Ege Deniz
Toplumsal çöküş ve çürümeyi olduğu kadar, mücadelenin artan olanaklarını da bağrında taşıyan süreçlerin eşiğindeyiz: Türkiye’nin yangın yerine dönüşeceği günler uzak değil!..
Türkiye kapitalizminin, dünya kapitalizminin yapısal bunalımından bağımsız olmayan derin krizinin sonuçları, giderek genişleyen çapta işçi ve emekçilere ödetilmek isteniyor. Kapanan fabrika ve işletmeler, üretime “ara” vermeler, toplu işçi kıyımları, hak gaspları, ücretsiz izinler, ödenmeyen ücretler..
Diğer uçta, şurada burada direnen, kazanılmış haklarını isteyen işçiler ya da sadece Türkiye’de değil dünyada yankılanan 3. Havalimanı örneğindeki gibi patlayan kitlesel isyanlar… Aynı sürecin bir başka görüngüsü olarak, kendi eliyle hayatına son veren işçiler..
Aslında, gerek işçi haklarının gaspı, gerek hakları gasp edilen işçilerin isyan etmesi, gerekse direnen işçi ve emekçilere yönelik olarak burjuvazinin ve burjuva devlet şiddetinin yoğunlaşması yönüyle süreç daha yeni başlıyor!
Bu momentte işçi sınıfı “karar”ını vermek durumunda. Ya boynunu kuzu kuzu kapitalistlere uzatacak ya da şu veya bu tekil direnişler büyütülüp birleştirilerek gövdesel bir karşı koyuşun yolu döşenecek.
Daha ötesi, yani sınıf hareketinin siyasallaştırılması yönünde adımlar atılması bir yana, yaşanan kapitalist krizin oluşmasında hiç bir payı olmayan işçi ve emekçilere çektirilen ve daha da çektirilecek acıları biraz olsun dindirmek, kazanılmış hakların gaspını durdurmak açısından zamanın giderek daraldığını bilelim.
3. Havalimanı isyanı, önümüzdeki günlerde sıçramalı gelişecek süreçte, hem işçi ve emekçi eylemlerinin alabileceği boyutlar hem de ona karşı uygulanacak baskı ve şiddetin düzeyinin görülmesi açısından bir işaret fişeği oldu.
Burjuvazi ve devleti, eylemin içerdiği potansiyeli ve verdiği mesajı çok çabuk gördü. Ve vakit kaybetmeden acımasızca saldırdı. Daha önce örneği pek görülmemiş bir hışımla işçileri ezmeye yöneldi. Çünkü isyan, daha örgütlü olmaya evrilmişti ve 3-5 gün daha o düzeyde sürseydi kendi özgülünde oradan yeni bir “Gezi” ya da “metal fırtına”nın çıkması kuvvetle muhtemeldi.
Havalimanı işçilerinin direnişi, aynı zamanda, “kendiliğinden patlayan bir isyanla nasıl ilişkilenmeli?” sorusuna verilmiş güçlü bir yanıt oldu. Yiğide hakkını vermeli: Öncesinden varolan ilişkilenme zemininde “aniden” patlayan işçi isyanına, doğru zamanda-doğru biçimde öncü müdahalede bulunarak taçlandırmanın örneği yaratıldı.
Peki, işçi sınıfına kağıt üzerinde ve söylemde öncülük iddiasında bulunan devrimci hareketin konumlanışı, bu yıkım ve (henüz parçalı ve sınırlı olan) direniş süreciyle ilişkilenişi ne durumdadır?
Ne yazık ki, yüreklere su serpecek bir cevabı yok bu sorunun.
Bu ‘sınıfta kalma’ halinin iki temel nedeni var: Sınıf çalışmasına devrimci politikalarla yönelip süreklileşmiş bir irade ortaya koyamayış ile kendinden menkul eylemlerle oyalanmayı yeterli gören “grup” çıkarlarını sınıfın genel çıkarlarının önünde görmek…
Üstelik, derin ve çok yönlü kriz koşullarında kendisine yaşatılanlardan ve daha da yaşatılacaklardan dolayı tepki biriktiren işçi ve emekçiler arasında “çaresizlik” duygusunun da boy attığı koşullarda sergileniyor bu aymazlık.
Bugün, “devrimin ve mücadelenin genel çıkarlarını, dar örgütsel çıkarların üstünde tutmak gerektiği” fikri ve tutumunun olmazsa olmazlığını birbirimize ne kadar hatırlatsak yeridir!
Bu temel ilke üzerine hep çok konuşulur ama iş pratiğe geldiği zaman “nedense” unutulur! (İyimser bir ifadeyle) bu bir “niyet”in sonucu olmaktan ziyade, Türkiye devrimci hareketinin tarihsel-yapısal zaaflarından kaynaklanan bir sonuçtur.
TDH’nin tarihsel gelişimi ve politika yapma tarzıyla alakalı olan bu zaaf, kendiliğinden patlak veren kitle eylemleriyle ilişki kurmaya yönelindiğinde bile “devrimci öncülüğün” etkisini baştan sınırlayıp sakatlayan bir sonuç doğurmaktadır.
İşçi hareketinin o anki durumu, içten içe biriken direniş ve mücadele dinamikleri ve olasılıklar üzerine genelde kafa yormayan, hatta bir çok durumda bunların görüş alanına bile girmediği çoğu devrimci çevre, bir eylem patladığında, kitlesel direniş dinamikleri ortaya çıktığında, bu sefer diğer devrimci çevreleri dışlayıcı reflekslerle harekete geçmektedir. Bu hem hareketin geneline zarar vermekte hem de farkında bile olunmadan bu tutumun sahiplerini de olumsuz etkilemektedir. (Burada bir not düşelim: ‘Devrimci hareketler’ ya da ‘devrimci çevreler’ tanımlamasını kullanıyoruz. ‘Devrimciler’ demiyoruz. Çünkü, ülkemizde sayıları azalmış olsa da samimi devrimciler, birlikte davranmak için, yoldaşlaşmak için ellerinden geleni yapıyorlar!)
Oysa, mücadelenin genel çıkarlarına ne denli uygun davranılırsa ve mücadelenin artan olanakları ne denli birlikte değerlendirilebilirse, tekil örgütlü yapıların kendileri de o denli güç toplayabilecektir.
Öte yandan, bugün, sınıfa karşı sınıf ekseninde davranmak, kapitalist saldırganlık karşısında olduğu kadar ırkçı savaş politikalarını yoğunlaştıran (ve kapitalizmin bekçiliğini yapan) faşist rejim karşısında da bir yol açmak, devrimi ilerletmek açısından elzemdir. Sınıfa ve emekçilere yönelik güncel politikalar üretmedeki kısırlığın bir an önce giderilmesinin, sınıfı ve emekçi yığınları bir bütün olarak kucaklayacak bağımsız bir irade ortaya koymanın hayati önem kazandığı bir tarihsel süreçte olduğumuz gerçeğinin altı ne kadar sık ve kalın çizilse yeridir.
Çok yönlü ve çok katmanlı krizin giderek ağırlaşması ve burjuvazinin saldırganlığındaki artışa paralel olarak, çürümüş olan bu düzen ve faşist devlet terörüyle kapışmanın umulmadık boyutlar, kitlesellik, yaygınlık ve militanlık kazanma potansiyelini de içinde taşıdığını görmemek için kör olmak gerek! Bunu artık burjuva-liberal ekonomistler, toplumbilimciler hatta kimi emperyalist kurumlar dahi görüyor ve dile getiriyorlar: “Türkiye toplumu çok ciddi ölçülerde yoksullaşacak. Açlık tehlikesi başgösterecek. Büyük toplumsal alt üst oluşlar yaşanacak“…
Buradan ya tam bir çürüme ve çöküş ya da “başka“ bir şey çıkacak! Ama işte tam da o “başka“ şeyin çıkması için artık “beklemek” olmaz!
Gezi’de yaşanan “hazırlıksızlık”, Referandum döneminde yaşanan “hazırlıksızlık“, 24 Haziran’da yaşanan “hazırlıksızlık“… fiyaskosunu bir daha yaşamak, emekçi toplumumuz ve devrimimiz açısından bir “cinayet” olacaktır.
Bu nedenle, stratejik konumlanışımızı ve güncel politikaya devrimci müdahale tarzımızı farklılaştırmamız artık hayat memat meselesi halini almıştır!