Hejar Baran
John Berger, A (Aida)’dan X (Xavier)’e Mektuplar adlı “Kurtarılmış Mektuplar” alt başlıklı eserinde aşkın nasıl bir hakikat üzerinde vücut bulduğunda sonsuz bir direnme gücüne dönüştüğünü, hep genç kalabildiğini ve genç kıldığını, ruhu arındırıp-en zorlu badirelere hazırlayacak kadar çelikleştirdiğini oldukça yalın bir dil ve okurun içine işleyecek bir derinlikle işler.
184 sayfalık ve herbiri yazar tarafından “nasıl elime geçtiği şu anda bir sır olarak kalmak zorunda” diye belirtilen 3 ayrı mektup tomarından oluşan 3 bölümlük bu kitabı, daha ilk sayfasında yudum yudum içmek istersiniz. Bir olay örgüsü yoktur, zaman-mekan yoktur, herhangi bir kurgu-gizem yoktur. Fakat bunların hepsinin mükemmel bir şekilde iç içe geçtiği en değme romanlara taş çıkaracak ölümsüz bir romandır.
Edebiyat literatüründe adına anti roman denilen bu biçimi bu denli güçlü kılan içeriğin kendisidir. Okur bu içerik ve insanın yüreğine işleyen mesajlarla A’yı da X’i de, onların hayatını da sayısız kere yeniden kurgulayıp, bu kurgularının dramatik etkisini sayısız kere hissedebilir.
Her ikisi de mücadele içinde ve onun farklı cephelerinde yer alan bu iki sevgili, araya giren yıllara (20 yıldır mahpustur X), mesafelere, duvarlara ve hatta yıllarca birbirlerini hiç görememelerine rağmen ilk günkü kadar taze bir sevgiyle bağlıdırlar birbirlerine.
Che Guevara’nın deyimiyle ikisi de birbirlerine “kendileri olma şansı vermiş”, “aşkı sadece aşkla tartma” sınavından geçmiş, o tartılan aşkları da kavganın öz suyunda çelikleştirmiş devrimcilerdir.
Kitap asıl olarak dışarıdaki sevgili olan A’nın cezaevindeki X’e yolladığı mektuplardan oluşuyor. X’ten ise A’nın mektuplarının arkasına aldığı küçük notlar var sadece. Düşünsel olarak duvarlara sığdırılamayan, fikirleriyle firar etme gücüne sahip olan bir devrimcidir X. O, kitabın bölüm başlarına da taşınan bir ya da birkaç satırla devrimci soluğunu taşır okura.
A ise hem dışardaki mücadelenin gümbürtülerini taşır mesaj aralarına hem de X’le ilişkilerini sanki fiziksel olarak da yaşıyorlarmış gibi “gündelik hayat”ın içinden seslenir ona. İnsanlara dair gözlemlerini, günlük yapıp ettiklerini, düşünsel dünyasındaki “kendilerini”, dönem dönem geriye sararak anlattığı ilişkilerini bazen yeniden kurgulayarak aktarır kağıda. Sanki X yanındaymış ve onunla alelade bir günü paylaşırmışçasına, bir arada oldukları zamandakine benzer bir devinimle anlatır her şeyi. Devrimcilerin “Ezop dilini” kullanır kimi zaman.
A’dan X’e Mektuplar’da herhangi bir ülke ve zaman yoktur. Dünyanın neresinde, hangi zamanında olursa olsun iki devrimci, gelecek idealleri olan iki insan arasındaki aşkın evrensel ruhu vardır. Berger’in aşkı zamansız ve mekansız kılması bile başlı başına bir mesajdır. Keza aşkın esası, içindeki hakikatte saklıdır. Zalimlere-sömürücülere karşı ateş çemberlerinden geçmeyi, mücadele etmeyi göze alabilenlerin aşklarındaki hakikat, tam da bu zemin üzerinden yeşerip, serpilir.
X, 2 kere ömür boyu hapse mahkum edilmiş bir devrimcidir. A ise dışardaki sıcak mücadele içinde yer alan illegal bir devrimci. İkisine dair satır aralarına serpiştirilmiş kimi ipuçlarından Latin Amerika’da olduklarını düşünürsünüz. Sonra bir bakarsınız “Kürdistan’da, Filistin’de de olabilirler” dersiniz. A da X de kır gerillası da olabilirler, kentlerde yeraltı mücadelesi yürüten illegal devrimciler de.
Kimi zaman A başının altına yastık diye ceketini katlayıp koyar, yıldızların altındadır uykusu. Kanasta oynamaktan bahseder. Yazarın da dediği gibi bu kanastanın gerçekten oyun olup olmadığı meçhuldür. Kimi zaman bir kentin yoksul bir mahallesinde, emektar bir eczanenin çalışanı olup, apartmanın çatı katında yaşar. Bu apartmanın ve eczanenin “kurtarılmış bir bölgede” olduğunu düşünürsünüz.
Telefonuna gelen “Başlarımız asla onların bokunu yiyecek kadar eğilmeyecek” mesajını “Ekrandaki mesaj gökyüzünden daha parlak” diyerek X’e de taşıyan A, davasının örgütlü bir neferi olduğunu ve yüreğinin sol yanındaki cevherin aradan geçen yıllara rağmen kararmayıp, “gökyüzünden daha parlak” kaldığını hissettirir yüreğinize. Örgütlü bir birey olduğunu, bunun gücünü, anlamını, yarattığı umut ve gelecek görüşünü tek bir cümlede bu şekilde özetler A… “Sadece bu birkaç satır bile bu ‘ölümsüz’ aşkın sırrı, harcıdır” dersiniz kendi kendinize. Mektuplarının bütününe de aynı ruhu hissettirmeden boyar durur… X’le aşklarının ilk günkü kadar taze kalmasının sırrının da bu örgütlü anlamlar olduğunu hissedersiniz. Aşkı da örgütlemiştir bu iki devrimci. Ve onun örgütlü gücüyle soluk alıp vermektedir.
A “onların -zalimlerin, muktedirlerin- zamanını yaşamayan” bir devrimcidir. “Sana 2 kere müebbet verdikleri günden beri onların zamanını yaşamıyorum” diye tarifler bu gerçeği. Zaten hiçbir mektubunda da yıl olarak tarih yoktur. Sadece ay ve günü kullanır.
Roman boyunca da aslında kendisinin zamanını, devrimcilerin “sabırsızlık ve aynı zamanda katı bir sabırla örülmüş” zamanını yaşar. Zamanın ve aşkın derin ve kapsamlı izlerini arar, yorumlar, irdeler roman. Hem de usul usul…
Zaman hem donmuş ama hem de gürül gürül akan iki tezatlık içinde geçer A için. “Seni içeri aldıklarından beri yenilerde kavramı değişti. Bu gece üzerinden ne kadar zaman geçtiğini yazmak istemiyorum. Yenilerde kavramı artık bütün o zamanı kaplıyor. Eskiden birkaç hafta ya da önceki gün anlamına geliyordu” der sevgilisine. “Yenilerde”dir onun için artık çok eskiden yaşanmış olanlar bile.
X’le dışardayken birlikte geçirdikleri 3 yıl gibi bir zaman dilimine sıkışan sonsuz anlamlar da vardır bu “yenilerde” içinde, o zamandan sonra olup biten hemen her şey de… Saatler de vardır, yıllar da… Onların yani egemenlerin-zalimlerin zamanı değil, örgütlü devrimciliğin gelecek bilinciyle buluşmuş, kah güç alınan anıların donmuş gibi görünen tazeliği kah görev ve sorumluluklarla örülmüş adımlarla geleceğe açılan bir zamandır bu.
Zaman onun açısından hem sürekli akan, mücadelenin ritmiyle uyumlu şekilde inip çıkan bir gerçektir ama hem de A ile ilişkileri özgülünde ilk günde kalmış kadar “durağan”dır, ilk günlerin tazeliğini koruyacak kadar donmuştur. A da X’le birlikte hapiste gibidir diye düşünür insan. Sonra A’nın aslında X’in de yerine dışarda olduğunu hissedersiniz. Sanki X için de dövüşüyordur, bakıyor, görüyor, konuşuyor, dokunuyordur.
Zamanın iç içe geçen bu farklı eğrilerini onda şizofrenik bir kırılmaya dönüştürmeyense sadece ve sadece “başlarımızı eğmeyeceğiz” diye gelen direnme mesajında olduğu gibi mücadeledir.
İçerde de dışarda da başlarını asla eğmeyen bu iki devrimcinin aşkına ve aslında aşkın doğasına dair hacimli bir felsefe kitabında anlatılabilecek pekçok şeyi son derece yalın, mistisize etmeksizin tersine yaşamın doğal akışının doğal bir parçası haline getirerek sunan kitap, bu gücü nereden aldıklarını döne döne vurgular. Hem de öyle gözünüzün içine sokarak değil, yürek dilinizle anlayacağınız kadar yalın bir dokunaklılıkla.
“Gecenin son karanlıkları. Daha uyumadım. Geleceği düşünüyordum. Herhangi bir yerdeki geleceği değil. İkimizin geleceğini değil. Burada kürtajla almaya çalıştıkları gelecekten bahsediyorum. Başaramayacaklar. Korktukları gelecek gelecek. Ve içinde bizden kalan, karanlıkta koruduğumuz güven olacak” der A sevgilisine. Dünyayı, insanı, toplumsal hayatı, aşkın içeriğini dönüştürebilecek kudret bu sözlerdeki duruştadır, anlamlardadır zaten. Örgütlü mücadelenin, bir ideal uğruna yürütülen savaşın bir parçası olmanın, aşkı iki kişilik bir hücreye sığdırabileceğini sanırken onu katleden bireyciliğin karşısına konulan bu anlamlarda…
A’dan X’e mektuplar, “Başka zamanlar, mi Giapo, Bendeki erkeği (senin lafın) feda etmeye ve uzun zaman önce tek kelime etmeden çekip giden orospu adalet uğruna savaşırken ölmeye hazır oluyorum!” sözlerindeki kadar güçlü bir gelecek tutkusu, zulme-sömürü ve her türlü eşitsizliğe karşı bu tutkudan güç alan korkusuz bir meydan okuyuştur.
Aşkın da sevginin de bitimsiz bir yenilenme, üretme, tamamlanma hali anlamına geldiğinin anlatılmasıdır romandaki meram.
A’dan X’e mektuplar aşkın öyle gizemli, anlaşılmaz ve hızla tükenen bir duygu olmadığını, ama bunun için iki insan arasındaki doğal etkileşimlerin ötesinde çok daha güçlü anlamlarla buluşması gerektiğini anlatır sonuna kadar.
Shakespeare’nin 116. Sone’sinden bir alıntıyla başlayan kitabın tüm meramı da o sonede denildiği gibi, aşkın zamanın soytarısı olmadığını anlatmaktır. “Fakat hangi aşk?” sorusuyla birlikte… “Aşk nasıl bir hakikatten beslenirse zamanın soytarısı olmaktan kurtulur?” sorusuna tok bir yanıttır.
“Mahşerin ucuna dek nasıl ve nereden beslenen bir güçle direnir ve katlanır tüm acılara?” diyerek en azından düşündürten bir serüvene çıkarır sizi.
Aşkın cüzdanlara tıkıştırıldığı, insanı insan yapan her türlü değerin-erdemin bile satılık bir meta haline getirildiği, tüketim denilen çılgınlığın insan değerlerinin de tüketilmesiyle özdeşleştiği böylesi bir kaygan zeminde mutlaka okuyup, düşünülmesi gereken bu kitap için John Berger’e biz de teşekkür ediyoruz.