Serhat Kızılırmak
Tarih sayısız dersle doludur. Onu sadece anlamak yetmez, sonuçlar çıkaracak şekilde sorgulamak, güncel sorunlarda çözüm üretecek bir adres olarak irdelemek ve yol gösterici tezler çıkarmak gerekir. Buradan baktığımızda her defasında önümüze çıkan gerçeklerden biri de şudur: İdeolojik-siyasi bir perspektifi pratik politikaya dönüştürmek ve bu temelde geliştirilecek pratiği süreklileştirecek şekilde hayata geçirmek şarttır.
En budala faşist, en açgözlü kapitalist dahi kendi praksisini geliştirirken; bu düzeni değiştirme iddiası taşıyanların, kendilerini bu hedefe ulaştıracak praksisi geliştirmemesi düşünülemez. Fakat “solun” önemli bölüklerinin yıllardır bu sorundan mustarip oldukları gerçeği de ortada. Bu sorun artık kronikleşmiştir. Aşılamadığı sürece de devrimci praksis dogmatizm içinde çürümeye mahkumdur. Böylesi zamanlarda faşizmin yükselmesi ise kaçınılmazdır.
Faşizmi emperyalist kapitalizmin yapısal krizlerinden ve bu krizleri yönetme stratejilerinden bağımsız ele almak mümkün değildir elbette. Kriz yönetiminin en saldırgan biçimi olan faşist devlet örgütlenmesi aynı zamanda kendi karakterine uygun ekonomik-siyasi-kültürel bir bütünlüğü ifade eder. Bir burjuva diktatörlüğü biçimi olarak o, bu bütünlüğe uygun politikalarla toplumsal bir dönüşümü de çeşitli yöntem ve araçlarla süreklileşmiş biçimde zorlar. En önemli araçlarından biri de halk kitleleri içinde ayrımcılık ve ötekileştirme yaratacak düşmanlıklar üretmesi ve bunları kendi toplumsal tabanını güçlendirecek şekilde süreklileşmiş şekilde kullanmasıdır.
Nefret, düşmanlık, cehalet, korku ve ırkçılık faşizmin toplumsal dönüşümde kullandığı klasik araçlardır. Toplumların faşist temelde dönüşmesinin ardında her zaman ekonomik, sosyo-psikolojik, siyasal-kültürel nedenler yatar. Tarihsel gericilik birikimi, şovenizm, ekonomik milliyetçiliği kışkırtacak sayısız argüman ve hedef bu konudaki baş yardımcılarıdır. İşçi ve emekçilerin kapitalist üretim içinde yaşadıkları sıkışmalar, burjuvazinin onlar üzerinde her geçen gün daha fazla ağırlaştırdığı işsizlik gibi basınçlar, daralan hayatlar kendilerine sınıfın diliyle akacak bir kanal bulamadıklarında, burjuvazinin tüm gericilik birikimini boca etmesi daha da kolaylaşır.
Bunu kolaylaştıran en önemli unsurlardan biri de ilerici toplumsal güçlerin zamanla faşist, milliyetçi, gerici ve muhafazakar politikalar karşısında pasif bir duruş sergileyecek (ya da duruşsuzluk!) noktalara gerilemesidir.
Bu güçler tarihsel rollerini oynamadıkları koşullarda faşist partinin taban oluşumu önünde aktif hiçbir engel kalmaz. Fakat faşizmin tüm çabalarına rağmen işçi ve emekçi kitleler ekonomik kriz koşullarında “yeni” ve “farklı” arayışlara yönelir. Bu yönelimin nereye doğru olacağını belirleyecek olansa onlara umut verecek çeşitli odakların varlığına bağlıdır. Bu olduğunda toplumsal tepki faşizmin karanlık dehlizlerinde boğulmak yerine bizzat onu zorlayan bir değişimin fitilini ateşleyen tarih yapıcı bir nitelik kazanır.
Bu açıdan tarihten İspanya ve Almanya örnekleri derslerle doludur.
Gerek Almanya’da, gerekse İspanya’da 20. yüzyılın başlarında sıçramalı bir kapitalist gelişim yaşandı. Tekelci burjuvazi (ki Almanya emperyalist kulvara girmiş ve fakat 1. Dünya savaşı döneminde ciddi bir irtifa kaybetmişti), bu gelişim içinden mayalanan toplumsal direniş dinamiklerini bastıracak ve rakipleri karşısındaki güçsüzlüğüne güç katacak yayılmacı politikaları sürtünmesizce ve en saldırgan biçimleriyle hayata geçirebilecek yönetimler arzuluyordu.
İspanya’da monarşi 1923’te askeri darbe yapmış olmasına rağmen kontrolü sağlayamayarak 1930’da yıkıldı. Yaklaşık 6 yıl süreliğine Cumhuriyetçiler yönetimi ele geçirmişlerdi. Bu süreçte egemen güçler (monarşistler-burjuvazi-toprak ağaları) Cumhuriyetçileri devirmek için her şeyi denediler. 1936’da gericiler bir askeri darbe denemiş olsalar da başaramadılar. 18 Temmuz 1936 gününün şafağında faşist General Franco, askeri ayaklanma bildirgesini radyodan duyurmuştu. Madrid ve Barcelona dışındaki hemen her garnizonun katılımıyla İspanya İç Savaşı resmen başlamış oldu. Faşistler, İspanya içinde hemen yayıldılar, ama Madrid’in enternasyonal direniş mevzilerini aşamadılar. Bunun üzerine son saldırı için Franco başkomutan olarak seçildi.
1 Nisan 1939’da Cumhuriyetçiler yenilgiye uğradı. Anarşistler komünistleri, komünistleri anarşistleri suçladı. Anarşistler SBKP’nin pratiğinin yenilginin asıl sebebi olduğunu, komünistler ise anarşistlerin sorumsuz ve başıboş hareketlerinin, hiyerarşik yapıda örgütlenmiş faşist ordu karşısında zaferi olanaksız hale getirdiğini savunuyorlardı.
Fakat asıl sebep, tüm hepsinin, enternasyonal birliklerin, halk cephesinin, Cumhuriyetçilerin büyük direnişler sergilemesine rağmen baştan beri tam anlamıyla bir savaşa aktif olarak hazırlanmaması olmuştur ve bu durum onları yenilgiye mahkum etmiştir.
Almanya’da ise ekonomik kriz toplumu 1929’da vurmuş, endüstri neredeyse tamamen çökmüştü. Milyonlarca insan işsiz kalmış, Naziler tam da bu noktada yükselişe geçmişti. 1920’de Nazi olarak bilinen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (NSDAP) katılan Adolf Hitler’in hitabet yeteneği oldukça güçlüydü; kısa sürede partinin vazgeçilmezi oldu. Dünyadaki Almanları tek bir millet altında toplamayı vadeden Naziler, Hitler’le propagandalarını kriz döneminde Yahudilere yöneltmişti. Böylece halka Yahudi düşmanlığı ve nefreti empoze edildi. İlk adımda oyların yüzde 18’ini alarak Reichtag’ın (parlamentonun) 2. en büyük partisi oldu ve Hitler, ordunun ve tekelci burjuvazinin desteğini kazanmaya başladı. Gözünü Cumhurbaşkanlığı koltuğundaki Hindenburg’a diken Hitler, son seçimde 13 milyon 800 bin oy alarak 608 koltuğun 230’una -general Schleicher’ın da kabine dağılımı için çevirdiği entrikalar vasıtasıyla- kısa sürede ulaştı.
Ancak Hitler meclis çoğunluğunu ve başkanlık sistemini istiyordu. Çeşitli küçük engelleri de aşarak, Bruning’in ve ardından von Papen’in hükümetlerini geri iterek 30 Ocak 1933’te, birçok redde ve bulanık görüşe rağmen, ne zor kullanarak ne de kan dökerek, koalisyon hükümetine şansölye olmuştu. İlk yaptığı iş ise, Weimer Anayasası’ndan tüm temel hakları kaldırmak oldu.
5 Mart 1933 seçimlerinde Naziler oyların yüzde 44’ünü almayı başardı. Reichtag yangını sonrası Hitler yaptığı kara-propagandayla komünist vekilleri ve sosyal demokratları saf dışı etti. 23 Mart 1933’te arkasına merkez sağ ve nasyonalist partilerin de desteğini alan Hitler yeni bir yapılanmayı hiç zorlanmadan meclisten geçirerek, yasama yetkilerini 4 yıllığına Reichtag’dan alıp, kendi kabinesine devretti.
Hemen akabinde ordunun desteğini tamamen aldı. Cumhurbaşkanlığı ve bakanlık ofislerinin birleştirilmesi konusunda kabineyle anlaştı. Halkın da “onayıyla” ‘lider ve devlet başkanı’ oldu, fiilen cumhurbaşkanı yerini başkana bıraktı.
Hitler kiriz koşullarında Alman burjuvazisinin emperyalist hayallerine de uygun vurucu adımlarla işe koyuldu. Sansürü yaşamın her alanına yaydı. Yeni kanunlar çıkaran Naziler polise de olağanüstü yetkiler tanıdı. Akabinde sendikalar kapatıldı, Yahudilere zulüm giderek artarken, toplumdaki nefret söylemleri tırmandı. Toplama kamplarının sayısı artırıldı, 1927’de kurulan ve Himmler’in başını çektiği paramiliter SS militanları tam yetkiyle görevlendirildi. Nazi rejimine uygun olmayan tüm yasalar hızla elendi.
Almanya yasaları bizzat Hitler’in kendisi olmuştu. 14 Temmuz 1933’te Hitler, Nazi Partisi’nin Almanya’nın tek izin verilen politik partisi olduğunu beyan etti.
Diğer kanatta ise Mussolini ve Hitler’in desteğini alan Franco, faşizmin zaferi ardından sol ve demokrat kesimleri ortadan kaldırmayı hedefleyen yeni sistemini kurdu. Franco’nun yeni söylemi “Tek vatan, tek devlet, tek Caudillo”ydu. Nazi Almanyasının en genel sloganıysa “Sen Almanya’sın”dı.
Franco düzeninde birçok aydın kısa sürede kıyıma uğradı, tıpkı Almanya’da muhaliflerin ve Yahudilerin kıyıma uğraması gibi… İnsanlar, Franco’nun kıyımından kaçabilmek için Fransa sınırına yığıldılar, bir kısmı geçebilmeyi başardı. Ancak Fransa’ya kaçabilenleri de Hitler’in Fransa’yı işgaliyle birlikte ölüm bekliyordu.
Franco, yönetimi kendi ölümünden sonra da sürmesi için birtakım önlemler aldı. 1947’de yaptığı referandumla İspanya’da monarşiyi yeniden kurdu ve Franco “ömür boyu kral” ilan edildi. Pasifize edilmiş toplumun çaresizliği, Franco’dan miras kalan faşist gericiliği bugünlere kadar hala yansıtmaktadır.
Sonuç olarak hem İspanya’da hem Almanya’da burjuva demokrasi namına ne varsa hepsini hiçe sayan, korkak ve ihbarcı, sadece biat eden bir toplum yaratıldı.
Tüm tarihsel pratik incelendiğinde Türkiye’de içinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal durumun geçmişin faşizminden pek farklı olmadığı görülür. Elbette ki 21. yüzyılda yaşadığımızı unutmamamız gerekmektedir!
Koşullar ne olursa olsun faşizme karşı mücadelede cesareti alevlendirmenin bir yolu mutlaka vardır ve mesele de bunu bulabilmektedir. Diktatörler gelip geçicidir; ancak faşist ideolojileri cehalete bulandırılmış toplumların üzerine siner ve kolay kolay yok olmaz.
Demokrasi düşmanlığı, Yahudi düşmanlığı, ırkçılık gibi kavramlar Hitler öncesi Almanya’sında da vardı. Hitler yalnızca o günün şartlarına uygun bir strateji ve politikayla gerici-faşist potansiyelin kin, öfke, nefret istencine yanıt verecek biçimde fanatizmi körüklemiştir.
Gericilik, ırkçılık, mezhepçilik Türkiye’de de derin tarihsel köklere sahiptir. Erdoğan’ın izlediği yol haritası Hitler’in izlediği yol haritasıyla ciddi paralellikler taşımış, o da bu birikimi tıpkı Hitler gibi işlemeye odaklanmıştır.
Söylemi Franco gibi “tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek din” olan Erdoğan da toplumu fanatize etmekte kullandığı tüm propagandif söylemin neredeyse tümünde Nazi Partisi’nin söylemlerini birebir bugüne taşımıştır.
16 yıllık iktidarının özellikle son yıllarında geçmiş yüzyılın faşistleriyle bu denli çakışık bir politika izleyen bir diktatör tüm toplumsal tepkilere rağmen iktidarını koruyabilmekte, fakat mevcut toplumsal tepkilere öncülük yapma iddiası taşıyan devrimciler faşizme karşı sadece pasif protestolarla mücadele etmeye çalışmaktalar. Bunun yetersiz olduğu açıktır.
Diktatöre karşı pasif “barış” söyleminin ya da teşhirle-sınırlı protestolarla muhalefet etmenin gideceği bir yer yoktur. Hitler bile Avrupa’yı kana bulayacak savaş gücünü artırırken kürsülerden savaşı “delilik” olarak tanımlayıp, barışı arzuladığını dillendiriyordu.
Cehalete gömülmüş bir toplum, tüm gücü elinde toplamış faşist partinin ve liderin dediğine inanır; o lidere tapar ve geri kalan her şeye gözünü kapar, kulaklarını tıkar!
İçinde bulunduğumuz dönemin ruhu Hitler’in Reichtag’ın yetkilerini kendine devraldığı, Franco’nun demokratları ve devrimcileri yok etmek adına birtakım yasaları yürürlüğe soktuğu dönemin ruhuyla çakışmaktadır.
Önümüzdeki kısacık sürede faşist iktidara ve Erdoğan’a aykırı her ses bir bir toplama kamplarına tıkılacaktır; buna cezaevleri veya hapishane demek kelime oyunundan başka hiçbir şey değildir!
“O kadar ileri gidemezler” diye diye bu aşamaya geldik. Kendimizi silkelemek için kaç yoldaşımızın daha can vermesi, kaç aydın, demokrat, ilerici insanın daha yok edilmesi, kaç insanın daha katledilmesi gerekiyor?
Sorun, sorgulayın, özeleştiri verin ve eleştirin! Devrimcilikte lafazanlığa yer yoktur! Sosyal medya platformları üzerinden iki-üç satırlık cümle yazarak faşizm yok edilmez!
Birkaç ay içerisinde faşist iktidar, Franco düzeninin ve 1933 tarihinde Hitler’in pratiğini hayata geçirecektir. Akabinde Türkiye’de sosyalist, komünist, anarşist, sol-aydın her kişi hem faşist yasaların, hem de faşist partinin fanatik tabanının hedefinde olacaktır. Öte yandan Nazi Almanya’sındaki Yahudiler gibi Kürtler üzerindeki zulüm de koyulaşacaktır. Parlamento 1 yıl içerisinde tamamen işlevsizleştirilecek, Erdoğan önündeki “meclis çoğunluğu” engelini Hitler’in pratiğiyle aşacaktır!
Son seçimde gördük ki, Erdoğan seçimi kaybetmesine rağmen kazandığını duyurdu ve legal zemindeki parlamentonun ana muhalefeti sokaklara AKP tarafından organize edilerek çıkarılan silahlı-cihatçı militanları görünce, iç savaş çıkmaması adına “adam kazandı” diyerek kazanılmış bir seçimi diktatöre teslim etti!
Faşizm pasif yöntemlerle yok edilemez, faşizm lafazanlıkla engellenemez, faşizm egosantrik bireysel örgüt pratikleriyle parçalanamaz! Faşizmi yıkmanın tek yolu akılcı ve kitlelerin, örgütlerin, topyekun bir özgürlük cephesi ardında kolektif mücadelesinden geçer!
Unutmayın ki yenilgiler yeni zaferlerin tohumlarını filizlendirir.
İspanya İç Savaşı sonunda devrimciler Franco karışışında yenildiler. Ancak yenilgi içinden başka bir devrimin tohumu yeşerdi: Castro ve yoldaşları, ilk gerilla eğitimini İspanya İç Savaşı’na katılmış olan bir Kübalıdan, Alberto Bayo’dan aldılar.
21.yüzyılın faşizmini yok etmek için özgürlüğün cephesinde cesaret ateşini yakmak tek kurtuluş yoludur!
Teslim olmak yok! Özgürlük, zafer, devrim