Nilgün Kumru
İstanbul’un Kadıköy-Tavşantepe metrosundayım. Burası, şehrin Anadolu yakasının bir ucundan diğer ucuna uzanıyor. Her durak başka bir bölge, başka bir medeniyet gibi. Bu tezi doğrulamak adına, ve o gün yanıma kitap yahut kulaklık almayı unuttuğum için mecburiyetten, bir oyun kuruyorum kendime; insanların hangi durakta ineceklerini tahmin etmeye çalışacağım. Kartal’dan başlayan yolculuğum Kadıköy’de biteceği için epey de vaktim var. Öğle saatlerindeyiz, dolayısıyla işe gidiş veya dönüş kalabalığı keza okul/ev yolunu tutmuş öğrenci yoğunluğu da yok.
Bir kadının yanına oturuyorum. Kartal’dan önceki bir duraktan binmiş olmalı. Kadın, 18-20 yaşlarında gözüküyor. Siyah şortunun altına desenli bir çorap giymiş; saçları mavi ve rastalı, elleri kolları kulakları türlü otantik takılarla dolu. Soğanlık durağına doğru ilerliyoruz ve kadın vagondaki topluluktan epey farklı görünüyor, adeta sırıtıyor. Başlangıç için kolay olduğunu düşünüyorum ve bu kadını “Kadıköy” olarak işaretliyorum kafamda.
Yine benden önce metroya binmiş olan bir kadın ilişiyor gözüme. Epey yaşlı görünüyor, belki 70, belki daha fazla. Sarı ve kısa saçları bukleli, dudaklarında pembe bir ruj gözlerinde ise yine pembe renkli far var; sırtına ürkütücü şekilde sahici duran -belki de sahici- bir kürk montu geçirmiş. Yüzünde kibirli bir ifade var. Misafirliğe giderken kucağındaki hasır çantayla işlemeli terliklerini taşıdığını tahmin ediyorum, ama ev sahibinin adresini tahmin etmem olanaksız, Bostancı gibi bir his var içimde yalnızca. Pendik’te yaşadığına ve metroya oradan bindiğine kanaat getiriyorum. Düşündükçe konudan sapıyorum; kadının çocuklarının doktor, mühendis veya yönetici olduğunu düşünüyorum. Bayramlarda gerine gerine öpülsün diye elini uzatıyordur muhtemelen, epey parası olmasına rağmen harçlık verirken cimridir de kesin. Pendik’ten de bir arkadaşının evine misafirliğe -muhtemelen altın günü- gittiğinden de emin oluyorum.
Zaman ilerliyor, Huzurevi durağındayız şimdi. Bir erkek biniyor o duraktan ve tam karşıma oturuyor. Yaşını 25 civarı diye tahmin ediyorum. Bütün giysilerinin pahalı markaların logosunu taşıdığı dikkatimi çekiyor; beyaz tişörtü, ayakkabıları, elinde tuttuğu deri ceketi, yırtık dar kotu… Elindeki yine pahalı bir marka olan telefonuyla birini arıyor, yüksek bir ses tonuyla epey de neşeli konuşuyor, ‘yoldayım canım, geliyorum’ gibi şeyler söylüyor telefondakine. Konuşurken habire özenle taranmış saçlarını düzeltiyor. Kararsız kalıyorum bu genç adam için; Ünalan’da inip oradaki lüks markaların bulunduğu alışveriş merkezine mi, yoksa Kozyatağı’nda inip oradaki yine aynı standarttaki birkaç alışveriş merkezinden birine mi gidecek diye. Kozyatağı’ndaki bahsettiğim lüks AVM’lerin metroya uzak kaldığını, metro çıkışındaki o AVM’nin de bu beye ‘yakışmayacağını’ düşünerek “Ünalan” durağında karar kılıyorum.
Yol boyunca Ayrılık Çeşmesi’nde ineceğini tahmin ettiğim turistler, yine Ayrılık Çeşmesi’nde inen Levent’e iş görüşmesi yahut stajının ilk günü için bir iş merkezine gittiğini tahmin ettiğim takım elbisesi üzerlerinde eğreti duran gergin bir genç, aynı durakta inen bir ‘Doğu Ataşehir’ bir de ‘Batı Ataşehir’de yaşadığını tahmin ettiğim aynı yaşlarda iki kadın görüyorum.
Burada önemli olan benim durak tahminlerimin ne kadar tutarlı olduğu değildi aslında -ama merak ettiyseniz çoğu doğru çıktı- önemli olan benim bu tahminleri 20-30 saniyelik yüzeysel gözlemlerle yapabilmiş olmamdı. Önemli olan, yaşam alanlarının insanların kişiliğiyle dönüşüp, daha sonra o alanların insanları kendi kişiliğine göre dönüştürmeye devam etmiş olmasıydı. Tek bir şehrin tek bir yakasında barınan muazzam kültür çeşitliliğinin büyük oranda alanlara sıkıştırılıp etraflarının çitlerle çevrilmiş olduğunu görebiliyordum.
Ayırılmış, ayrıştırılmış olmamızdı önemli olan. Bir plaza emekçisinin günün her saatinde üzerindeki her kostümün yahut alışkanlıklarının gözle seçebildiğimiz her detayının onu ele veriyor olması bir detay, gözümüzle kim olduğunu seçebildiğimiz o insanın şehrin bir coğrafi bölgesine ait olması ise daha önemli bir başka detaydı.
Şekillerden ibaret hale gelmişiz gibi hissettim. Sanki bir kısmımız üçgen evlerden oluşan bir bölgede yaşayan üçgen insanlar, bir kısmımız kare, bir kısmımız ise daireymişiz. İçimizdeki ‘marjinal’ olmak isteyenler ise çok kenarlı bir yıldız şekline büründürmüşler kendilerini ama onlar da hep birbirinin aynı yıldızlarmış ve yine yıldız şekilli mekanlara aitlermiş gibi. Kare bir insan, üçgen bir bölgede barınamazmış, uyum sağlayamazmış, zaten etrafındaki üçgen insanlar tarafından da ‘barındırılmazmış’ gibi.
En başta bahsettiğim Soğanlık’ta ‘sırıtan’ ve Kadıköy durağında inecek olduğunu sandığım genç kadın metro Kadıköy’e doğru ilerledikçe insanlara karışmaya devam etti ve son durakta artık tam anlamıyla ‘oraya ait’ olduğu aşikarlaşmışken vagondan hızlı adımlarla indi. Belki de yalnızca bu örnek bile yeterlidir. O kadın bir bölgeye aitti, o bölge ise o kadına…