Cihan Çetin
Doların 5 liradan 6’ya doğru yükseldiği günlerde Yıldız Tilbe’nin, “TL basıyorsak dolar da basarız, nedir yani” tweeti oldukça ses getirdi. Dalga geçtiği belli olan Tilbe’nin tweetini, bir ekonomi profesörü ciddiye alıp aklı başında (?) cevap yazarken, hatırı sayılır kesim de bu dalga geçmeyi ya aynı biçimde devam ettirdi ya da farklı biçimlerde ciddiye aldı.
Ancak Tilbe’nin tweeti, popüler bir kişinin bir anlık çıkışının ötesine geçti. İktidarından sol, sosyalist olduğu iddiasına sahip muhalefetine kadar Türkiye’deki mevcut akıl tutulması ve sürükleniş halini gözümüze sokan yeni bir gösterge oldu.
Doların 6 lirayı geçip 6,5 liraya göz kırptığı sırada damadın Yeni Ekonomik Sistem açıklaması, en hafif deyimle insan aklı ile dalga geçmenin örneği olarak tarihe geçti. “Muhalif” kesimlerin, şimdilik kendisine en fazla yer bulduğu sosyal medyada, krize gösterdikleri tepkiler, “analiz” olarak dile getirdikleri, bazı yönlerden anlamlı olmakla beraber damada taş çıkarak zihinsel bulanıklık örnekleri olarak kayda geçilmelidir.
Sol, sosyalist, devrimci çevrelerin, özellikle son bir hafta içinde yazıp söyledikleri de, krizin teşhirinden “krize karşı halkçı program” önermeye kadar çeşitli biçimler aldı. Bu süreçte en anlamlı ve kayda değer çıkışı, Selahattin Demirtaş yaptı. Demirtaş, özetle, HDP’nin “tatil modu”ndan çıkmasını ve kitlelere, halka öncülük yapması gerektiği çağrısında bulundu. Demirtaş’ın çıkışı, krize karşı süreçte tutulması gereken yolu göstermesi bakımından anlamlı ve gerçekçidir.
Krizin Ne’liği?
Bırakalım Marksist olmayı, ekonomiden biraz olsun anlayan aklı başında herkes, bugün kendisini döviz krizi olarak gösteren krizin geldiğini, en fazla 5 en az 1 yıldır kendi perspektifinden, dilinin döndüğü kadar anlatmaya açıklamaya çalışıyordu. Bu nedenle mevcut kriz ne beklenmediktir ne de gökte çakan bir şimşektir. Ancak krizle ilgili ilk sorun, onun öngörülebilirliğinde değil, hemen onun nedeni/kaynağı konusunda kendisini gösteriyor.
Şunu en başa yazmayan yanılmaya mahkumdur: Mevcut kriz, ne AKP’nin ne Erdoğan’ın ürettiği bir krizdir. Bu herşeyden önce sistem olarak kapitalizmin krizidir. Artık tıkanmış olan neoliberal modelin yerine henüz yenisini de koyamamış olan emperyalist kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı genel sistem krizinin, emperyalizme bağımlı kapitalist bir ülke olarak Türkiye kapitalizminin yapısal-tarihsel ve konjonktürel zayıflık ve açmazlarıyla birleşmiş olarak dışa vurmasıdır. Dolayısıyla, krizi salt AKP ve Erdoğan’a bağlayan, onu emperyalist kapitalizmin hali hazırdaki genel krizinden kopararak sadece Türkiye’ye özgü bir kriz olarak tanımlayan yaklaşımlar, ya koyu bir cehaletin ya da Erdoğan’dan başka düşman tanımayan bir siyasal körleşmenin yansımasıdır.
Emperyalist kapitalizmin krizinin daha derinlemesine analizi, bu yazının kapsamı dışındadır. Ancak, Türkiye’deki krizi, emperyalistler arasındaki çelişkilerin en hafif deyimle “ekonomik savaş” noktasına gelmiş olması yanında Türkiye’ye benzer pek çok emperyalizme bağımlı ülkedeki krizlerle birlikte ele almak gerekir. Bu sadece Türkiye’deki krizin anlaşılmasını ve ona karşı çıkışları değil, çok da uzak olmayan bir gelecekte belirip genişleyecek olan enternasyonalist dayanışma ve birleşik mücadele olanaklarının zamanında görülüp etkin bir tarzda değerlendirilmesi açısından da önemlidir.
Krizin Türkiye’deki tezahürünü, emperyalist kapitalizmin genel kriziyle bağlantısı içinde ele alıp almamak ona karşı tutumun isabeti yanında niteliğini de belirleyici olacaktır. Elbette krizin detaylarına veya Türkiye’ye özgü yapısal ve güncel nedenlerine odaklanmak, bunlara işaret edip sonuç üzerindeki rollerini açıklamaya çalışmak, yaşanan sürecin anlaşılması yanında bu detaylara karşı da hazırlık yapma ve sürece müdahale etmede kesinlikle anlamlıdır ve bu odaklanma yapılmak zorundadır(1). Ancak krizin özel ve öznel yanlarına odaklanırken, bunun temelde sistemin krizi olduğu gerçeğiyle diğer özel ve öznel etkenlerin bu temelle olan bağlantısı içinde ele alınıp yorumlanması zorunluluğunun akıldan çıkarılmaması gerekir.
Krizin emperyalist-kapitalist bir kriz olduğunu görmek aynı zamanda kapitalistlerin bu krizi nasıl çözmeye çalıştığını anlamak açısından da önemlidir. Damadın 10 Ağustos Cuma günü yaptığı, içerik olarak bomboş olan toplantısına kimlerin katıldığına bakmak, krizin faturasının kimlere çıkarılacağının da somut göstergesidir. Aklıbaşında birinin değirmende laf öğütmekten başka bir şey yapılmadığını kolayca gördüğü toplantı sonrasında, Türkiye’nin en büyük tekellerinden birinin başında olan Güler Sabancı’nın, kameralar önünde gevrek gevrek damadı öven açıklama yapması, tekelci patronlara kapalı kapılar arkasında kimi sözler ve teminatlar verildiğini göstermektedir.
Görünen o ki, Erdoğan rejimi, Şubat 2001 krizinin arkasından yaşananlara benzer ani sıçramalar yaşanmaması için elinden geleni yapacaktır. Bu nedenle rejimin, kriz sürecini, illegal (gizli) biçimde, kapılar arkasında yönetmeye çalışacağı, kamuoyu önünde ise hamasi söylemler ve eylemler üretmeyi hedefleyeceği söylenebilir. Bütün iktidar yetkilerinin merkezileştirildiği tek adam rejiminin kılıfı olarak Cumhurbaşkanlığı sistemi başta olmak üzere OHAL’in yasal hale getirilmesi bunu kolaylaştıracaktır.
Muhalefetin Sınırları
Krizin geldiği boyut, muhalefet dinamiklerini de doğal olarak harekete geçirdi. Elbette muhalefet olarak kastımızın, sol, sosyalist, devrimci, komünist muhalefet olduğunu özellikle belirtmek gerekir. İçindeki bazı kişi ve dinamikleri yok saymadan, CHP’yi bu muhalefet safına yazmanın akla uygun bir izahı kalmamıştır. Zaten bırakalım başka nedenleri, Kılıçdaroğlu’nun hükümeti krize karşı tam destek açıklaması da safları belirlemenin keskin bir işareti olarak görülmüyorsa daha ne denebilir?
Muhalefet güçlerinin şimdiki durumunda, ideolojik farklılıklardan kafa karışıklığına, akıl almaz bir tutukluk ve özgüven kaybından bulanıklığa kadar pek zorluk karşımızda durmaktadır. Fakat bunların en başında, muhalefetin sınıf ekseninden itinayla uzak durması, kimlik sorunları başta olmak üzere kapitalizmin ürettiği pek çok krizi, sınıfsal durum ile eşitleme çabası gelmektedir.
Bu nedenle muhalefetin, her şeyden önce sınıfı merkeze alan bir perspektife ve böyle bir perspektifin güncel ifadesini oluşturacak somut talep ve hedeflere sahip olması gerekir. Krizin sınıfsal bir kriz olması gerçeğinden hareketle bu taleplerin başına da işçi sınıfı ve emekçilerin yıkımına karşı durmak, olmazsa olmaz bir konum ve öneme sahiptir. Ne yandan bakarsak bakalım, kriz kapitalist bir krizdir ve ona karşı çıkışta da merkez sınıfsal olmak zorundadır.
Ancak işçi sınıfı ve emekçiler için talepte bulunmak demek, Abstrakt Dergisi’nin, “Krizden Halkçı Çıkış Programı: Toplum İçin ve Toplum Kontrolünde Üretim” gibi afilli başlıklarla burjuvaziye reçete sunmak gibi algılanamaz, algılanmamalı da (2). Sınıfın güncel durumu, bilinç ve örgütlenme düzeyi başta olmak üzere çeşitli etkenlere bağlı olarak belirli bir noktadan sonra burjuvazi ile kimi uzlaşmalar yapmak zorunda kalmak ile burjuvaziye krizden çıkış reçetesi sunmak aynı şeyler değildir, olamaz. Solculuk, sosyalizm ya da devrimcilik iddiasına sahip olup sonra da kapitalizme çözüm önerileri sunmak, krizin kapitalist sistemin krizi olduğunu anlamamanın yanında kim olduğunu unutmanın da göstergesidir.
Abstrakt dergisinin reçete tartışmasına benzer bir başka örnek geçen hafta yaşandı. Korkut Boratav’ın, Deutsche Welle’ye verdiği bir mülakatta, “Türkiye’nin IMF’ye gitmekten başka şansı yok” mealindeki ifadesi, sosyal medyada, “kapitalizme/AKP’ye reçete sunmak” olarak yorumlanarak tepkiyle karşılandı. Gelen tepkilere karşılık olarak Boratav son yazısında, eksik de olsa, şu cevabı vermek zorunda kaldı: “Krizin tüm ön koşullarını yaratan; alkışlayan; bunlardan nemalanan iktidar ve sermaye çevreleri köşeye sıkışmıştır. Bugünün yozlaşmış ortamında iktidarın, burjuvazinin siyasî ve iktisadî seçeneklerini sadece teşhir etmekle yükümlüyüz. Karşılaştıkları seçeneklerden “halkçı, doğru” öğeler türetilemez.” (3) Boratav’ın vermek zorunda kaldığı cevap, krize karşı çıkışta kapitalizme reçete sunma işinin muhalefete ait bir iş, görev olmadığının göstergesi olarak kavranmalıdır.
Komünistler açısından krize karşı muhalefete dair ilke, program ve taleplerin sınırları hem komünistlerin kendilerinin hem de ülkenin mevcut durumuna göre elbette kendine has bir esnekliğe sahip olacaktır. Ancak bu esneklik, “sınıfa karşı sınıf”, “krize karşı devrim”, “kapitalizme karşı sosyalizm” çizgilerinin bulanıklaştırılması biçiminde değil tersine devrim ve sosyalizme gidişin yollarını döşeyecek taşlar olarak ele alınacaktır.
Yazının başına dönecek olursak, önümüzdeki süreç, Yıldız Tilbevari bir bilinçle karşılamanın çok ötesinde, çatışmalı, keskin bir süreç olacaktır. Buna hazırlıklı olmayan, hazırlanmaktan kaçınan, her şeyden önce tarihe hesap vermek zorunda kalacaktır.
1- Bu odaklanmaya dair son zamanlarda kayda değer pek çok çalışma şimdiden üretilmiştir. Bu yazılara örnek olarak, Bahadır Öztürk’ün Erdoğan’ın “Onların doları varsa bizimde Allahımız var” söylemini ele aldığı “Erdoğan Ne Yapmaya Çalışıyor?”; Korkut Boratav’ın krizin ekonomik göstergelerini ele aldığı “Ekonomik Krize Girerken”; Ümit Kıvanç’ın Berat Albayrak’ın yaptığı sunumu hem analiz ettiği hem de dalga geçtiği “Farkında Değiller ya da Umurların Değil” yazıları ilk akla gelen yazılardır.
2- “Krizden Halkçı Çıkış Programı: Toplum İçin ve Toplum Kontrolünde Üretim”, http://www.abstraktdergi.net/krizden-halkci-cikis-programi-toplum-icin-ve-toplum-kontrolunde-uretim/
3-Korkut Boratav, Ekonomik Krize Girerken…, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/ekonomik-krize-girilirken-245110