın ekonomi bakanı Ali Babacan’ın “otomatik pilottan manuel yönetime geçiyoruz” vurgusu, ikinci dönem AKP’yi açıklayıcı temel özelliklerden biridir. Zira bu dönemde IMF anlaşması sonlanmış, Avrupa Birliği ile ilişkiler oldukça zayıflamış ve AKP açısından ekonomik büyüme, devlet içinde tam iktidarı ele geçirmek için giriştiği mücadelede olmazsa olmaz bir koz olarak görülmeye başlanmıştır. Manuel yönetimin temel özelliği, kural temelli teknokratik yapının getirdiği sınırlamaların ortadan kaldırılmasıdır. İkinci dönemde, siyasi iradenin alanını kısıtlayan düzenleyici kurumlar ve özellikle merkez bankası bağımsızlığı, milli iradenin önündeki engeller olarak görülmeye başlanmıştır.
BİZE ÖZGÜ MÜ?
Yukarıda kısaca açıkladığım iki AKP’den oluşan bir otoriterleşme hikâyesi, aslında Türkiye’ye özgü değil. 2000’li yıllardaki piyasa otoriterizmine dayanan (ya da “undemocratic liberalism” olarak adlandırılan) rejimler, 2008 krizi sonrasında otoriter popülizmlere (ya da “illiberal democracy” olarak adlandırılan rejimlere) dönüşüyor. Neredeyse bu yönde genel bir eğilim var diyebiliriz.
Örneğin Hindistan’da 2004-2014 arasındaki UPA rejimi, ilk AKP’ye; ardından gelen Modi rejimi de ikinci AKP’ye benzetilebilir. Zamanlama farklı olsa da Polonya’da da liberalleşme, özelleştirme, kural temelli yönetim ve Avrupa Birliği’ne üyelik gündemi ile geçen 2000’lerin ilk on yılı sonrasında, buna tepki olarak bir otoriter popülist iktidar geldi.
Hindistan ve Polonya’da bu değişim, farklı siyasi aktörlerle gerçekleştiği için daha belirgin. Türkiye’de her iki dönemin taşıyıcısı da AKP olduğu için kafalar karışabiliyor. Ama iki farklı AKP’ye yakından baktığımızda gördüğümüz, bu genel eğilimin taşıyıcısı olarak da farklılaştığıdır.
LİBERAL MUHALEFETİN AÇMAZI
Peki, sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu güncel otoriterleşme dalgasını nasıl açıklayabiliriz? Ya da bu otoriterleşme dalgası nasıl geriletilebilir? İki hafta önce, bu soruya tarihsel olarak ekonomik krizlerle otoriterleşme süreçleri arasındaki bağlantıya işaret ederek yanıt vermeye çalışmıştım. Bu yazıda bahsettiğim güncel örnekler üzerinden düşünürsek, otoriter popülizmlerin, neoliberal politikalar eşliğinde hayata geçen piyasa reformlarına tepki olarak geliştiğini ileri sürebiliriz. İleriki yazılarda bu nedensellik üzerine farklı görüşleri ve farklı boyutları de ele almaya çalışacağım.
Bu eğer doğruysa, şu anda ne yapmalı sorusuna da, en azından geçici bazı yanıt verilebilir. Otoriter popülizmler ile mücadele, liberalleşme, özelleştirme, daha fazla piyasa ve demokratik olmayan kural temelli teknokratik yapıların yeniden inşasını talep ederek yapılamaz. Bir başka ifadeyle söylersek, sağ popülizmle mücadele, sağın farklı renkleri ile değil sol ile yapılabilir.
Başa dönersek, iki AKP’den birini tercih etmek, piyasa otoriterizmi ile otoriter popülizm arasında bir seçim yapmak anlamına gelecektir. Sağ siyasetin bu iki versiyonu arasında seçim yapmaya zorlanmak, içine sıkıştığımız cendereyi de tarif ediyor. Zira, bu seçeneklerden ikincinin oluşumunun kökleri ilkinde saklı.
Gazete Duvar