Remzi Basalak yoldaş ölümsüzdür!



Hepimizi etkileyen kahramanca tutumlar, asla birdenbire ortaya çıkan anlık refleksler değildir. Onların bir arkaplanı, çoğu kez yılları bularak derinleşen bir birikim, yoğunlaşma ve olgunlaşma süreçleri vardır. “Remzi tekmesi” de böyledir!..


Hepimizi etkileyen kahramanca tutumlar, asla birdenbire ortaya çıkan anlık refleksler değildir. Onların bir arkaplanı, çoğu kez yılları bularak derinleşen bir birikim, yoğunlaşma ve olgunlaşma süreçleri vardır. “Remzi tekmesi” de böyledir!..

O tekme de işte bu yüzden bir anda gelmedi; örgütlü yaşamın ve komünist militan çekirdeğin öz suyunda damıttı kendini. Daha üretken ve daha verimli olmaya doğru aralıksız bir koşu tutturdu.

Remzi BASALAK‘ın, liseli genç bir devrimciyken de, demlenmiş komünist çizgilerini taşırken de komünizm dünyasına özgüydü gündelik yaşamı. Canlı, coşkulu; yürüdü mü ardına bakmayan, inandı mı geri döndürülemeyen, yanına başka bir yaşam hayali hiç uğramayan bir savaşçıydı o. Örgütü, yoldaşları söz konusu oldu mu içi titrerdi; işkencelerle hırpalanırken gıkı çıkmayan bu devrim işçisi, ortalığı yıkardı yoldaşlarına fiske atıldığını duyduğunda.Tarihe şerh düşen o tekme gökten zembille inmedi!

Kendini geliştirmeye adanan zamanlar, mükemmeli arayan titiz çalışma, bir işe giriştiğinde, bir çalışmaya odaklandığında yemeyen, içmeyen, uyumayan… kendini unutan; birçok yoldaşın “Onu çalışırken görmek lazımdı” diyeceği Remzi’nin arkaplanında tutkulu kişiliği, çalışkanlığı ve fedakarlığı kadar özenle biriktirdiği komünist erdemler vardı.

Tertemiz giysilerinin, afacan gülümsemesinin daha da güzelleştirdiği yüzündeki duruluk ve içtenlik kartal kanatlarını görünmez kılardı. Halinde, tavrında öyle bir doğallık ve rahatlık vardı ki, onun bir yeraltı savaşçısı olduğu karşısındakinin aklının ucundan bile geçmezdi. Metin -bu adı kendi adından çok severdi. Çatışmada çarpışarak toprağa düşen yoldaşı Metin Aydın’ın adıydı çünkü- Ceyhan‘da doğmuş bir köy çocuğuydu ama hayatı boyunca işçilik yapmış sınıf damarı çok güçlü bir komünistti. “Teorik geriliğe karşı savaşım” gerekçesini günün devrimci pratik görevlerinden kaçış bahanesi haline getiren ’86 tasfiyecisi tarafından, “Anti-Dühringi okuması için kapatıldığı odanın penceresinden firar edip Paşabahçe’de direnen işçilerin yanına koşuyor” diye MK üyelerine şikayet edilen ele avuca gelmez bir hayat ve kavga adamıydı. O yiğit tekme o paçavra masaya durup dururken inmedi!

***
1979′da liseliydi. Oruçluydu ilk tanıdığında yoldaşlarını. Onu geçmişin dünyasına bağlayan alışkanlıkları çabucak kırdı. Babasının mesleğinden dolayı “
polisin oğlu” olarak bilinirdi.

Lisedeyken “yasak yayın” bulundurmaktan düştü polise ilk kez. Tereddütsüz göğüsledi saldırıyı ve daha sıkı sarıldı kavgaya… Karanlık 12 Eylül yıllarında bir kez daha düştü düşmanın eline. Bir ay boyunca direndi, fakat “yoldaşım” dediği “sorumlu”nun çözülmesi onun polis tavrını da etkiledi. Bu tavrını henüz bir “sempatizan” olmasıyla realize etmeye kalkmadı. “Ufkum öylesine dardı ki, tanıdığım insanlara duyduğum güvenden öteye gidemiyordu” diyordu. Ezilmedi, tersine daha da bilendi: “Bunun ezikliğini yıllarca duydum. Başta kendime olmak üzere, bunu aşacağıma söz verdim”. Sonra gelsin uzun hapislik yılları. Çıkar çıkmaz askere alındı. Onun defterinde savaştığı bir sistemin faşist ordusuna hizmet etmek yazmazdı. Askerden kaçıp yoldaşlarını buldu, kaldığı yerden kucakladı kavgayı.

1988′de İstanbul‘da pusuya düştü. Ama bu kez ona kişiler değil, tüm hücreleriyle güven duyduğu örgütü TİKB yol gösteriyordu. Sorguda fırtınaydı artık. İstanbulAdana işkencehaneleri: “Tanıyor musun?”, “Tanısam da tanımıyorum!..” meydan okumasıyla inledi. “İyi bak yüzüme; bak bak! Evet, ben bir komünistim. Bundan da gurur duyuyorum!” sözleri TİKB‘yle özdeşleşerek çakıldı işkencecilerin beyinlerine. Direniş o çiçeklenmiş onurlu dallarını her yana uzattı, uzattı…

23 Ekim 1992

Yer Adana Tekel Deposu.

Metin ve Selçuk kamulaştırma eyleminde. Sonra ölümüne bir çatışma, Adana’nın sokakları tanıklık ediyor tarihe. Selçuk’un 30 kurşun çıkarılıyor vücudundan. Metin’in silahı tutukluk yapıyor, onu tutsak alıyorlar. Kelepçeyle zaptedemedikleri bedenini “suç aletleri”nin sergilendiği masanın arkasına geçirmeye çalışıyorlar. Sırf onla kalsa çoktan razı olacakları sloganlarını bir an önce susturma derdine düşüyorlar. O soylu tekme geliyor sonra… Masaya iniyor kameralarda, beyinlere iniyor, sistemlerine iniyor oysa… Sarsıyor bilinçleri, korkulara ölümden öte köy olduğunu haykırıyor, genç devrimcileri geleceğe esinliyor!.. O tekme,Adressiz Sorgulargeleneğinin sürmekle kalmayıp çıtanın daha yukarılara taşınmakta olduğu gerçeğinin altını kalınca çiziyordu.

Tahammül edemiyorlar meydan okumanın böylesine, bu cepheden korkusuzlukla hiç karşılaşmamışlardı. Katlettiler Metin’i. “Remzi tekmesi”ni ortadan kaldıramadılar ama! TİKBli olmakla özdeşleştirilen o berrak bilinç, o direngen ruh, o korkusuz yürek sadece görüntülerde değil, asıl hafızalarda tazeliğini koruyor.

Remzi Basalak yoldaş ölümsüzdür!..

  • * **

 

Aşağıdaki yazı Remzi Basalak yoldaşın 1988’deki yakalanmasında sorgudaki direnişini anlatmaktadır. Adressiz Sorgular kitabından kısaltarak yayınlıyoruz.

BEDENİMİ BAĞLAYIP ASKIYA ALABİLİRSİNİZ, İRADEMİ VE İNANÇLARIMI ASLA!

Remzi Basalak

Amacım sadece poliste işkence karşısında nasıl direndiğimi anlatmak değil.

Tabii ki direnmek, en ağır işkencelere rağmen ser verip sır vermemek tüm komünistlerin, devrimcilerin, yurtseverlerin başlıca görevlerinden biridir.

Esas olarak anlatmaya çalışacağım çözülmenin ve direnmenin nedenlerine ilişkin kendi yaşadıklarım ve gözlemlerim olacaktır.

Aslında benim -12 Eylül öncesi 24 saatlik polis sorgusunu hesaba katmazsak- ilk sınavda hiç de olumlu bir tavır gösterdiğim söylenemez.

Pekçok devrimci demokrat, komünist ve yurtsever gibi 12 Eylül’ün o fırtınalı günlerinde ben de gözaltına alınmıştım. İlk haftalar A.B. ile çizdiğimiz ifade çerçevesinin dışına kesinlikle çıkartamıyorlardı. Son derece saygı duyduğum, güvendiğim yoldaşla birlikte sürdürüyorduk direnişimizi. Aleyhimize kullandıkları işkence altında alınmış birçok ifade, teşhis olmasına rağmen…

Artık öyle bir aşamaya gelmiştik ki bazı işkenceciler bizleri tekrar sorgu odasına aldıklarında, “yine mi bunları getirdiniz, ben uğraşmıyorum bunlarla” diyerek işkence odasını terkediyorlardı… Yataklık yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınmış 6 aylık çocuğu olan bir devrimci demokrat S.Y.’nin “bu raunt benim” diyerek hücreye atıldığım zaman, “keşke sizin gibilerle daha önce tanışsaydım” deyişini hiç unutmam. Kendisini, kapısını açıp yemek yedirdiği insanlar yakalatmıştı.

Her şey artık işkencecilerin de umudunu kestiği aşamaya gelmişti ki, direnişi omuz omuza sürdürdüğümüz yoldaşın bir zaafını yakalamış olmalılardı. O an benim üzerimde yapacağı tahribatı hesap etmeden “bazı şeyleri kabul etmemiz gerekiyor,” diyordu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Halbuki nasıl güvenmiştim. İşte beni yıkan ani sarsıntıya uğratan ve perspektifimi kaybettiren bu aşırı güven olmuştu. Birçoğuna göre benim o andan sonraki tavrım da gayet normal olabilirdi. Ama bizim için asla! TİKB’nin sempatizanı, taraftarı olmam dahi göz yumulmaması ve kendime, düşüncelerine saygı duyup savunduğum komünist bir örgüte yakışmayacak bir tavırdı. Bu çözülmenin nedeninin düşüncelerine sempati duyduğum, uğruna aylarca en ağır işkencelere katlanıp hatta ölümü bile göze alabileceğim örgütümün ideolojisini kavrayamamak, ML’i yeterince öğrenip özümleyeemek olduğuna inanıyorum.

Ufkum öylesine dardı ki, sadece tanıdığım insanlara güvenden öteye gitmiyordu.

Orası bir savaş alanıydı. Düşman ve ben. Düşmanın amacı beni teslim almaktı. Gerekiyorsa, şartları da uygunsa beni öldürebilirdi.

Düşman tüm kinini kusuyor, insanlık dışı bir yığın yönteme başvuruyordu.

Aslında tüm bu azgınca saldırıları, onların acizliğinin açık bir göstergesiydi. İnançları bir an zincire vurulamamış insanları teslim almaları asla mümkün olmuyordu.

Halkıma inanıyordum. 12 Eylül’ün tüm saldırılarına rağmen göğüs geriyor, bizleri bağrına basıyordu.

(…)

Yoldaşlarıma güveniyordum. Çünkü birçoğu ölüme dahi gözünü kıpırmadan gidebilmişlerdi. Ve yine birçoğu, eşine az rastlanır direniş destanları yaratmışlardı. O güne kadar eğitimimi ve sorumluluğumu üstlenen hiçbir yoldaşın zaaf ve eksikliklerini görmemiştim. Benim için onlar istisnasız birçok şeyi bilir, her şeyi doğru yaparlardı. Ve son güne kadar onun da direnişi sürdürüyor olması bu güvenimi daha da pekiştiriyordu.

(…)

Tüm bunlara rağmen inandığım, güvendiğim insan düşman karşısında teslim olmuştu ve bana da bunu öneriyordu.

Evet sarsılmıştım. Benim perspektifim onunla sınırlıydı. Daha ilerisini göremiyordum. Benim her koşulda direnebilmem için bu tür durumlara karşı hazırlıklı olmam, düşüncelerine saygı duyduğum, inandığım örgütün asgari düzeyde de olsa düşüncelerini ve ideolojisini kavramam, ML’i kavrayıp özümlemem gerekiyordu ki, varolan inançlarım daha da güçlenip perçinlensin.

Ufkumun dar oluşu bir an için de olsa inançlarımı sarsıp bir daha asla unutamayacağım, alnımda yıllarca kara bir leke gibi taşıyacağım bir durumla karşılaşmama neden olmuştu. Ondan sonra önümde iki yol vardı: Ya bu teslimiyetin altında ezilip yok olacak ya da teslimiyetime yol açan eksiklik ve zaaflarımı kavrayıp bu doğrultuda adımlar atacaktım.

Direnmenin en önemli kıstası inançtır. Devrime, sınıfsız ve sömürüsüz topluma olan inanç, işçi sınıfına ve emekçi halka güven, yoldaşlara ve örgüte olan güven. Bunlar bir bütünlük arzetmesine rağmen kendisini geliştirip yenilemeyen, teorik ve pratik eksikliklerini gidermeyenin, tamamına olmasa bile bir veya birkaçına geçici olarak da olsa inancı sarsıldığı an tökezleyip düşmesi, saldırılar karşısında boyun eğmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Bunun ezikliğini yılarca duydum. Başta kendime olmak üzere, bunu aşacağıma söz verdim.

Yıl 1988. Ağustos’un o sıcak günlerinden biriydi. Gittiğim tren istasyonunda beni daha önceden de tanıyan cellatlarım pusuya yatmış bekliyorlarmış. Sinsice yaklaşıp birden üzerime çullanıverdiler. Kimi koluma, kimisi bacaklarıma yapıştı kene gibi. O ara bağırmaya başladım: “Adam öldürüyorlar, bunlar beni öldürecekler!..” Halktan birçok insan müdahale etmek isteyince bir kısmı kimliklerini gösterip polis olduklarını söylerken müdahale etmek isteyenlere de küfür ve hakaretler yağdırıyor, onları da alıp götürebileceklerini söylüyorlardı. Hatta yaşlıca bir ana, “bırakın çocuğu, burası dağbaşı mı?” diye bağırıyordu. Bu arada bağırmamam için bir kısmı da ağzımı kapatmaya çalışıyordu. Daha orada üzerimde ne var ne yok her şeyi alarak ceplerimi boşalttılar. Yakında ara sokakta bekleyen otolarına bindirip kollarımı arkadan kelepçeleyerek saçlarımdan tutup zorla başımı eğerek Gayrettepe’ye götürdüler.

Daha sonra çıkarken tabelasından okuduğum, ismini ise çok duyduğum, işkenceleriyle ünlü Gayrettepe!.. Kapıda girişte gözlerim bağlandı ve doğruca sorgu odasına götürüldüm. Yakalandığımda üzerimde bir de sahte kimlik vardı. İlk önce kimliğimin sahte olduğunu, asker kaçağı olduğum için bu kimliği taşıdığımı söyledim. Bunu kendilerinin de bildiğini, beni 2,5 yıldır takip ettiklerini söylüyor; fakat nerede kaldığımı, üzerimde çıkan anahtarların nerelere ait olduğunu, GK ile olan randevumun nerede ve hangi saatte olduğunu, kendilerinin benden sadece bunları istediklerini söylüyorlardı. Ve tren istasyonuna niçin geldiğimi…

Her şeyden önce bilmeniz gereken şu: Beni 2,5 yıldır takip etmiş olabilirsiniz. Hatta günün 24 saatinde videoya kaydetmiş olabilirsiniz. Ama nelere cevap verip nelere cevap vermeyeceğime ancak ben karar veririm. Ve bu kararımı kesinlikle değiştiremeyeceksiniz. Sizler her şeyi yapabilirsiniz. Hatta öldürebilirsiniz. Yapacağınız işkencelerin pek yabancısı değilim, sizleri de az çok tanıyorum. İstasyonda bağırmamın nedeni ölümden ya da yapacağınız işkencelerden korktuğum için değil, sadece oradaki insanların dikkatlerini çekebilmek içindi. Sanırım bunda da başarılı oldum. Şu ana kadar sorduğunuz sorulara cevap vermeyeceğim” dedim.

İçlerinden biri son derece adice küfürlere başladı. Ağzından salyalar saçan adeta kudurmuş bir it gibiydi. Akla gelebilecek ne kadar küfür varsa ardarda sıraladı. Bu arada düşünüyordum, bu saldırı karşısında nasıl bir tavır takınmalıyım diye. Kararımı vermiştim, tepkimi sert bir şekilde dile getirmeliydim. Nefesimi çektim, çektim… Gerilmiş bir yay gibi küfürlerin sonunun gelmesini bekliyordum.

Sen” dedim sesin geldiği yöne dönerek. Amacım bütün adice küfürlerin kin ve nefretimi daha da bilediğini onlara hissettirmekti. “…bana iyi bak! Senin gibilerin karşısında değil konuşmak, soracağınız en basit soruya dahi cevap vermeyeceğim! Bunu böyle bilesiniz. Elinizden geleni ardınıza komayın!” Tepkim beklediğim sonucu vermişti. “Tamam, tamam ben gidiyorum” deyip diğerleri de “tamam gitti” diyerek kapıyı açıp kapadılar. Tepkimi hala sürdürüyor ve sorulan en basit soruya dahi cevap vermiyordum.

Bir süre sonra elbiselerim çıkarıldı. Askıyla birlikte elektrik seansları başlamıştı. Elektrikle ilk karşılaşmamdı. Orada daha önce de verildiğini hiç umurumda olmadığımı söylememe rağmen aslında ilk defa elektrik veriliyordu. Yıllarca hep merak etmiştim acaba insan üzerindeki etkisi nasıl oluyor diye. Fakat şundan hiç kuşkum yoktu; devrime, örgüte ve halkımıza olan inanç… Özellikle tüm devrimcilerin hiçbir koşulda asla yitirmemeleri gereken örgütleri, sorumluları çözülmüş ve dağılmış olsa da halka ve devrime olan inançlarıdır. Bu perspektifi kaybetmeyen, konumu, siyasi bilinci ne olursa olsun o aşağılık işkenceci sürülerinin önünde bir adım dahi olsa geriletilemeyecek, bu onurlu savaşımı mutlaka kazanacaktır.

Sorgu esnasında onları ikna sorunumuz olmadığı için gerektiğinde bunu yüzlerine karşı açık açık söylemek, yalana başvurmaktan ziyade cevap vermeyeceğini söylemek… Eğer yalan söylenecekse o tavrı sonuna kadar sürdürmek, tutarlı olmak gerekiyor. Söylenen yalan ortaya çıksa dahi, tutarsız, temelsiz olduğunu ispat etseler dahi onları ikna etmek diye bir sorunumuz olmadığını açık açık söylemek gerekir.

Korkusuz insan yoktur. Halka ve devrime olan inancını yitirmeyen bir insan için en büyük korku ise onursuz ve ikiyüzlü yaşam olabilir. İnancını yitirmeyenler için bu, her türlü işkenceden, ölümden çok daha korkunç bir durumdur. Hele düşman şu dönem öylesine sinsi ki… Bir çökertmeye görsün, “Bak senden istediğimiz yalnızca randevunun yeri ve saati. Söz veriyoruz zabıtlara senin söylediğini geçirmeyeceğiz. Hatta gelecek insan bile bunu hissetmeyecek. Çünkü onu orada yakalamayıp takip edeceğiz. Şu an amacımız esas olarak onun nerede kaldığını öğrenmek” vb. şeklinde sözlerle sinsice yaklaşmaya çalışıyorlar.

Temel kıstas inanç olmakla birlikte insan onuru ve kişilik etkileyici faktörler. Hele ki böylesi dönemde insanın bir an için sarsıldığını düşünün. Yaptıkları uzun vadeli hesaplar nedeniyle ellerindeki imkanları kullanacakları muhakkak. Mücadelelerini sürdüren devrimci ve komünist örgütlerin çalışmalarını daha yakından takip edebilmek, zamanı geldiği an ağır ve topyekun darbe indirebilmek için tehdit, işkence ve birtakım vaatlerle kişileri kendi hizmetlrine sokmaya çalışacaklardır. Çalışma tarzlarını Leninist ilkeler temeline oturtmayan, uyanıklığı bir an olsun gevşeten örgütlerin, nereden geldiğini dahi anlayabilmekte güçlük çekecekleri ağır darbelerle karşılaşmaları kaçınılmazdır. İkesizliklere asla göz yumulmamalı ve son derece dikkatli olunmalıdır.

Devrime ve halkına inanan, güvenen o aşağılık yaratıkların oyununa gelmez. Her türlü işkenceye, moral bozucu küfür ve haraketlere rağmen… Onurlu ve inanan bir insan için yoldaşlarının yakalanmasına yardımcı olmak kadar onur kırıcı ve insanlık dışı bir şey olamaz.

İkinci askılı elektrik seansından sonraydı. “Tamam, buluşma yerinden vazgeçtik, bari saatini söyle” diyorlar. Anlaşılan yakalandığım yerin çevresini hala abluka altında tutuyorlar. Eğer yeri konusunda tahmin yürüttükleri buluşmanın hiç olmazsa satini bilseler orada daha ne kadar bekleyeceklerine karar verecekler. Bunun yanı sıra nabzımı ölçmek, işkencenin dozunu ayarlayabilmek için buluşmanın kaçta olacağını öğrenmek önemliydi onlar için. Yerini kesin olarak bilmeseler de…

Fakat benim kararım kesindi ve kuşkuya yer yoktu.

Saat şu an kaç?” dedim… Biri hemen cevapladı.

7” (19:00)

Pekala, buluşma saat 8’de (20:00)

Çok kısa bir süre sessizlik oldu, devam ettim: “Bunu mu istiyorsunuz? İşte size bir saat daha, yapın yapabileceklerinizi. Bir saat daha işkence yapacaksınız. Ya sonra!.. Bedenimi bağlayıp askıya alabilirsiniz, irademi ve inançlarımı asla!”

Niyetim, doğru olmayan ileri bir saat söyleyip yerini söyletmek için yapabilecekleri hiçbir şeyden korkmadığımı vurgulamaktı. Tabii ki söylediğim buluşma saati doğru değildi. O an buluşmanın bir saat önce olduğunu da söyleyebilirdim. Fakat o zaman işkenceden kurtulmaya çalıştığımı sanabilirlerdi. Buna izin vermeye, kafalarında böyle bir intiba uyandırmaya niyetim yoktu. Amacım tam tersiydi.

Doğrusu o an yüzlerini görebilmeyi çok isterdim. Kendilerine yalan söyleyemeyeceğimi, fakat gerçekleri ise asla söyletemeyeceklerini yüzlerine karşı söylüyordum.

Elektrik seanslarından sonra gece gündüz başıma nöbetçi koyarak uyutmuyorlardı.

(…)

Adana’ya götürüldüğümde sorgunun devam ettiği ilk 3 gün moral ve psikolojik işkence ağırlıktaydı. “Biliyoruz, genelde sizinkileri işkenceyle çözmek mümkün değil. Bizler de işkence taraftarı değiliz. İkna yoluyla cevaplarını aradığımız sorulara makul cevaplar vermen mümkün. Buna bir çözüm bulmalıyız. Senin yüzünden bir yığın inan töhmet altında. Onların suçsuz olduğuna, bizleri sen inandırabilirsin. Randevuya biz seni beklemiyorduk. Seni gönderen G.K. son derece bencil, egoist bir insan. Seni ortaya koyuyor. Yakalanırsa sen yakalanırsın diye. Biraz akılcı ol. Aslında biz olsak şu aşamada seni almazdık. Ama İstanbul polisi seni takip etmeye cesaret edemedi. Çünkü hemen her defasında elinden kaçırıyor. Burada bizleri de çok uğraştırdın. Fakat kaybettiğimiz an geçebileceğin noktalara adamlarımızı koyup takibi devam ettirmeye çalıştık.”

Evet birçok kez takip edildiğimi hissetmiştim. Lakin genellikle uyguladığım birkaç test sonucu gelen olmadığını gördüğümde kuşkumun yersiz olduğu kanaatine varıyordum.

(…)

Adana polisinin sorgu yöntemi beni çok şaşırtmıştı. Lakin yöntemleri ne olursa olsun amaçları diğerlerininkiyle aynıydı: Kazanmak!

Yöntemlerinden anlaşıldığı kadarıyla bizleri, yoldaşları çok iyi tanıyorlardı. Bunlara rağmen onlara kara çalmak, hakaret etmekten geri kalmıyorlardı. Özellikle egoistlik suçlamasını öyle çok yapıyorlardı ki, karşılarında sadece gülümsüyordum. “Bahsettiğiniz insanı tanıyıp tanımadığım konusuna cevap vermeyeceğim. Şunu bilesiniz ki bizler asla egoist değiliz. Bunu az çok siz de biliyorsunuzdur ya… Biz sevdiğimiz, saygı duyduğumuz yoldaşlarımız için ölümü göze almış insanlarız. Bu tür bayat suçlamalara değil inanmak ancak gülünür.”

(…)

Saatlerce süren seanslardan artık bunalmıştım. Gözaltına alındığım andan itibaren her geçen gün kendime olan güvenim daha da artıyordu.

Üçüncü seansın sonunda “yeter artık” dedim. “Yaşayacaksam da öleceksem de onurlu olmasını istiyorum. Kişisel niyetiniz ne olursa olsun sonuçta amacınız diğerlerininkiyle aynı: Bana diz çöktürmek!

Bu benim son şansım. Yaşamak ya da ölmek… Ben yaşamak istiyorum. Onurlu ve insan gibi.

Ölmek, kalbin durup beynin hiçbir işlevi yerine getirememesi değildir sadece. Sizler, hizmetinde bulunduğunuz bu kokuşmuş düzen, hep yaşayan ölüler yaratmayı amaçlıyorsunuz.

Sizce nedir yaşamak? Sevdiklerini, arkadaşlarını arkadan hançerlemek mi? Kendinden başkasını düşünmemek, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ demek mi? Şurada hanginizin sonuna kadar güvenebileceği bir yakını, bir arkadaşı var?

Er ya da geç, hizmetinde bulunduğunuz, ayakta tutabilmek için çırpınıp durduğunuz bu düzen mutlaka yıkılacak. Bu inancımı asla yok edemeyeceksiniz.

Bir gün mutlaka, ama mutlaka bu düzen yıkılacak ve tüm insanlık özgür, mutlu ve onurlarıyla yaşayacaklar.

Bilmem ‘Direnme Savaşı’ adlı bir roman vardır, okudunuz mu? İlk okuduğum romanlardan biridir. İnsanın etkilenmemesi mümkün mü? Düşünün bir kere, direnmek için yaşıyor. Yaşamak için kendi dışkılarından çıkan sindirilmemiş pirinçleri temizleyip yemek zorunda kalıyor. Ve bu insan ve insanlar yaşamak, insanca ve onurlu yaşamak için yıllarca süren direnme savaşı veriyorlar. Yıllarca önce okumuş olmama rağmen onun son sözlerinin anlamını asla unutamam: ‘Direnme savaşını kazanmanın altında yatan neden partiye olan bağlılığım, halkıma ve devrime olan inancımdan kanaklanmaktadır’. Onun için boşuna uğraşmayın. Elinizdeyim işte. Gözlerim bağlı. Her türlü yöntemi deneyebilmek için elinizde imkanlar var. Ama unutmayın, bütün bunların hesabı bir gün mutlak sorulacak…”

Hayret! Sözümü dahi kesmeden dinliyorlardı. Uzunca süren ‘nutkum’dan sonra bir süre sessizlik oldu. Sessizliği bozan tim şefi oldu.

Pekala sen kazandın. Evet bu savaşı sen kazandın. Biz seni kazanalım derken neredeyse sen bizi kazanıyordun. Ne yapalım biz kaybettik” diyordu. Tavırlarına hala anlam veremiyordum. Artık kendilerinden bu görevi alabileceklereni söylüyordu, savaşı kaybetmiş bir komutan edasıyla… Bundan sonra sesini de duymayacağımı, sorguma katılmayacağını belirtiyordu. Yalvararak kabul ettirmek, ikna etmek için tüm uğraşları boşa gitmişti. Kendilerinin inandığını söyledikleri ve üstlerine kabul ettirmeye çalıştıkları yöntemde başarısız olmuşlardı.

Hücreme götürüldüğümde sabah olmak üzereydi. Evet kazanmıştım. Artık yapabilecekleri pek bir şey kalmadığını düşünüyordum. Fakat yine de tedbiri elden bırakmamak, beklenmedik saldırılara hazırlıklı olmak gerekiyordu.

(…)

Kendisini daha önce cezaevinde tanıdığım T’yı, 45-50 yaşlarında, şişman, orta boylu, saçları beyazlaşmaya başlamış, tavırlarından amir olduğu anlaşılan işkenceci tekme-tokat dövmekteydi. Ben içeri sokulduktan sonra bana döndü, adice küfürler ederek üzerime saldırıp tekme tokat, yumruk nereme rastgelirse vurmaya başladı.

(…)

Suratı kudurmuş bir hayvana benziyordu. Hayır, o bir insan olamaz. Vahşi bir hayvandı karşımızdaki.

Getirin şu or…yu” diye bağırıyordu. Bu arada kendisi boş durmuyor, vahşice saldırısını sürdürüyordu.

Birini daha getirdiler odaya. Bizim gibi şaşkın bakışlarla o da etrafına bakınıyordu. Sanırım o da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

İnsan müsveddesinin karşısında duranın kadın olması umurunda bile değildi. Üzerinde bulunan giysilere saldırıp parçalamaya çalışıyor, tecavüz etme tehdidinde bulunuyordu. Bir mahluk ancak bu kadar adileşebilirdi. Rastgele saldırıları sırasında birçok yerim sıyrılıp yarılmış, giyeceklerim yırtılıp sökülmüş ve kana bulanmıştı. “Tanıyor musunuz, tanımıyor musunuz” diyordu.

Vur ulan vur!” diyerek dayanamayıp patladım. Artık ilk şaşkınlığımı üzerimden atmış, olayı iyice kavramaya başlamıştım.

Tanımıyorum lan, tanımıyorum! Tanısam da tanımıyorum! Senin için tanımıyorum ve tanımayacağım da… Değil sen, allahınız da gelse tanımayacağım. Sen nesin, insan mısın sen! Sen kendini insan mı sanyorsun namussuz, şerefsiz, faşist köpek! Bu yaptıklarının hesabının sorulmayacağını mı sanıyorsun?

İyi bak yüzüme, bak bak! Evet ben bir komünistim! Bundan da gurur duyuyorum!”

Kendimi koyvermiş bas bas bağırıyorum. Diğer görevliler de beni teskine çalışıyordu, ama boşunaydı “Yeter artık” yeter diyorlardı amirlerine. Bizleri elinden alıp hücrelere doğru götürüyorlardı.

Ben ise susmuyorum. Kanlar içinde, üzerimdeki giysilerin parçalanmış halini gören diğer polisler bir an ürküyor, bana pek müdahale etmiyorlardı. Hücreye atıp kapıyı kapadılar. Gözümün altından sızan kan hala durmamış, her yer kan olmuştu.

Birkaç dakika sonra hücremin kapısına gelmiş, sessizce beni seyrediyordu. Hayret! Şunun tavırlarına bakın. Anlaşılan halim onu da ürkütmüştü. Fakat değer yargılarımıza saldırmaktan da geri durmuyordu.

İyi bak bana, iyi tanı bizleri” diyordum. “Bizler sizin gibi aşağılık değiliz. Kızın yaşındaki ansana saldırıyor, tecavüze yelteniyorsun. Sizin ahlak anlayışınız işte bu. Karşınızdaki öz kızınız dahi olsa aynı şeyi yaparsınız. Elleri kolları bağlı insana tecavüze yeltenmekten daha aşağılık ne olabilir?! Sizler toplumun, insanlığın yüz karasısınız. Er veya geç temizleneceksiniz. Evet ben bir komünistim, iyi tanı bizleri. Bizlerin ahlaki değer yargıları en kutsal olanıdır.

Sizin gibilerin hakkı birer mermi olacak, bilesiniz. Aslında ona bile değmezsiniz, ama helal olsun! Dünyanın neresine gidereniz gidin bu aşağılık yaşamınıza bir son verilecektir. Bunu sakın unutma! Biliyorum, o gün geldiğinde ayaklarımıza kapanıp yalvaracaksınız ama nafile, asla bağışlanmayacaksınız.

Şu anda bile korkuyu gözlerinden okuyabilmek mümkün. Söyle bana kimsin sen? Hadi söyle bakalım! Sıkıyor mu, var mı cesaretin?”

Aralarında daha önce hücreme gelip benimle konuşan polis de var. Onun görmeyeceği şekilde, yalvarırcasına susmamı işaret ediyor.

Zoraki bir isim söylüyor, “Yusuf Özbek” diyor. Kol numarasını sorduğumda adice gülümsüyor.

Gülersin” diyorum, “gülersin”. Kendi mahkemelerinizin önünde dahi nasıl yalan söylediğinizi çok iyi biliyorum. Yaptıklarınızı dahi açık açık söylemeye cesaretiniz yoktur.

Götürün şunu karşımdan, yüzünü daha fazla görmek istemiyorum.”

(…)

Şubede yaşananları duymayan kalmamış sanırım. O güne kadar nezarette nöbet tutan, görmüş ya da görmemiş olan bir yığın polis beni görmeye geliyor; kimisi üzüntüsünü dile getirmekten çekinmiyordu.

Görünüşüm korkunç bir haldeydi. Karşıma geçip yüzüme bakanların dehşetinden anlıyordum bunu.

Bir gün sonra gözlerim bağlanıp tekrar sorgu odasına götürüldüm. Seslerinden beni daha önce sorgulayan tim olmadığı anlaşılıyordu. Zaten parçalanmış olan giysilerimi çıkardılar. Yere oturtup anlatmamı istiyorlardı. Kesin bir dille anlatacak hiçbir şeyim olmadığını, hele bu şekilde soracakları en basit bir soruya dahi cevap vermeyeceğimi söyledim.

Anlat,” diyorlardı. “Anahtarların bulunduğu ev nereye ait? Sen nerede kalıyorsun? Bütün bunları cevaplayacaksın” diyorlardı. “Hiçbir sorunuza cevap vermiyorum, vermeyeceğim” diyordum. “Bunları öğrenmezsek bize gülerler” diyorlardı. Umrumda olmadığını, hem gülünecek birileri varsa onların da İstanbul polisleri olduğunu söylüyordum. Tavırlarım son derece kararlı ve kesindi. Ölüm dahil yapabilecekleri hiçbir şeyden korkmayacağımı yüzlerine haykırdın.

Farkındayım, en ufak bir tereddütümü sezseler, fiziki işkence, teknik yöntemlerle devam edeceklerdi. Aslında biraz da önceki sorgu timine olan güvensizliklerini sergiliyorlardı. Onlar mı sorgulamada yetersiz yoksa ben mi kararlıydım, biraz da bunu öğrenmeye çalışıyorlardı.

(…)

Aralarındaki rekabet ve güvensizliği yüzlerine vurmak, birbirlerine duydukları kin ve öfkenin açığa çıkmasını ve berraklaşmasını hızlandırıyordu.

(…)

Buradaki “soruşturma” bitmişti. İstanbul polisi “Soruşturmayı derinleştirebilmek” için beni geri istiyordu.

Gözaltına alındıktan 15-16 gün sonra tekrar İstanbul siyasi şubeye getirilmiştim. Bir gün sonra hücrelerden alınıp sorgu odasına çıkarıldım, “Soruşturmayı derinleştirebilmek” için 15 gün daha uzattıklarını söylüyorlardı. Hiç umurumda olmadığını, gözaltı süresinin 90 gün olduğu günlerde de gözaltına alındığımı söyledim.

(…)

Sorgu seansları sırasında ara sıra konuşan birinin konuşması dikkatimi çekti. Aynı sesi daha önce iki defa daha duyduğumu anımsadım. “Sen her zaman böyle küfürlü mü konuşursun, anladığım kadarıyla alkol de almışsın” dediğimde, her zaman böyle olduğunu, her gün alkol aldığını söylüyordu.

Gözaltına alındığım ilk gün sorguma katılıp katılmadığını sordum. Bir süre durduktan sonra “Arkadaş işaret ediyor, ben katılmamışım” diyor. Bir gün sonraki gece yapılan sorguma ise “Hatırlamadığı” cevabını verdikten sonra, “aslında şu insan haklarıymış bilmem neymiş olmayacaktı, görürdün o zaman gününü, ah ulan!” diyerek sınırsız işkence yapmaları kısıtlandığı için üzülüyordu. Kurduğu her cümlede bir veya birkaç küfür eksik olmuyordu.

Sen gerçekten tam öldürülecek adamsın!” dediğimde önce hepsi güldü. Daha sonra da “öldürmezseniz bilmem ne yapayım” diye başladı tespih çeker gibi küfretmeye… Ve, bu sözleri duyduğunu, artık alıştığını, özellikle bizlerle kan davası olduğunu, fırsatını buldukça öldüreceğini söylüyordu.

Neden böyle leş gibi alkol koktuğunu, insandan çok bir hayvanın çığlıklarını anımsatan sesler çıkaran, insanlıktan çıkmış bu mahluku anlamak zor değildi artık.

(…)

Her şeyin bitip ifade aşamalarında daha dikkatli olmak, uyanıklığı elden bırakmamak gerekiyor. Çok basit kelime oyunlarıyla mahkeme karşısında yapılacak hukuki savunmayı çıkmaza sokabilir.

Bilmem hangi konferansın yapıldığı yeri sanki ben anlatıyormuşum gibi ifade tutanağına sıkıştırıveriyorlardı. “Ne yazdırıyorsunuz siz” dedim. “Sizin değil onun altında benim imzam olacak. O bölümler çıkarılmadığı sürece imzalamayacağımı” belirttim. Tim şefi, “peki peki nasıl istiyorsan öyle olsun, ben karışmıyorum artık” diyerek kenara çekilmişti.

Yakalanmadan önce dışarda geçirdiğim son 3 yıllık süre konusunda, nerede ne yaptım, nerelerde kaldım gibi sorulara “cevap vermeyeceğim” yanıtı verdim.

Ayrıca Kontrol Et

1 Mayıs’ta gözaltına alınan 35 kişinin gözaltı süresi uzatıldı

1 Mayıs’ta gözaltına alınan 217 kişiden 18’i Gençlik Komiteleri üyesi, 17’si Partizan okuru olan 35 kişi hakkındaki gözaltı süresi bir gün daha uzatıldı