Ayşe Karakülhancı Duman
Doksanlı yılların başındaki Yugoslavya İç Savaşı’nda, Sırp askerlerinin Bosnalı kadınlara yaşattığı cinsel istismardan doğan çocuklar bugün 25 yaş civarındalar. Şiddetin mağduru olarak dünyaya gelen bu çocukların bazıları, ‘Savaşın Unutulmuş Çocukları’ adlı sivil toplum örgütünü kurarak, kendi kimlikleri için mücadele veriyorlar. Elbette tarihsel olarak savaşlarda kadınlara karşı bir silah gibi kullanılan cinsel şiddet, Yugoslavya İç Savaşı’nın Bosna Cephesi’nden (1992 – 1995) çok önce başladı, Kongo İç Savaşları’nda (1996 – 2009) sürdü ve 2014’te IŞİD’in Êzîdî kadınlara uyguladıklarıyla da sonlanmadı. Savaşta cinsel şiddetin silah olarak kullanılması çok eski bir yöntem olmasına rağmen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ancak 2008 yılında cinsel şiddeti savaş suçları arasına aldı. O günden on yıl sonra bugün, Dr. Mukwege, kadınların Kongo’da uğradığı toplu tecavüzlere karşı verdiği mücadeleden dolayı Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü-tıpkı Êzîdî Kürt kadın Nadia Murad gibi.
Savaş raporlarında kaç askerin ve sivilin öldüğüne dair sayılar kaydedilir. Ancak bu raporlara kaç kadının, çocuğun cinsel şiddete maruz kaldığının, travma yaşadığının istatistiği yansımaz.
Cinsel şiddetin savaş suçu olarak en yoğun yaşandığı son coğrafya parçası Kuzey Irak’ta Êzîdî kadınlarına ve çocuklarına karşı yapılan saldırılar oldu. Dünyanın gözleri önünde yaşanan bu savaşta da kadınlara, çocuklara uygulanan cinsel şiddetin, insanların yaşadığı travmanın istatistiği yok ama korkunç boyutlarda olduğunu, tıpkı Nadia Murad gibi hayatta kalanların anlattıklarından öğreniyoruz.
Nobel Barış Ödülü alan Nadia Murad’ın sesini dünyanın duymasını sağlayanlardan biri, kendisi gibi Êzîdî asıllı olan Almanya vatandaşı, gazeteci ve yazar Düzen Tekkal. Aynı zamanda film yapımcısı da olan Tekkal, Nadia Murad’la 2014’te ‘HAWAR- Meine Reise in den Genozid’ (HAWAR- Soykırıma Yolculuğum) adlı belgesel filmini çektiği sırada IŞİD’den sağ kurtulmayı başaranların kaldığı bir çadır kentte karşılaşmış. Düzen Tekkal verdiği bir röportajda Nadia Murad’ı sağ kalanlar arasında gördüklerini, yaşadıklarını anlatma cesaretinde ve kararlılığında olan ilk kişi olarak tanımlıyor. Murad’ın gözlerinden yansıyan cesaret, Tekkal’ı oldukça etkilemiş. Bu tanışmadan sonra Murad aynı yıl Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletine gelerek, burada ikamet hakkını aldı.
Nadia 2016 yılında Stuttgart’taki Baden-Württemberg eyalet parlamentosunda, IŞİD terör örgütünün kendi halkına yaşattığı ve kendisinin de maruz ve seyirci kaldığı soykırımı, orada yaptığı konuşmasıyla Almanya ve tüm dünyaya haykırdı. Tüm ailesi IŞİD tarafından yok edilen Nadia, soykırımdan kurtulmayı başaran ve yaşadıklarını anlatabilecek güçte olan az sayıda kişiden biri oldu. Yazdığı ‘Ich bin deine Stimme’ (Son Kız: Bir Anı) adlı kitapta, yaşadıklarını detaylı bir biçimde kaleme aldı. Aynı yıl BM İyi Niyet Elçisi seçildi. Kimileri Nadia’yı, Naziler’in Yahudiler’e yaptığı soykırımı ve şiddeti günlüğüne yazarak tüm dünyaya duyuran günümüzün Anne Frank’ı olarak tanımlıyor.
Tecavüz, savaş veya saldırı durumunda düşmanı korkutmak için kullanılan bir işkence ve yağmalama silahı oldu her zaman: Cinsel şiddet, hem savaş zamanlarının, hem de gündelik hayatın şiddet aracıdır! Nobel Barış Ödülü’nün cinsel şiddetin bir savaş silahı olarak kullanılmasına karşı mücadele yürüten iki önemli aktiviste verilmesi, çok doğru zamanda verilen doğru bir karar oldu. Bu ödül belki de, ilk defa tüm insanlığı ilgilendiren en zorlu konulardan birinde mücadele eden iki aktiviste verildi. Çünkü günümüzde cinsel saldırı ve istismar hiç olmadığı kadar dünya çapında mücadele yürütülen bir alan. Bu yılki Nobel Barış Ödülü geniş bir çerçeveden bakıldığında, silahlı çatışmalardaki cinsel şiddetle mücadelenin ötesini kapsıyor.
Hollywood’da patlak veren cinsel istismar ve taciz olaylarının ardından tüm dünyaya yayılan #MeToo hareketi gibi bu ödül de günlük hayatta cinsel istismara karşı dünya çapında daha çok farkındalık yaratmak anlamına geleceği gibi bu konuda mücadele yürütenlere de cesaret verecektir. Konuyla ilgili tartışmaların ne denli önemli olduğunu, üç kadın tarafından cinsel tacizle suçlanan Brett Kavanaugh’un ABD Yüksek Mahkemesi Hakimi olarak atanmasıyla ilgili yaşanılanlarda dahi görebiliyoruz.
Bir Kürt Êzîdî kadına verildiği için Türkiye’de küçümsenen, ana akım medyada ön planda görünmeyen ödül sosyal medyada da insan aklının almayacağı şekillerde yorumlandı. Oysa hem doktor Denis Mukwege, hem de ödülünü “tüm Êzîdîler, Iraklılar, Kürtler, azınlıklar ve cinsel şiddet mağdurlarıyla” paylaştığını açıklayan Nadia Murad, her ikisi de herkesin hayatına dokunacak, insanlık adına umut vadeden bir yol açmış oldu.
IŞİD’in saldırılarından sonra hayatta kalan kadınların en çok kurdukları cümle “maalesef ben hayatta kaldım!” oldu. Fakat bilmeliler ki hayatta kalmayı başarmış olmalarına hepimiz çok şey borçluyuz: İnsanlığı bir adım daha öteye, Nadia’nın hayatta kalmayı başarmış olması ve verdiği mücadele taşıyacak! Ne yazık ki, IŞİD’in planlı kötülüğünden kurtulan Êzîdî halkına açılan Almanya kapıları, aynı zamanda bu insanların kaçtığı terör örgütü militanlarına da açıldı. Ülkenin önünde duran ve her an büyümeye hazır önemli sorunlarından biri de bu konu. Nadia’nın mücadelesi ve aldığı bu ödül sayesinde umalım ki Almanya mülteci politikasını soykırımdan kurtularak kendilerine yeni bir hayat kurmak için Almanya’ya gelen insanların hassasiyetlerini daha incelikli göz önünde tutmasına da vesile olur.
Gazete Duvar