‘Olmasaydı sonumuz böyle’



Ahmet Kaya’nın doğum gününe ithafen, Cemal Süreya’nın  “2000′e Doğru Dergisi” için Ahmet Kaya ile yaptığı 1989 tarihli röportajdan bir bölüm yayınlıyoruz…


Ahmet Kaya’nın yükselişini neye bağlayabiliriz? Gerçi bir günlük, bir yıllık olay değil bu. Çocukluğundan beri ezgiyle uğraşıyor. Ama yükselme grafiğinde son zamanlarda bir sıçrama olduğu da bir gerçek. Kasetleri 1 milyonun üzerinde satıyor. Depolitizasyon politikasının bir yerde kırılmasının onun kişiliğinde, ona hayran oluş biçiminde de yansıdığını söyleyebiliriz. Kendisine gönderilen son mektupların birkaç yüzünü elden geçirdik. Hepsinde de aynı nitelikte bir coşku bulduk; demokrasi isteği, dünyanın değişmesi özlemi… Depolitizasyona ilk tepki müzik alanında doğdu, diyebiliriz. Mahkumdan da mektup alıyor Ahmet Kaya, infaz memurundan da; esnaftan da, işçiden de, terzi kızdan da. Mektuplarda, bir müzisyene gönderilenin çok çok ötesinde mesajlar var.

Kendisiyle görüşmek için önce Kadıköy’deki Olimpiyat Lokantası’nı seçmiştik. Ancak oradaki müzik yayını ve uğultu elimizdeki ses alma aygıtını sağır duruma getirince, sil baştan yapıp röportajı başka bir yerde gerçekleştirdik.

Ahmet Kaya kendine sonsuz güven duyan biri. Kendisiyle gönenen biri. Sözünü de sakınmıyor. Ayrıca kendi dalındaki başka sanatçılardan daha derin, daha mürekkep yalamış olduğunu her haliyle, her sözüyle ortaya koyuyor.

Sosyal mücadeleyi her şeyin önünde görüyor, aşkın da, ünün de, dostluğun da. Çelişkilerden korkmuyor. İçinden geldiği gibi konuşursa zaten çelişkiye düşmeyeceği kanısında sanki. “Devrimci müzik”i hayatının ve kişiselliğinin kendisi haline getirmiş.

Hüznünde alarm yok. Denebilirse, bir sevinç çığlığı saklı hüznünde.

Sevgili Ahmet Kaya, sana gönderilmiş son mektupların bir bölüğünü okudum. Bu senin gerçekten büyük ün yaptığının kanıtıdır. Ne mektuplar ama! Ne kadar güzel! Düşüncelerinizden ötürü kasetlerinizi dinlediklerini söylerlerken sorular yöneltiyorlar. Sözgelimi şöyle diyorlar: “Kendinizi bugünkü müzik içinde nereye oturtuyorsunuz?”

Bugüne kadar yaptığım müziğin bir altyapıdan hareketle oluştuğunu düşünüyorum. Benim, sınıfsal ilişkilerimin, sınıfsal yapımın, ideolojik anlamda geçmiş dönemde yaşadıklarımla beslenmesiyle öğrendiklerim ve yaşadıklarım müziğim için anahtar oldu. Her şeyden önce bir devrimciyim ben; Türkiye’de özgürlük ve demokrasi mücadelesi anlamında sanat alanında mücadele veren insanlardan biriyim.

Size mektup yazanlardan biri de şöyle demiş: “Müzikle demokrasinin ne olduğunu anladım”. Bu ne demek sizce?

Biraz önce dediğim gibi, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir neferiyim ben. Kendimle yansıttığım şeyler insan haklarını, yitirdiğimiz demokratik haklarımızı ezgilerle sunmak, insanlara sorular sormak… Cevaplarımı zaten halktan alıyorum. Ben sadece soru soruyorum. Yaptığım müzik şu anda bir çözüm müziği değil. Somut durum müziği değil. “Ne yapmalı?” sorusunun yanıtını vermiyorum. Soruyorum; yaşadıklarımız gördüklerimiz bu; neler yapmak lazım… Sanıyorum arkadaşlar da bana yazdıkları mektuplarda veriyorlar cevaplarını. “Demokratın, demokrat olmanın ne olduğunu senin müziğinde gördük.” Elbet, bu benim için bir ölçü değil. Herhangi bir insanın gerçekten demokrat olması için Ahmet Kaya’nın şarkıları yetmez. Ama böyle bir sinyal gönderebildiysem ne mutlu bana!

Türkiye’nin bugünkü ortamında gerçek demokrat olmak size göre daha neleri içermelidir?

Yaşadığının bilincinde olmak. Türkiye’yi ve dünyayı iyi tanımak. Ayaklarını Türkiye toprağına basarak Türkiye’yi tahlil etmek.

Müzik sence bir yöneltme midir, yoksa bir yansıma mı? Araç mı, yoksa sonuçta elde edilen bir ürün mü? Daha açayım; bugün Türkiye’nin yansısı, Türkiye’nin izdüşümü müzikle de ifade edilir, resimle de, başka sanatlarla da? Müzik bunların en güçlüsü ve en yaygını. Türkiye’nin sesi, yansısı bugün hangi müzik türünde sizce?

Çağdaşlık ve ilericilik adına gerçekten evrensellik boyutlarına ulaşacak bir tür, bence uluslararası alanda bir anlam kazanacaktır. Türkiye’yi tanıtmak anlamında. 15 kişilik bir yurttan sesler korusu düşünün, diğer yandan 70 kişilik 7 sesli müzik yapan bir arabesk orkestrasını düşünün (Orhan Gencebay’ın yaptığı gibi). 15 tane otantik halk çalgısının bir araya gelip çıkarttığı tek sesli müzik mi, yoksa 70 kişilik orkestranın yaptığı arabesk müzik mi daha ileri. Geçmişte bize öğretilen burjuvazinin sunduğu tüm ileri olanaklardan yararlanmaktı. Şimdi, bunların hangisi Türkiye’yi daha iyi anlatır. Yalnız arabesk olarak bakmıyorum. Bir de politik yanı var olayın. Türkiye’nin gerçeğini, yaşanan olayları, Türkiye’nin doğrularını kaderci anlayışla anlatmak mümkün değil. Ve halk müziği dediğiniz zaman, uluslararası anlamda, “İşte bizim müziğimiz budur, Türkiye budur.” diyebiliyor muyuz? “Türkiye Köroğlu’dur, Pir Sultan’dır, Aşık Veysel’dir. Bizim gerçeğimiz budur” diyerek geçiştiriyorlar. Sinemadaki gibi, eski kilim göstermek gerekiyor ödül almak için. Türkiye’deki işçi sınıfının mücadelesini, emekçi yığınlarının gerçek anlamda verdikleri mücadeleyi sinemaya aktarmanızı Avrupalı istemiyor. Türkiye’yi gerçek anlamda anlatan müzik türlerine gelince, bu da işte bizim yaptığımız: İşkenceyi, insan haklarının hiçlenmesini, baskıları, demokratik haklarımızın alınmasını Türkiye dışındakilere doğru olarak anlatacak olan bizleriz. Halk müziği değil yani.

Bu müziğe ad düşünülürken “sol arabesk” dendi, “devrimci arabesk” dendi. Siz bir ad verebiliyor musunuz? Verilmiş adlardan birini kabul ediyor musunuz?

Verilmiş adlardan hiçbirini kabul etmiyorum. Protest müzik değil. Başkaldırı da denilen protest müzik türü yalnız sosyalist camiada değil, radikallerde de var, yeşillerde de var. Feministlerde bile var. Onlar kendi kavrayışları dışındaki anlayışlara tabii ki müzikle karşı çıkacaklardır. Öte yandan, benim yaptığım müziğe “özgün müzik” de diyemiyorum. Her sanatçının yaptığı özgün müzik. Orhan Gencebay’ın da… Varolan müziklerin karışımıyla özgün müzik olur. Ancak doğu-batı sentezi denilen yanlış ve sakat anlayışın bir ürünü değil.

Böyle bir sentez yok Türkiye’de. Doğu ritmlerini alıp üstteki melodik yapıyı Batı temasıyla işleyin, işte size, saçma sapan bir arabesk… Altı kaval üstü şişhane bir şey. Bizim yaptığımız müziğin özünde gerçekten Doğu kültürü yok. Yalnız diksiyonumuzda var bu. Ben Malatyalı’yım. Konuşmamda var. Kullandığımız bütün enstrümanlar Batı’nın. Hatta Türk halk çalgılarından bağlamayı bile şarkılarımda renk sazı olarak kullanıyorum. Aslında buna da karşıyım. Kısır ve çaresiz bir alet bağlama. Dar oktavlı bağlamayı temele koymak yetersizliğin bir göstergesi. Bir anlamda, “Türk olduğumuz için bizim sazımızdır” gibi fanatik anlayışa katılmıyorum ben.

(…)

Sana göre feminizm nedir?

Bana göresi, sana göresi mi var kardeşim. Ne yani, bu her kelleye bir takke mi ki, sen başka tarif et ben başka… Efendim, şöyle söylesem. Feminist kuramla uzaktan yakından uğraşmadığı halde kendini feminst olarak gören bir sürü kadın var. Birçok kadın feminizmi kısaca “kadın sorunları çerçevesinde savaşçı bağlanma” olarak anlıyor. Kimileri içinse kadınların kurtuluşu için her teorik ve pratik uğraşı feminizmdir.

Belirli üretim araçları özel mülkiyette oldukça ve egemen sınıf, işçi sınıfının ve kadın kitlesinin baskı altında olmasından çıkar sağlama gücünü elinde tuttukça kadın üstündeki baskının etkililiğinde ve sürekli olarak yeniden üretilmesinde köklü hiçbir değişiklik olmayacaktır. O yüzden de kadının kurtuluşunun maddi temeli, bu ekonomik ve pratik gücün alt edilmesidir.

Feminizme neden bu kadar karşısın?

Bir kere feministlerin birlik çağrısı bundan 70 yıl önce, Lenin’in “işçi kitlelerinden kopuk, küçük güçsüz grupların birlik yaygarası halis bir ikiyüzlülüktür. Çünkü birliği bozan, bölücü taktikleriyle çoğunluğun isteğine karşı gelen onlardır” diye nitelediği işçi sınıfının uzağında üretilen birtakım “aydın” akımlardan biridir sadece.

Kadın-erkek arasında da, erkekle erkek arasında da sömürü var; bunlar insanların gerçek devrimi yaptığı zaman bitecektir.

(…)

Bugünkü yaşadığımız hayat nasıl bir hayat?

Bu soru tam bir alaturka şarkı gibi oldu. Cevap vermek mümkün değil. Zaten görünüyor. İşte böyle bir hayat.

Peki, eskisine göre, mesela on yıl öncesine göre nasıl bir hayat bugün yaşadığımız?

Bence iyi deneyimlerden ve süzgeçlerden geçtik. Bir sürü şey gördük. 70′li yılların başında kafamızı duvara vurduk. Ben onu görmedim. 80′li yıllarda bir sürü şeylerin ciddi anlamda sentezine vardık. Yapılması gereken şeylerin ne olduğunu, geçmişteki hataları tekrarlamamayı, doğru şeyler yapmayı ilke edindik. Çok daha olumlu bir seyir içindeyiz.

(…)

Denizi nasıl algılardın?

Sinemada görmüştüm denizi. Ama algılama yeteneğim yok henüz. Aklımda Kızkulesi ve kızın hikayesi. Babam bunu belki 150 sefer anlatmıştır. Gece 11′de işe gider sabah 7′de gelirdi. 7′de ben karşılardım. Ekmeğin içinde helvalarla gelir, uykusuz uykusuz bize iki saat İstanbul’u anlatırdı. “Biz İstanbul’a gideceğiz, hepiniz orada okuyacaksınız, hepiniz orada çalışacaksınız” derdi ve bir şarkı vardı hep onu söylerdi. Çok severdim. “Dilo azbımrım, dilo hayran levi bahare mırın pır xoşe dilo hayran lı mülke bove.” (Biz babamızın topraklarında büyüdük. Bir gün babamızın topraklarında öleceğiz.) İstanbul’a gidiyoruz. Fakat mutlaka ve mutlaka bir gün buralara geleceğiz, evimiz, arsamız, yerimiz hep burada olacak diyordu babam. Sonra her sabah geldiğinde babam bütün bir gece boyu vardiyada çalıştığı için, ben onunla birlikte yatağa girip yatıyordum. O zamanlar altı yaşlarındayım; ailenin en küçüğü olduğum için olağanüstü düşkünlük gösterilirdi. Sokağa çıkarır, herkese küfrettirirdi, onur duyardı yani.

O dönemde fabrikada pazartesileri salıları işçi gecesi yapılırdı. O zamanlar memur evlerinin yanına biz gidemezdik, mümkün değildi, memur çocukları vardı. Onların evleri, mahalleleri ayrıydı. Biz, işçi çocukları, onların eğlence gecelerine de gidemezdik. Salı günleri gırla giderdi. Çoluk-çocuk, anneler, babalar, işçiler, yaşlılar… Buradaki gruplar vardı, bağlama çalınırdı. Benim bağlamaya sempatim o zamanlardan başlıyor. Bir gün eve geldiğim zaman, “Sana bir süprizimiz var,” dediler, “baban sana bir şey aldı.” Baktım duvarda bir cura, üstüne de benim vesikalık resmim yapıştırılmış. Küçük bir cura. O an bir ağlama tuttu bende. Kümeste, nasıl oldu da bir sazım oldu diye 2-3 saat ağladım. Bağlama çalmaya o zaman başladım. Ve, çok enterasandır, söylemek biraz güç ama, samimi olarak söylüyorum, 15 günde öğrendim bağlama çalmayı.

 

*Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/olmasaydi-sonumuz-boyle/

 

Ayrıca Kontrol Et

Özgür Ülke’yi de Susturamadılar Özgür Basını da!

Özgür Ülke Gazetesi’nin bombalanmasının 30. yılında İstanbul Kadırga’da bir basın açıklaması yapıldı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “bertaraf edin” direktifiyle TNT kalıpları kullanılarak bombalanan Özgür Gündem saldırısı sırasında dağıtımcı Ersin Yıldız hayatını kaybetmiş, yirmi bir çalışan da yaralanmıştı.