Leyla Sander
Ünlü bir fotoğraf sanatçısı “Göz görmez bilinç görür” demiş. Bu sözü en fazla doğrulayan belgesel fotoğrafçılardan biridir belki de Dorothea Lange. Onun fotoğrafları, tarihin akışında sürükleniyormuş gibi görünen insanlığa yöneltilmiş eşsiz birer çığlıktır.
Dorothea, hayatının baharında, daha yirmilerindeyken dünyayı dolaşmaya karar verir. Amerika’nın 22 eyaletini kateder. Kamerasını 1929 Büyük Bunalımı’nın yerinden yurdundan ettiği insanlara, göçmenlere, yersiz yurtsuzlara, kadınlara, insanlık dışı koşullara çevirir. Yaşanan acılara ve yoksunluklara tanıklık eder, baştan ayağa bütünleşir onlarla, adeta onlardan biri olur. Ağızlarından dökülen kırık dökük cümlelerden çok yüzleri ve beden dilleriyle anlattıklarının tercümanı, dilsizleştirilen işçi ve emekçilerin dünyaya haykıran dili olur.
Onun yapıtları, kapitalizmin doğasından kaynaklanan eşitsizliği ve sefaleti, vahşi sömürüyü ve hak yoksunluklarını, kar hırsı üzerine inşa edilen bu düzenin vicdansızlığını, gelecek düşleri dinamitlenen yığınların çaresizliklerini tokat gibi çarpar yüzünüze.
O etkileyici fotoğraflara konu olan emekçilerin, fotoğrafları çekilirken neler düşündüklerini asla bilemeyeceğiz. Kimilerinin yüzlerini dahi göremezsiniz; fotoğraflarının çekildiğinden habersizdirler. Paçavralar içindeki bir yığındır onlar, adeta aynı tezgahtan çıkmış gibi birbirlerine benzemektedirler.
Ya çorba veya iş bulma kuyruğunda boşuna beklemektedirler saatlerce ya yorgunluk ve umutsuzluğun ağırlığına daha fazla dayanamayıp çöküp kalmışlardır bir evin merdivenlerine.
Tarlada çift sürmekte ya da nohut toplamaktadır kimileri, sırtlarını görürsünüz sadece. Bedendir onlar kapitalizm için; kölece çalıştırılarak emek gücü emilecek, dişlinin bir parçası yerine geçecek, bir süre sonra hala hayattaysa sokağa atılacak bir fazlalık.
Kimileri objektife bakarken bile kayıtsızdır; fotoğraflarının çekilmesi hiçbir şey ifade etmez onlar için. Genç bir kadın olan Dorothea onları konuşturmaya çalışmakta, sonra da oldukları gibi kalmalarını isteyerek fotoğraflarını çekmektedir. Umutsuzluk, karamsarlık, yorgunluk ve yılgınlık taşar karelerinden genellikle.
Ne zaman biteceği belirsiz bu oradan oraya savrulma hali, yaşayıp yaşamadıklarını sadece çocukların ağlamalarından, eşlerin yakınmalarından, arkadaşların feryatlarından anlayan bu yoksul göçmen emekçiler denizi, Lange’ın kamerasından odalarımıza, hayatlarımıza, vicdanlarımıza akın eder.
Bunlardan en bilineni ve belki de en çarpıcısı, on çocukla Oklahoma’nın toz deryası yollarında yılmaksızın yürüyen göçmen bir kadının fotoğrafıdır.
Paçavralarla çevrili bir barakada hayatta kalmaya çalışmaktadırlar. Büyük kız, kırık bir sallanan sandalyededir. Fotoğrafta görünen çocuklar, annenin sağına soluna ilişmişlerdir. Görünen tek eşyaları, kilitleri parçalanmış, kırık dökük bir bavuldur.
Yüzü öylesine derin çizgilerle dolu bir acı içinde ki, bu annenin –Florence Owens Thompson– henüz 32 yaşında olduğuna inanamıyorsunuz; yaşlanmış güzelliği, bağırtısız gücü ve geleceğin belirsizliğinden duyduğu korku gözlerine yansıyor.
Bir diğeri, “Beyaz Melek Yemek Kuyruğu”dur. İnsanları devletin yemek yardımına mahkum eden sistemin umutsuz bekleyenleri… Özellikle önde, kuyrukta kargaşa çıkmasın diye yerleştirilen tahtalara dayanmış ellerinin arasındaki yemek tası düştü düşecek iğreti duran yaşlı adamın hali, çırılçıplak bir yoksulluğu gözümüze sokmaktadır. Öylece beklemektedirler… Umutsuzluklar içinde bir umuttur bekledikleri, cılız da olsa…
İşçiler, emekçiler ve onların bunalım sonrası daha da perişan olan hayatları çoğu zaman can alıcı ayrıntılarla binlerce kareye yansır.
Tozlu yollarda çaresizliği adımlayan insanlarla dalga geçer gibi, “Bir dahaki sefere treni tercih edin, uyurken seyahat edin” panosuna odaklanır Dorothea. Fonda bir konaklama yeri görülmektedir, kadınlı çocuklu kalabalık, kalabilecekleri bir yer oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Irk ayrımcılığının çeşitli veçhelerini gözler önüne serer birçok karede. Adıyla dahi insanı ürperten “Renkli İnsanlar için Rex Tiyatrosu”, sadece kırık dökük bir barakadan oluşan “Halk Kütüphanesi”, burjuvazinin vazgeçilmez sihirli reklamlarından bazıları… “Amerika: Dünyadaki en yüksek ücretin olduğu yer!”
Lange, fotoğraflarından bir bölümünü “Bir Amerikan Göçü: İnsanlık Yitiminin Kaydı” adlı kitapta toplar. İki yıl sonra bir Guggenheim bursu kazandıysa da Pearl Harbor baskını üzerine burstan vazgeçer ve savaş fotoğrafçılığına devam eder.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Dorothea’nın objektifi bu kez bir başka insanlık dışı yönüne çevrilir kapitalizmin ve burjuvazinin: Amerika’da kurulan Japon toplama kampları… Burjuva “tarih anlatımı” bugüne kadar yalnızca Hitler faşizminin toplama kamplarını sokmuştur gözümüze. Pearl Harbor baskını sonrası, Amerika’da yaşayan 70 bini ABD vatandaşı 120 bin Japon, yaşlı genç, çocuk hasta demeden başta Manzanar Toplama Kampı olmak üzere 10 kampa doldurulur.
Dükkanları, evleri ve yanlarına alamayacakları eşyalar satılır. 120 bin Japon bir gecede mülksüzleştirilir. Üstelik bunların çoğu emperyalist hegemonya çekişmesi savaş boyutlarına varmadan yıllar önce Amerika’ya yerleşmiş, hatta çoğu orada doğmuş Japon asıllı Amerikalılardır. Cılız kimi sorgulamalar dışında bugüne kadar dünyanın gündemine dahi girmemiştir bu Hitlerci uygulama. Ama Dorothea, çektiği karelerle onu da insanlığın belleğine çivilemiştir.
Dorothea, 1929 Bunalımı olarak failsizleştirilmeye çalışılan kapitalizmin 1929’da patlak veren büyük devrevi bunalımını belgeleyen fotoğraflarıyla tanınır. Onun o fotoğraflarında da biz kapitalizmdeki sınıflar gerçeğini görürüz.
Fakat o karelerde, emeklerinden başka satacak sermayesi olmayan sınıf eziktir, güçsüzdür, zavallıdır. Ne var ki, Dorothea’nın kamerası başka bir kesitte aynı sınıfın bu kez kavgacı yönünü ve gücünü hatırlatır: San Francisko genel grevi olarak bilinen 1934’teki Waterfront grevi sırasında güçlerinin bilincine varmış güven dolu kadın ve erkek işçileri görürüz bu kez.
Delik deşik edilen polis arabaları, 1 Mayıs’a gitmeye hazırlanan genç kadınlar, tersaneleri bir sel gibi dolduran ve boşaltan işçi sınıfının tek bir beden olmuş umut ve mücadele esinleyen hareketi taşar bize kadar, özlem ve sevgiyle sarar sarmalarız tarihin bu harekete geçirici birikimini…