Bahadır Özgür
AKP’nin ‘torba yasalar’dan rant çıkarma konusundaki ustalığı malum. Yüzlerce maddelik, onlarca farklı alanı kapsayan düzenlemelerle kime nasıl kaynak aktarmanın yolunu açtığını takip etmek hayli güç. Toptancı halindeki pazarlamacı maharetiyle davranan bir iktidarın hukuku da toptancı oluyor haliyle.
Şu sıralar gündemde bir tasarı daha var. Gerekçesi, herkesin isyan ettiği doktora, hemşireye saldırıları önlemek. Ne var ki, üç maddeyle yapabileceği düzenlemeyi AKP bir torba yasaya çevirmeyi bildi. Ve el çabukluğu marifetini burada da sergilemekten geri durmadı.
Türk Tabipler Birliği, söz konusu tasarının sağlık personeline yönelik saldırıları önleme adı altında, hem birlik hem de sağlık personeli üzerinde ‘siyasal bir şiddet’ mekanizması kurduğunu belirtiyor. Haksız da değiller. Zira, tasarının maddelerinden biri; KHK ile atılmış personelin başka yerde çalışmasının yolunun kapatılması. Yani, açlığa mahkum etmek. Diğeri, Tabipler Birliği’nin Anayasa ile güvenceye alınmış yetkilerini elinden almak. Bir başkası, esnek çalışma ve taşeronlaşma. En az şiddet kadar vahim olanı ise şehir hastaneleriyle ilgili olan maddeler.
Saldırılara karşı düzenlemelere gelene kadar, iktidar uygulayabildiği kadar şiddeti uyguluyor aslında. Özetle vatandaşa, “sen vurma, ben senin yerine de vururum” diyor. İlgili ceza kanunlarını hakkıyla uygulasa torba tasarıya gerek olmaz ya, maksat başka işte.
***
Konu hakkında kitaplar yazıldı; tabipler, sendikalar Türkiye’nin göreceği bu en tehlikeli yıkım konusunda uyarıda bulunmak için çırpınıyor. İktidar ise milyonlarca insanın sağlığını bir avuç inşaatçının eline teslim edecek adımları atmakta tereddüt etmiyor. Neden etsin ki… Cezaevine ‘bacasız fabrika’ diyebilen bir partinin gözünde şifa da çimentodan gelir!
İşte bambaşka bir görüntünün ardında yine inşaatçılara para sağlayacak bir düzenleme yapıyor. Nasıl mı? Önce şehir hastanelerine dair düzenlemeyi kısaca hatırlayalım…
AKP’nin iddiası şehir hastanelerinde tedavi ve tıbbi bakımın devlet eliyle yürütüleceği. Resmi açıklamalara bakılırsa, şirketler sadece işletmeyi ve ticari alanları yönetecek. Kira almanın yanında ‘tıbbi’ sayılmayan bakım, onarım, ulaşım, temizlik vb. hizmetleri de verecekler. Tıbbi alan dışında sayılan bölgelerde de kafeterya, yemekhane, kreş, otel, otopark gibi işletmeler kuracaklar.
Bunun doğru olmadığı yasanın daha ilk maddesinden belli zaten. Yasaya eklenen “ileri teknoloji ve yüksek maliyet gerektiren bazı hizmetler” ibaresi ile fizik tedavi rehabilitasyon, radyoloji, radyasyon onkolojisi, patoloji vb. hizmetler de bu şirketlerce teslim edildi.
Kira ve bu hizmetler dışında şirketlere ne için ödeme yapılacağı 6428 Sayılı Kanun’un 1. maddesinin ‘e’ bendinde kelimesi kelimesine şöyle yazılı: “Hizmet bedeli: Bedelin bir unsuru olup tesisin ve ekipmanların kullanıma hazır tutulmasına yönelik bakım, onarım ve benzeri hizmetlerin bedeli ile ilgili mevzuatına göre hizmet alımı yoluyla gördürülebilecek hizmetlerin sunulması karşılığında idare tarafından yükleniciye ödenen ve beş yılı geçmemek üzere dönemsel piyasa testi ile güncellenen bedel.”
Tasarıdaki aynı maddenin yeni hali de şu şekilde:
“e) Hizmet bedeli: Bedelin bir unsuru olup tesisin ve ekipmanların kullanıma hazır tutulmasına yönelik bakım, onarım ve benzeri hizmetlerin bedeli ile ilgili mevzuatına göre hizmet alımı yoluyla gördürülebilecek hizmetlerin sunulması karşılığında idare tarafından yükleniciye ödenen, beş yıl ve ihtiyari hizmetlerde sözleşmede yer alan miktara bağlı, tıbbi destek hizmetlerinde ise on yılı geçmemek üzere dönemsel piyasa testi ile güncellenen bedel.”
İki yenilik hemen dikkati çekiyor. İlki; ihtiyari hizmetler, ikincisi; tıbbi destek hizmetleri. İhtiyari (isteğe bağlı) hizmetler yasada yer alıyordu ancak burada fark, bu hizmetlerin bedelinin de ‘dönemsel piyasa testi’ ile güncelleneceği.
Buradaki ‘piyasa testi’ne lütfen dikkat! En sonda bu testin nasıl bir felakete yol açacağını öğreneceğiz.
‘Tıbbi destek hizmetleri’ tamamen yeni bir düzenleme. Aslında yasada geçmese de boşluklardan dolayı bu hizmetlerin de özel şirketlerce verileceğine dair yorumlar vardı. Nitekim şehir hastaneleri için yapılan ilk yasada; şirketlerden alınacak hizmetler ‘temel tıbbi hizmetler dışındaki hizmetler’ olarak tanımlanmıştı. Daha sonra ‘ileri teknoloji ve yüksek mali kaynak gerektiren hizmetler’ olarak esnetildi. Ancak şirketler daha fazlasını istemiş olmalı ki, AKP her zamanki maharetiyle ‘küçük bir dokunuş’ yapıp, boşluğu iyice doldurdu.
Böylece ‘yüksek teknoloji ve maliyet gerektiren’ denilerek hayati sağlık hizmetlerini şirketlere devreden iktidar, yeni düzenleme ile de neredeyse tüm sağlık hizmetini ve personelini de emanet etmiş oluyor. Taşeronluk ve esnek çalışma demek bu, aynı zamanda. Devlet memurunun tabi olduğu personel kanunu fiilen tahrip ediliyor. Elleri değmişken damga vergisini işletme dönemine, yani en az 25 yıla yayarak uzattıklarını da ekleyelim.
Ve gelelim yasadaki o ‘gizli’ tehlikeye… ‘Piyasa testi ile güncellenen bedel’ denilince, akla hizmetlerin bedelindeki artış geliyor. Doğal da. Son yıllarda zam dememek için ‘güncelleme’ kullanılınca böyle oluyor. Oysa şirketlere kira dışında ödenecek her kuruş TÜFE ve ÜFE ortalamaları üzerinden yapılan hesaba göre her yıl artacak. Burada kastedilen bambaşka bir şey. Zamdan da tehlikeli, sağlığı piyasanın insafına terk etmenin teknik tabiri.
‘Piyasa testi’, pazarlamacılıktan gelen bir kavram. Bir ürünün seri üretime geçmeden maliyetine değip değmeyeceğini ve beklentilere cevap verip vermeyeceğini anlamak için piyasaya sınırlı sayıda sürülmesidir. Kabaca ‘maliyet-fayda’ terazisinde tartılır. Maliyet, faydayı aşarsa veya tüketicinin gözünde faydasızsa, ürün-hizmet değiştirilir ya da kaldırılır.
Peki kamu özel işbirliği projelerine nasıl girdi bu acımasız pazarlama taktiği?
Türkiye’nin örnek aldığı model İngiltere’dir. İngiltere’de özellikle eğitim ve sağlık gibi alanlarda yapılacak yatırımların hem devlet, hem vatandaş, hem de şirketler için büyük risk taşıdığı düşünüldüğünden, hizmetlerin ‘piyasa testi’ne tabi tutulması kuralı getirildi. Görünüşte işletmeye yönelik bir denetimdi bu. Hizmet ölçülecek; fiyatı-faydası makul mü, vatandaşa yararı var mı, buna göre devam edecek ve bedeli güncellenecekti. Bu şekilde doğru yatırımla en yüksek faydanın sağlanacağı, gereksiz maliyet yükünden kaçınılacağı ve hizmetin devamlılığının güvenceye alınacağı iddia edildi. Gerçekten böyle mi oldu?
Projenin mucidi İngiltere’nin Sağlık Bakanı, 2015’de sağlığın gözlerinin önünde nasıl çöktüğünden kaygıyla bahsediyordu. Hazırlanan bir rapora bakılırsa, borçların üzerine maliyetler de artınca kamu da, şirketler de ağır yükün altına girdi. Hastaneleri işleten şirketler düşen kârlar ve artan zarar karşısında bütçelerini kıstı, hizmet kalitesini düşürdü. Yatak kapasitesi yüzde 30, personel sayısı yüzde 20 azaldı. Şirketler hastane bakım hizmetlerini yüksek tutarak para kazanmaya kalkınca da kamunun ödediği bedel katlandı.
Neredeyse bütün hastanelerde yaşanan yıkımı özetleyen Calderdale Kraliyet Hastanesi’nin hikayesi son derece çarpıcıdır. Başlangıçta maliyeti 42.5 milyon dolardı, bittiğinde 81 milyon doları buldu. Hükümetin 30 yıllık sözleşme için taahhüt ettiği miktar 390 milyon dolardı. Devlet doğrudan borç alıp kendisi yapsa ve işletse aynı sürede toplam 159 milyon dolar harcayacak, üzerine bir hastane daha yapabilecekti. İş yüzde 150 pahalıya mal oldu. Hastaneyi işleten şirkete bakım ve onarım hizmetleri için 30 yılda ödenecek miktar 576 milyon dolar olarak hesaplandı. Tek bir hastanenin maliyet 1 milyar doları bulunca, acil servislere kilit vurulmaya başlandı. Devletin sağlık gideri yüzde 20 yükseldi. (*)
Aynı şey Kanada’da da yaşandı. Kamu fazladan 2.9 milyar dolar sağlık harcaması yapmak zorunda kaldı. İskoçya’da maliyeti düşürmek için bakım masrafları kısılınca sadece sistem değil, bina da yıkıldı. Afrika’daki, Latin Amerika’daki örnekleri geçelim, bunlar kalbur üstü ülkeler. O ‘piyasa testi’nden kimse geçemedi. Sıra Türkiye’de.
Türkiye henüz yolun başında lakin, daha ilk örneklerde sonuç şimdiden belli. Manisa ihalesi için Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan ön fizibilite raporuna göre, hastanenin toplam maliyeti 122 milyon lirayken, ihalede sadece bina kirası yıllık 64.2 milyon lira olarak belirlendi. Yani iki yıllık kira ile hastane bedeli karşılanacak, geri kalan 23 yıl için kira ödenmeye ve ihaleyi alan şirketlere ayrıca hizmet bedeli ödenmeye devam edilecek.
Son düzenlemede bakım, onarım, temizlik vb. için beş olan ‘piyasa testi’nin tıbbi destek hizmetleri için 10 yıl olarak belirlenmesi, devletin bu hizmetleri en az 10 yıl şirketlerden almayı sürdüreceği anlamına geliyor. Sağlık Bakanı “hasta garantisi vermedik. Yüzde 70 doluluk garantisi verdik” diyor. Burası otel veya restoran olmadığına göre kim gidecek? Milyonlarca dolar kredi çeken şirketler, “aman vatandaş hasta olmasın, hep gürbüz, sağlıklı dolaşsın. Varsın biz para kazanmayalım” mı diyecekler?
Belki İngilizler, İskoçlar bizdeki gibi doktor, hemşire dövmeyi adet edinmediler ama, sağlık sistemlerini 10 yıl içinde enkaza çevirmeyi başardılar. Türkiye’de ise hem vatandaş hem devlet doktoruna vuruyor; yetmiyor, kamuyu kamu yapan bu meslek erbabını inşaatçıların bilançosunda ‘gider kalemi’ olarak kaydettirmek için elinden geleni yapıyor. Gidişata kayıtsız kalanlar çok değil birkaç yıl sonra acilin kapısından çevrilen hasta bir çocuğa ne denilecek? ‘Otel gibi hastane diktik’ mi?
* Birleşik Krallığın Kamu Özel Ortaklığı Felaketi başlıklı rapor, TTB tarafından çevirilerek Şubat 2017’de yayınlandı. Sadece sağlık değil, bütün alanlardaki yıkım inceleniyor.
Gazete Duvar