Hakkı Özdal
Çok üzgün, çok kaygılı, belki biraz karamsar, ama cesaretini kaybetmemiş bakışlar birleştiriyor fotoğraftakileri. Yere, uzaklara, hatta boşluğa çevrilmiş gibi duran gözlerin arkasındaki endişeli düşünceler okunabiliyor. Onu öldürttükleri dinci militanları ‘motive’ eden ateist İslam çözümlemeleri ve eleştirilerini yazdığı Yüzyıl dergisindeki çalışma arkadaşları, derginin başka yazarları, dostları… Ortada bir ‘seri cinayet’ vakası olduğunu ve ‘tetikçilerin’ değil ama ‘katilin’ kolay kolay yakalanamayacağını bilen/sezen bir kaygı hakim, belli ki hepsine. Aynı yıl 30 Ocak’ta Muammer Aksoy, 7 Mart’ta Çetin Emeç benzer şekilde öldürülmüş; bir ay sonra Bahriye Üçok hedefte olacak… Endişeler haklı çıkacak.
1990’da dinci tedhiş, devlette 12 Eylül’den sonra başlayan yapısal dönüşümü, onun yeni ideolojik tahkimat çukurlarını bir buldozer hıncıyla kazıyarak destekliyor, ‘ön açıyor’. Önce generaller, sonra siyasal ve fiziki zoru kullanma yetkisini tamamen teslim ederek onlarla ‘uzlaşan’ sermaye partisi ANAP, kültürel ve siyasal alanda dini ve dinciliği teşvik ediyor. Darbeden sonra inşasına girişilen yeni rejim, özelleştirmelerle kamunun tasfiye edildiği, emeğin tüm sektörlerde ucuzladığı ve baskılandığı, eğitim ve sağlığın özel sermayeye terk edildiği, sanat ve iletişim faaliyetlerinin, bütün bir kültür alanının piyasalaştığı bir rejim olmaya gayretleniyor. Bu yüzden darbenin öncelikli hedefinde, çıplak şiddeti en yoğun ve açık uyguladığı yerde, sendikalar ve sol var. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal kurumları, önderleri, aydınları budanıyor bir yandan. Öbür yandan, yeni sermaye rejimiyle genişleyen sanayi ve hizmet sektörlerine ucuz işçi yığınları oluşturacak yoksul köylüler arasında sınıf temelli bir bağ oluşmasını engellemek için dine yer açılıyor. Siyasal dincilik, ileride bir sermaye fraksiyonunun ideolojik tutkalına dönüşecek şekilde, kurumsallaşıyor. Bir ucunda yerel ağları ve dinsel aidiyetleri kullanarak ucuz işgücüne ve hızlı büyümeye erişen ‘kaplan’ sermayenin, öbür ucunda susturucu takılmış silahlarla laik aydınları kurşuna dizen tedhişçilerin bulunduğu bir tesise dönüşüyor.
Turan Dursun’un vurulduğu noktaya, Koşuyolu’ndaki evinin önüne 45 dakika sonra geliyor polisler. Yakındaki iki büyük ilçe emniyetinden, Kadıköy ve Üsküdar’dan birer polis yürüyerek gelse daha çabuk ulaşır olay yerine. Bu esnada evine ‘giriliyor’ Dursun’un; eşyaları, kitaplığı karıştırılıyor, henüz yayınlanmamış yazıları kayboluyor. Laik ‘anaakım’ medya, kolaycı bir “Cinayetler İran destekli örgüt işi” açıklamasına sarılıyor. Başına gelmekte olanları anlamaktan aciz, sol düşmanlığına teşne asker-sivil ‘laik bürokrasi’ ve egemenler kliği; devletteki ‘dönüşümü’, bunun küresel ölçekteki bağıntılarını, yasal ve meşru olmayan araçlara başvurmadaki esneme kabiliyetini bir araya getiren bir bakışa sahip olmuyor elbette. Neredeyse imgelerin ve sembollerin fetişistçe savunulması düzeyine indirgenmiş, toplumsal ve siyasal dönüşümün doğru bir okumasını yapamayan, melankolik ve yitik bir ideoloji olarak donuyor. Cumhuriyetin ‘varsaydığı’ toplum, bu gedikli ve nafile savunma hattının gerisinde dört yandan tazyike uğruyor: ‘Faizsiz bankacılık’ postuna gizlenerek, tarikat-cemaat ağlarıyla entegre edilen bir ‘dindar müşteri pazarı’na mal ve hizmet pazarlayarak, giderek artan şekilde devlet himayesinden ve teşviklerinden yararlanarak büyüyen bir yeni sermaye; küçük köylülüğün ucuz ve kayıt dışı işçiliğe, bir başka deyişle daha yüksek kâra dönüştüğü kuralsız bir emek pazarı; sola karşı, Özalcılıktan kökten dinciliğe kadar tüm sağa tahsis edilmiş köy ve kasaba dindarlığı ile bunun kültürel-siyasal yeniden üretimi; imam hatip okulları ve elbette ikiz, üçüz suikastlarla, bombalar ve susturuculu silahlarla aydınların katli…
* * *
Turan Dursun’un tabutunun başında, gözleri acıyla yumulmuş, ama bu cinayetlerle verilen mesaja meydan okur şekilde sol kolunu havaya kaldırmış Musa Anter duruyor. Kalbi keder, aklı direnç üretiyor belli ki. Sadece iki yıl sonra, bir başka eylül gününde benzer bir saldırıyla can verecek o da… 20 Eylül 1992 günü, haince bir tuzak kurularak götürüldüğü Diyarbakır banliyösünde, kederli kalbine, dirençli başına ve sol ayağına isabet eden kurşunlarla katlediliyor.
1990’da başlayan cinayetler serisi, “İslami Hareket”, “JİTEM”, “Türkiye Hizbullahı” gibi kılıklara bürünerek yol açmaya devam etti. Solcu laik, hukukçular, ilahiyatçılar, gazeteciler; rütbesi generale varan bazı askerler; Kürt aydınları, sendikacıları, siyasetçileri; Türk ve Kürt yurtseverleri; ya bizzat ‘saha temizliği’ ile ya da ‘ibret infazları’ ile öldürüldü. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’in “Birtakım ölümler, öldürmeler oldu. Ve hapis etmeler oldu. Bir nevi bir mücadele oldu. Bir mücadele veriyorduk” diyeceği bir silsile halinde, 70’li yaşlardaki köylülerden 10’lu yaşlardaki gazete dağıtıcısı çocuklara dek binlerce kişi, ezici çoğunlukla tetikçilerin bile yakalanmadığı, onların ele geçtiği durumlarda da ‘ortak fail’in daima gizlendiği cinayetlere kurban gitti.
* * *
Türkiye’nin bugün geldiği noktada, başka şeylerin yanında o cinayetlerle de şekillendirilmiş ‘devlet’, bir süredir yeni bir dönüşümün inşaat iskeleleri altındayken; demokrasi sorunlarını –ait olduğu yere– sınıflar mücadelesine, sözgelimi laik cumhuriyet kaygılarını Kürt haklarına bağlayan birleşik bir muhalefete ihtiyaç duyuyor. Ülkenin kıyısında durduğu uçurumun derinliğini gören, ama kendi toplumsal kurtuluş projesiyle bir başka ‘inşayı’ zorlayan bir ezilenler muhalefeti… “Aklın kötümserliğiyle iradenin iyimserliğini” bir arada taşıyan bir toplum hareketi: Turan Dursun’un cenazesindeki Musa Anter gibi; bakışlarıyla kaygılı ama yumruğuyla kararlı…
Gazete Duvar