Ege Deniz
Sınıflı toplumlar ortaya çıktığından, başka deyişle, toplumlar sınıflara bölünüp sömüren-sömürülen ilişkisi tarihte görüldüğünden beri değişmeyen şey emekçinin artı-emeğinin gasp edilmesi oldu.
Emekçinin, güç bela yaşamını sürdürmesi için gerekli olan asgari ihtiyaçların ötesinde üretilenlere hep egemen sınıflar el koydu.
Maddi üretim emekçiler tarafından gerçekleştirildi ama üretim araçlarını elinde bulunduran, daha doğrusu onları emekçilerden koparıp alan egemen sınıflar aynı süreci kölelik ilişkisini ve sömürüyü derinleştirmek için kullandılar.
Toplumsal yaşamın ve nesnelerin gerçek üreticileri için aynı süreç, yani üretim süreci işkence haline geldi. Böylece insanoğlunun insanlaşmasında belirleyici olan emek-süreci emekçiyi insanlıktan çıkaran bir sürece dönüştü.
Çok eski çağlardan beri üretici etkinliğiyle doğayı ve maddeleri dönüştürmeyi başaran ve bu yolda yürüdüğü ölçüde insani yetilerini geliştiren emekçi insanlık, kullandığı aletlerden, başka deyişle üretim araçlarından zor yoluyla ayrıldıkça kölelik derinleşti. Sınıflı toplumların egemen olduğu farklı çağlarda değişen şey sadece bu köleliğin biçimi oldu.
Modern ya da şimdilerdeki adıyla post-modern kapitalizm zamanında geçerli olan köleliğin önceki kölelik ilişkilerinden özde farklı olduğu iddia edilebilir mi? Hayır!
Değişim kölelik ilişkisinin şekline dairdir. Sömüren ile sömürülen ilişkisinin arasına ÜCRET girmiştir, o kadar. ÜCRETLİ KÖLELİK’tir kapitalist zamanda geçerli olan.
Antik çağlardaki kölelikte parasal olmayan “ücret” her şeyi üreten kölelere doğrudan yemek ve barınma nesneleri olarak “veriliyordu”. Ortaçağın feodal köleliğinde ise yine parasal olmayan “ücret” serflerin bağlı olduğu feodalin “gösterdiği” bir karış toprakta ürettiklerinden ibaretti ve toprak köleleri bununla ayakta kalmaya çalışıyordu; feodal ağanın sahiplendiği geniş topraklarda ürettikleri ise kendisinin değildi.
ÜCRET sonradan, kapitalist gelişmeyle birlikte “icat” oldu. Ücret, kapitalist ile ücretli köle olan işçi arasında basit bir para ilişkisinin adıydı. Özde ise ücret, işçinin zar zor ayakta kalabilmesi için asgari zorunlu olan nesneleri satın alması için gerekliydi. Emeğin ürünlerinin bu kısmı, yani emekçinin tükettiği kısım, örneğin antik kölelikte “ücret” biçiminde değildi, doğrudan kendisine “verilen” şeylerden oluşuyordu. Bedensel varlığı da köle sahibine aitti, o da bir metaydı. Serf de varlığıyla toprak sahibine bağlıydı. Onun izni dışında bir yere gidemez, emek gücünü başka bir toprak sahibinin hizmetine sunamazdı.
“Ücretli köle” ise tüm bu zincirlerden kurtulmuş görünür. Varlığının metalaşması değil, işgücünün metalaşmasıdır sözkonusu olan. Özgürlüğünün sınırıysa bu işgücünü satabilmekle belirlenmiştir. İşgücünü satabildiği, ücrete dönüştürebildiği oranda yaşama şansı vardır. Bunun bile giderek ne kadar güçleştiğini, satabilse bile ücret denilen hakkını almanın da ayrı bir sorun olarak karşısına çıktığını yaşayıp-görüyoruz.
Emekçinin, kendisi için “gerekli” olanların ötesinde ürettikleri, yani “artı-emeğin” ürünlerine günümüzde kapitalistler el koyuyor. Tıpkı eskiden köle sahiplerinin, tıpkı feodallerin yaptığı gibi.
Bunu gibi, sömürücü sınıflar bir kez bu “artı” ürünleri gasp etmenin tadına vardılar mı hep daha fazlasını istediler emekçiden. “Artı-emeği” garantiye almak için her türlü zorbalığı yaptılar.
Ama antik çağlardaki köle sahiplerine, ortaçağın feodallerine “haksızlık” etmeyelim; “artı-emeği” büyütme çabası ve hırsında kapitalistlerin eline su dökemezler!
Kapitalizmde “kazanç” para biçimine büründüğünden, para biçimindeki sermaye sürekli büyümek zorunda olduğundan, bu büyüme dürtüsü ise ifadesini “kar oranı”nda bulduğundan, kapitalistler hep daha fazla “kar” daha yüksek “kar oranları” için el koyacakları “artı-emeği” sürekli büyütmeye çalışırlar. İşçiler insanlıktan çıkacak ölçüde işe koşulurlar; ağır çalışma koşulları dayatılır, ücretler budanır, kuralsız çalışma yaygınlaştırılır…
Bu yöndeki kapitalist zorbalık çoğu zaman öyle bir noktaya gelir ki, işçinin emeği ve bedeni o denli yıpranmakla kalmaz, iş cinayetleri artar. Kapitalist kar oranları işçinin canı, kanı, tükenen emeği pahasına yükselir…
İnşaat sektörü, bu yönden kapitalist barbarlık ve köleliğin tipik bir örneği ya da simgesi gibidir. Göğe yükselen binalar, saraylar kölece çalıştırılan işçilerin kanı, canı pahasına ve cesetleri üzerine basa basa inşa edilir.
Erdoğan’ın 3. Havalimanı’na dair yaptığı açıklamaya İnşaat İş Sendikası’nın verdiği yanıtta olduğu gibi:
..’3-5 firma el ele verip, bir yerlere fırsat vermeden bu işi bitirdiler. Biz bu büyük sevinci Cumhuriyet Bayramımıza denk getirmek için yüklenici firmaları gerçekten çok zorladık. Sağ olsunlar onlar da yetiştirdiler’ dedi Erdoğan!
Evet, bu sözler kendisi ve emrindeki tüm bir devletin o köle kampındaki çalışma koşullarının, işlenen ve sayısı bilinmeyen iş cinayetlerinin baş faillerinden biri olduğunun itirafıdır.
İşçi arkadaşlarımızın sadece son haftalarda nasıl bir üretim zorlamasına maruz kaldıkları ve ardı ardına kaç cinayet ya da yaralanma haberinin geldiğini düşünecek olursak, İGA patronlarına para akıtan iktidarın aynı zamanda siyasi şov için onları baskıladığı ve onların da Mısır piramitlerindeki köleler gibi biz işçileri baskıladıkları açıkça görülecektir.
Ve ama, İnşaat İş’in 10 Ekim Katliamında ölümsüzleşen yöneticilerinden İsmail Kızılçay’ın bir eylemde yaptığı konuşmada dediği gibi, o yapıları inşa eden biz inşaat işçileri günü gelir onları başınıza yıkmasını da biliriz!