Sezai Ekinci yoldaşın 30 Ekim 1992’deki ölümünün ardından Devrimci Proletarya‘nın 16 Kasım 1992 tarihli 17. sayısında yer alan yazıyı yayınlıyoruz:
Kim, nerede, ne zaman ve nasıl düşecek toprağa?.. Hangimiz bilebilirdik bunu?.. Bu noktada sonuç sadece bize bağlı değil ki… Bunu da kendimiz seçebilseydik eğer, sıralama ve biçime ilişkin tercihlerimiz çok farklı olurdu kuşkusuz… Osman‘ın aramızdan o kadar erken ayrılmasına izin verir miydik örneğin?.. Seçim şansımızı bir kez ve baştan kullanmıştık: Devrim ve sınıfsız komünist toplum yolunda sonuna kadar yürümek… Gerisi artık mücadelenin akışına kalmıştı.
Bu yolda ölümle karşılaşabileceğimizin de bilincindeydik… Ama bu olasılık, ne ürküttü ne de gözümüzü korkuttu bir günden bir güne… Bunu bilerek ve göze alarak yapmıştık zaten baştaki seçimimizi… Ölüm olasılığı sürekli bizimleydi, onu adeta cebimizde taşıyorduk… Hepimizin tek dileği, yeri geldiğinde onunla en anlamlı biçimde buluşmaktı. Tabii en çok arzuladığımız biçim, elde silah, vuruşa vuruşa ölmekti… Osman tam istediği gibi öldü… Sonra Metin, Aslan, Mehmet Ali… derken şimdilik son olarak Şaban… Nasıl da imrendik bu konuda onlara?… Ama Fatih‘in, İsmail‘in, Selma, Yunus veya Eralp‘in ölümleri daha mı az anlamlı bu yüzden?… Değil elbette…
Ölümün anlamını, onun biçiminde arayan ya bir çocuktur ya da bir idealist… Ölümün anlamı yaşamda saklıdır! Anlamsız bir yaşamın -olumlu açıdan- anlamlı bir sonu olabilir mi ya da anlamlı bir yaşamın son buluşundaki “biçimsizlik” onun özünü ortadan kaldırabilir mi? Senin ölümüne isyanımız da bundan ileri gelmiyor mu zaten?.. “Zamanı mıydı” diyoruz, “böyle mi ölecektin” diye kahrediyoruz… Neden “zamansız”, neye göre “biçimsiz”, niçin “beklenmedik” bir ölüm bu?
Bu soruların yanıtı, senin devrimci yaşamında yatıyor.
TİKB‘nin kuruluşu ve bugünlere gelişinde çok emeğin var. ’74’ten bu yana devrimci kavganın içinde, TİKB’nin saflarındasın. Mücadelenin görev almadığın cephesi kalmadı. Askerlik de yaptın, örgütçülük ve propagandacılık da; öğrenci hareketi içinde de yer aldın, işçi sınıfı içinde de çalıştın…
Osman’ın komutasındaki silahlı eylem birimlerimizin en eski üyelerinden biriydin; daha sonra onun boşluğunu doldurmaya yönelen komutanlardan biri oldun. Sıkı bir ekiptiniz. Gerçekleştirdiğiniz eylemlerin birçoğu, dönemin koşulları içinde birer planlama ve uygulama klasiğiydi. Ankara Gümrük Müdürlüğü’ne ait kurye aracından kamulaştırılması hedeflenen parayı tereyağından kıl çeker gibi nasıl da ustaca almıştınız? Eylem o kadar cüretkar, plan o kadar mükemmeldi ki, iki araba dolusu görevli ve muhafız, kıpırdamaya bile fırsat bulamamışlardı.
Ya Fatih’le birlikte Çankırı’daki destansı direnişinize ne demeli? Koca bir şehrin polisi ve jandarması peşinize düştü de sizi ele geçiremedi. Yine devrimci bir eylemin hazırlığı içindeydiniz. Çankırı’nın göbeğinde başlayıp, şehrin dışındaki yollar ve tarlalarda süren takip ve çatışmalar sırasında kaç barikatı yarıp çıkmıştınız? Polis sizi ele geçirmeye çalışırken, siz bir polis arabasına nasıl el koydunuz? Telsizden teslim olmanızı isteyen emniyet müdürüne ve il jandarma alay komutanına ne yanıt vermiştiniz? Osman’ın kaçırılışı… Hacıbayram Karakolu baskını… Bakırköy Adliyesi’nden firar… Hangi birini anlatalım?…
Sana kalsa, hiçbirinin anlatılmasını istemezdin. Alçakgönüllülük damarı sende de çok güçlüydü çünkü. Havacılıktan hoşlanmazdın. Tevazu ve sadelik senin mayanda vardı. Bu karakteristik özelliğin fizik yapına da yansımıştı sanki. Minyon yapılıydın. Efendilik ve masumiyet, yüzünden akardı.
12 Mart sonrası öğrenci hareketi içinde kesişti seninle yollarımız. Devrimciliği seçişin ve TİKB’nin önceli olan o dönemki grup yapımıza yönelişin aynı anda oldu. Bu seçim ve çakışma, tesadüflerin belirlediği bir sürükleniş değildi. Her ikisinde de bir bilinç öğesi vardı. Halk hareketinin o dönemde genel bir yükseliş içinde olmasının devrimciliğe yönelişinde hiç mi payı olmadı?.. Oldu elbette. Aynı şekilde, o dönemdeki devrimci grup yapımızı seçişini, salt işçi sınıfı içinde çalışmayı esas alan temel yönelimimiz ve pratik mücadelede militan bir tutuma sahip oluşumuzla açıklayabilir miyiz? Okulunda ve çevrende öne çıkan devrimcilerden birçoğunun grubun üye ve taraftarları olmasının tercihinde hiç rolünün olmadığını söyleyebilir miyiz? Ama asıl belirleyici olan, daha bu yola adımını atarken, senin, devrimciliğe bakış açındı. Devrimciliği gelip geçici bir heves olarak görmüyordun. Kendini bütün varlığınla ezilen insanlığın kurtuluşu davasına adama fikri, başından itibaren açık ve netti sende. Aynı netlik, İsmail Cüneyt ve Fevzi Aslansoy‘da da vardı. O dönemde sayıca oldukça kalabalık olan saflarımızdaki “Hacettepeliler” içinden, mücadelenin şu veya bu aşamasında dökülmeden, yalpalamadan ve çürümeden sonuna kadar gidebilenler de sadece siz üçünüz oldunuz zaten. Profesyonel devrimciliğe geçişin de bu nedenle fazla uzun sürmedi. Okulu, aileni ve Ankara’yı tereddütsüz terkedip işçi sınıfı içinde çalışmak üzere İstanbul’a doğru yola koyulduğunda henüz çok genç bir devrimciydin.
Yoldaşlarına karşı hep sıcak bir yer vardı kalbinde. Ama Metin Aydın‘ın, Fatih’in ve Osman’ın yerleri ayrıydı. Metin, yeğenindi. Onun devrimciliği seçişinde olduğu gibi militan komünist kişiliğinin şekillenişinde de payın büyük oldu. Metin çok şeyi senden öğrendi; sen de Metin’den çok şey öğrendiğini söylerdin büyük bir tevazu ve gururla. Sadece yoldaşlarına değil, devrimci olan herkese ve her şeye açıktı yüreğinin kapıları. Fakat devrimci karakterini yitiren ve çürüyeni de taşımayı sürdürmezdin içinde. İnsan ilişkilerinde yumuşak, sevecen ve hoşgörülüydün.
Anısını özel bir sevgiyle yaşadığın devrimcilerden biri de Ökkeş Karayiğit‘ti. THKO döneminde Gültepe bölgesinde birlikte çalışıyordunuz Ökkeş’le. MHP’li faşist çetelerin denetimindeydi Gültepe o zamanlar. Devrimci faaliyetin yolunu silahla açmak gerekiyordu bu yüzden. Siz bu yolu açtınız birlikte. Ökkeş’in kahpe bir pusuda vurulması çok üzmüştü seni ve hiçbir zaman unutmadın bu yiğit silah arkadaşını. Sonraları kardeşi ile ilişki kurdun onun. Ama ağabeyinden çok farklı bir konumdaydı kardeşi; yeraltı dünyası denilen batağın içindiydi. Yıldırmadı bu seni, her zamanki inatçılığın ve sabırlı tutumunla, onu hiç olmazsa devrimci faaliyetlere katkıda bulunan bir unsur haline getirmeyi başardın. Devrimci bir eylem için gereken arabaya birlikte el koyduğunuz bir sırada polisle karşılaştınız. Girdiğiniz çatışmanın sonunda ayağından yaralı olarak yakalandın. Polis o zaman çözemedi seni. Üzerinde çıkan sahte kimlikten ötesi çıkmadı ağzından. Partnerin gibi adli bir suçlu musun yoksa siyasi misin? Kafalarına takılan bu sorunun yanıtını da bulamadılar. Bakırköy Adliyesi çıkışında bir baskınla kaçırdık daha sonra seni. Bacağında polis kurşununun açtığı yara vardı
Bir yarayı daha götürdün giderken beraberinde: Bir türlü çıkarılamadı boynundaki o kahrolası kurşun değil mi? Doktorlar “rizikolu” buluyorlardı çünkü böyle bir müdahaleyi… Milim farkıyla ve tamamen bir şans eseri olarak kurtulmuştun zaten onun öldürücü etkisinden. Oportünist HK (Halkın Kurtuluşu) şeflerinin kışkırttığı kimbilir hangi piyon sıkmıştı onu Adana’da yolda giderken arkandan…
Aldığın yaralar ve ölümden döndüğün anıların tümü bunlardan ibaret değil elbette. Ama söz yaralardan açılmışken, biri daha var ki, sen öncelikle, hatta sadece bundan söz ederdin herhalde. Bu yara farklı bir yara yalnız. Vücudunda taşıdığın ötekiler gibi maddi değil ama sana en fazla acı verenin o olduğu kesin. Sözünü ettiğimiz “Mamak yarası”… Mamak, kelimenin tam anlamıyla bir yara idi senin içinde. ’81 sonundan 1989’a kadar -8 yıl- kaldın o zindanda. Ama gördüğün işkenceler ve zulüm değil, oportünist teslimiyetçiliğin Mamak’a egemen olmasının önüne geçememiş olmak açmıştı sendeki bu yarayı asıl olarak. Bu noktada çaresiz kalmanın acısını ve ezikliğini duydun hep. Yoksa, bu teslimiyetçilik seni teslim alamamıştı!.. Öyle olmasaydı eğer, Mamak tarihinde, direniş adına anılmaya değer her hareketin içinde olabilir miydin? Koca Mamak’ta TTE’yi çıkarıp atma cesaretini gösterebilen dört kişiden biri oldun. Mamak seni de tüketmiş ve pelteleştirmiş olabilseydi eğer, Mamak sonrası süreçte inkarcılık ve tasfiyecilik batağında daha derinlere doğru kulaç atanların tam aksine bir tutumla eski militan ML çizgi ve görüşlerinde ayak direr, kavgayı sürdüme gücünü ve sağlamlığını gösterebilir miydin?
10 yıl süren bir tutsaklıktan sonra cezaevinden çıkar çıkmaz yine göreve koştun. Kısa süre Adana bölgesinde çalıştıktan sonra Yazı Kurulu üyeliği bekliyordu seni. Mücadelenin farklı bir cephesiydi bu, ama sen bu cephenin de yabancısı değildin. Daha önceleri de İhtilalci Komünist ve Orak Çekiç’e yazmıştın. Devrimci Proletarya’ya çok emeğin geçmişti. Ayrıca daha çok şey yapmak istiyordun. Dergiyi biçim ve içerik açısından geliştirmek, istenen periyoda oturtmak, yeni boyutlar kazandırmak amacıyla bir dizi plan ve proje vardı kafanda. Önümüzde yapacak çok iş vardı ama, bu senin son yaptığın olmadı.
Tam da yeni adımlar ve atılımlar arifesinde iken, üstelik kavganın her cephede kızıştığı, senin gibi zengin deneyim sahibi önder komünistlere olan ihtiyacın kavurucu bir hal aldığı bir dönemde böyle bırakıp gitmek var mıydı?.. Mücadeleyi ve örgütü yarı yolda bırakmak yazmazdı halbuki senin kitabında. Kavga kaçkını “molozlar”a bu yüzden öfke duymaz mıydın?
Emperyalizmin derinleşen bunalımı üzerine genişçe bir makale hazırlıyordun. Bu sayıya yetiştirebilmek için son günlerde epey uykusuz kalmıştın. Şaban‘ı ve Remzi‘yi yitirmenin üzüntüsü bu yorgunluğun üzerine bindi. Bir de büronun işleri, karşılaştığımız aksilikler, aksaklıklar… üzerinize gelen o otobüsü neden zamanında farkedemediğinizi kestirebiliyor insan. Tabii, yıllarca hücreler ve daracık koğuşlarda geçen cezaevi yaşamının trafik konusunda kimi duyarlılık ve reflekslerimizi köreltmiş olmasının rolünü de unutmamak gerekiyor. “Ölüm adın kalleş olsun…” denmez de ne denir bu durumda.
Ama gözün arkada kalmasın… Ne senin ne Şaban’ın ne de Remzi’nin… Taşıdığınız bayrak bugüne dek düşmedi ve düşmez bundan sonra da… Rahat uyuyun.