1918’den 2018’e aynı soru: Yeni bir Büyük Savaş çıkar mı?



Dün ile bugün arasındaki benzerlikler o kadar korkutucu ki, geleceğe ilişkin iyimser duygular beslemek giderek zorlaşıyor.


Ergin Yıldızoğlu

Başlangıcının 100. yıldönümü olan 1914’ten bu yana 1. Dünya Savaşı’nı tartışıyoruz. 11 Kasım 2018, savaşı bitiren ateşkesin 100. yıldönümüydü. Aklımızda hep “Yeni bir Büyük Savaş çıkar mı?” sorusu var. Bu soruya iyimser bir cevap vermek istiyoruz ama dün ile bugün arasındaki benzerlikler o kadar korkutucu ki…

Uzun ekonomik durgunluk içinde yükselen milliyetçi-popülist dalga (ABD’de Trump rejimi, İngiltere’de Brexit, Almanya’da AfD, İtalya’da aşırı sağcı ırkçı hükümet), büyük güçler arası rekabet ve hızlanan silahlanma yarışı “Yeni bir Büyük Savaş çıkar mı?” sorusuna iyimser bir yanıt bulmayı daha da zorlaştırıyor.

9 ve 10 Kasım günleri de, Almanya’da Kristallnacht saldırılarının 80. yıldönümüydü. 1938’de ülke çapında Yahudi vatandaşların iş yerlerini hedef alan saldırılar esasında, 6 milyon Yahudi’nin ölümüne yol açacak olan soykırım sürecini fiilen başlatan felaketti.

Almanya, Avusturya ve İsrail dışında çok az yazar, “Nasıl oldu da o noktaya gelindi?”, “Aynı olaylar bir daha olur mu?” gibi sorulara ilgi gösterdi. Halbuki, Büyük Savaş’ın harekete geçirdiği duyarlılıklarla ve bitiş biçimiyle, Kristallnacht ve Yahudi Soykırımı felaketlerine giden süreç arasında çok sıkı bağlar vardı.

Büyük yanılsama ve gerçek

Büyük Savaş’tan önceki yıllarda ekonomik, teknolojik gelişmelerin, kültürel canlılığın etkisiyle Avrupa’da büyük bir iyimserlik vardı. İngiliz gazeteci Norman Angell‘in 1910’da yayımlanan “The Great Illusion” (Büyük İllüzyon) kitabı çok satanlar listesindeydi. Kitap, bugün küreselleşme olarak bildiğimiz sürecin, o günkü biçimlerini övgüyle ve umutla betimliyor, Avrupa ve dünya ekonomileri arasındaki “geri çevrilemez” olduğunu düşündüğü bütünleşmeye bakarak artık büyük bir barış dönemine girildiğini savunuyordu. Çünkü, savaş herkesin ekonomik çıkarlarına aykırıydı.

Savaş’tan önceki barış günlerinde, ulaşım ve iletişim alanındaki otomobil, uçak, telgraf, telefon gibi teknolojik gelişmeler; paranın, malların insanların dolaşımını hızlandırıyor, mesafeleri kısaltıyordu. Dünya ekonomisi hızla daha da entegre oluyor, yeni bir küresel ekonomi ve yeni bir bütünleşmiş dünya algısı gelişiyordu.

Gerçekteyse o dünya düzeni dağılmaya başlamıştı. İngiltere hegemonyası geriliyor, yeni güçler yükseliyor, bunlar kendilerine yeni yaşam alanları açmak, sömürgeler edinmek için yarışıyorlardı. Yeni teknolojik gelişmeler yeni silahlar yaratıyor, silahlanma yarışını hızlandırıyor, silah sanayinin ekonomik siyasi etkisini büyütüyordu. Demokrasi arzusu, hızla yükselmekte olan milliyetçi akımlar, zamanın imparatorluklarının sınırlarına artık sığmıyordu.

ABD ve Avrupa’da halk bankaların ve finansın aşırı gücünden yakınıyordu. Avusturya ve Almanya’da Yahudi düşmanlığı artıyordu. Asya’da Japonya yükseliyordu, Ortadoğu hızla karışıyordu. Komünist hareket bir taraftan, kadın hareketi öbür taraftan “uygarlığın yerleşik değerlerini” sarsıyordu.

Alman filozof Oswald Spengler, 1918 yılında yayımlanan ünlü yapıtı “Der Untergang des Abendlandes”‘te (Batı’nın Çöküşü), Asya’nın yükselmeye başladığını vurgulıyor, savaşa atıfla “Batı uygarlığının” çökmeye, totaliter eğilimlerin egemen olmaya başladığını savunuyordu.

11 Kasım 1918’teki ateşkesle artık dünya tarihinde yeni, adeta Spengler’i, en azından bir süre için haklı çıkaracak bir sayfa açılıyordu. İrlandalı şair W.B Yates bu sayfa için “Merkez çöküyor, bir yalın anarşi geliyor üzerimize” diyecekti.

‘Bir daha asla’ ve diğer fanteziler

1. Dünya Savaşı’nda 16 milyon kişi hayatını kaybetti. Savaş milyonlarca can kaybıyla ve maddi- manevi yıkımla sonuçlanmakla kalmadı. Kimyasal silahların, uçakların, tankların da kullanıldığı vahşi bir katliam sahnesi oldu. İlk kez sivil halk hedef alınmış, katliamlar, zorunlu iskan, nüfus mübadeleleri, etnik temizlik, “modern zamanlarda” büyük acılara yol açarak eşi görülmemiş bir kültürel şok yaratmıştı.

Savaş bittiğinde, genel duygu ve inanç “Bir daha asla olmayacak!” yönündeydi. Ancak küreselleşme döneminin sonunu vurgulayan bu savaşın sonuçları, yeni bir Büyük Savaş’a açacaktı.

1. Dünya Savaşı’nın galiplerinden İngiltere, dünya düzenini koruyacak askeri ve ekonomik gücü yitirmişti. 1917’de savaşa giren; askeri, teknolojik, mali gücüyle sonucu belirleyen ABD yeni lider adayı olarak yükseliyordu. Ancak o da henüz yeni bir dünya düzeni kuracak konumdan uzaktı.

Sert mali kriz ve uzun durgunluk, güçlenen korumacılık eğilimleri, altına bağlı para sistemin çözülmeye başlaması, sadece 10-15 yıl içinde dünya ekonomisinin parçalanmasını hızlandırdı.

İtalya’da krallık yerini Mussolini‘nin faşist rejimine, Almanya’da Weimar Cumhuriyeti ile başlayan yeni demokratikleşme süreci yerini, Hitler‘in Nazi rejimine bıraktı.

Büyük Savaş’ın getirdiği yıkımın, güçlenmekte olan işçi hareketinin iş çevrelerinde yarattığı korkunun basıncına dayanamadı İtalya.

Almanya’da ise 1918 anlaşması, bir taraftan liberal demokrasiyi, öbür taraftan yeni bir sosyalist devrim umutlarını canlandırmıştı. Bu iki umut şiddetle çarpıştılar. Liberal demokratlar çatışmayı, bir katliam pahasına kazandılar ve Weimar Cumhuriyeti kuruldu. Ancak bu liberal demokrasi açısından adeta bir Pirus zaferiydi. Bu çatışma toplumda sağın güvenlik güçlerinin şiddet uygulama eğilimini, hem açığa çıkardı hem güçlendirdi.

Weimar rejimi de tüm siyasi, kültürel canlılığına karşın, Versailles Anlaşması’nın Almanya’da uyandırdığı haksızlığa uğramışlık duygusunun, ekonomik krizin toplumda yarattığı yıkımın basıncını kaldıramadı. Weimar Cumhuriyeti, Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nin ve Almanya’da Komünist hareketin yarattığı korkunun, hızla yükselmeye başlayan aşırı sağın, Faşist hareketin, milliyetçiliğin, Yahudi düşmanlığının kaosu içinde çöktü.

1. Dünya Savaşı’nda Almanya karşısındaki ittifakın yanında yer alarak Çin’i işgal etmeye başlayan Japonya’da da milliyetçilik ve yayılmacılık eğilimleri, baskıcı bir rejim hızla güçleniyor, Japonya da Almanya gibi, aşağı gördüğü ırklara, özellikle Çinlilere yönelik bir vahşet sergileyerek yükseliyordu.

Derin ekonomik kriz; sorun çözücü, düzen dayatıcı liderlik yokluğu ortamında, büyük güçler arası ekonomik-siyasi rekabete, tüm işbirliği çabalarına, Cemiyet-i Akvan (Millet Cemiyeti) deneyine karşın yeniden sertleşmeye başladı. Büyük güçler arası silahlanma yarışı da hızlandı.

1933 yılında Almanya’da seçimle iktidara geldikten sonra hızla faşist bir rejim kuran Hitler’in Yahudi düşmanlığı ve yeni bir savaş arzusu bilinmeyen gelişmeler değildi. Peki uluslararası toplum ve dönemin demokratik rejimleri, Hitler’i engelleyebilecek miydi?

Kasım 1938’deki Kristallnacht felaketi bu sorunun cevabını veriyordu. 9-10 Kasım günlerinde Almanya çapında, Hitler rejiminin birkaç ay önce ilhak ettiği Avusturya ve Güney Çek bölgelerinde Yahudi nüfusu hedef alan saldırılarda 300’e yakın sinagog yıkıldı, 100’e yakın insan öldürüldü, 30 bin Yahudi toplanarak kamplara gönderildi. Bu olaylar karşısında, Batı kamuoyunda görülen suskunluk Hitler’i cesaretlendirdi. Artık korkmadan, Çekoslovakya’nın ilhakını tamamlayabilir, “Yahudi Sorunu” dediği şeyde “nihai çözüm” seçeneğini uygulamaya koyabilirdi.

Bundan sonrası artık, bildiğimiz o karanlık tarih: Yahudi Soykırımı, 2. Dünya savaşı, Dresden, Nagasaki ve Hiroşima…

1918-2018

Bugün bu karanlık tarihten oldukça uzağız. Ancak, küresel çapta gerek ekonomik gerekse siyasi gelişmeler ufukta kara bulutların birikmeye başladığını düşündürüyor.

Örneğin, yaklaşık 10 yıl önce, mali krizle birlikte yerleşen düşük büyüme aşılamıyor. Yeni bir mali kriz olasılığından söz ediliyor. Gelişmiş ülkelerde, çalışanların refah düzeyinde bir iyileşme görülemiyor. Krizin gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkileriyle, dünya ekonomisinin, açlıkla, yoksullukla savaşla parçalanmış çeşitli toplumlarından kaçarak gelenlerin, göçmen dalgası birleşince, bir çok ülkede aşırı sağcı, ırkçı, hatta Yahudi düşmanı akımlar yeniden güçleniyor.

Bu ortamda dünyada, sorun çözücü istikrar sağlayıcı bir liderliğin yokluğu, büyük güçler arasında zayıflamaya başlayan işbirliği olasılıklarının etkileri giderek daha fazla hissediliyor.

Gerçekten de ABD artık düzen kurucu kapasitesini, dünyanın polisi olma arzusunu kaybediyor. ABD, uluslararası anlaşmaları, geleneksel müttefiklerini terk etmeye, hatta karşısına almaya, ekonomik ve siyasi alanda dayatmacı bir dış politika izlemeye, silahlanma çabalarını arttırmaya başlıyor.

Buna karşılık Çin ve Rusya rakip güç merkezleri olarak yükseliyor. ABD liderliğinde kurulmuş dünya düzenini kendi gereksinimleri yönünde değişmeye zorladıkça, ticaret savaşlarından, siber savaşlara gerginlikler giderek atıyor.

İki büyük savaşın, soykırımın dersleri üzerinde şekillenmiş, ulus devlet ve ulusalcılık ötesi bir siyasi, ekonomik model olarak Avrupa Birliği (AB) yakın zaman kadar bir barış ve istikrar merkeziydi.

Mali kriz AB’nin içindeki merkez-çevre dinamiğini, bu düzen içinde Almanya’nın artmakta olan gücünü, bunun karşısında çevre ülkelerde büyüyen tedirginliği gözler önüne serdi.

Şimdi, İngiltere AB’den çıkmaya hazırlanıyor. İtalya’da sağ popülist ırkçı eğilimli bir hükümet AB’nin mali yapısını yeniden krize itecek bir ekonomik programı dayatıyor.

AB’nin temel taşı olan iki ülkeden Fransa’da, çok güçlü bir AB karşıtı sağ popülist hareket var.

Almanya’da sağ popülist ırkçı, yabancı ve Yahudi düşmanı bir hareket büyürken, merkez sağ aynı hızla eriyor. Başbakan Angela Merkel, Aralık ayında Hristiyan Demokrat Parti’nin liderliğini bırakacak, en geç 2021’de de siyasete veda edecek.

İngiliz Financial Times gazetesindeki Frederic Studmann imzalı bir yorumda Merkel’in gidişine ve onun yerine geçmeyi arzulayan daha sağcı adaylara atıfla çok korkutucu bir biçimde “Weimar Cumhuriyeti’nin yankılarından” söz ediliyordu.

Bu kez farklı olacak!

İki Büyük Savaş ve Yahudi Soykırımı deneylerinden sonra “İnsanlık tarihten ders çıkarttı, aynı hataları bir daha tekrarlamayacaktır. Bu kez farklı olacak” dememiz gerekiyor.

Ancak 1918’deki ateşkes anlaşmasının 100. yıldönümünde, büyük güçlerin liderleri bir araya geldiklerinde tanık olduklarımıza, yaptıkları konuşmalara bakınca iyimserliğimizi korumakta zorlanıyoruz.

Merkel konuşmasında “savaşın, son derecede acımasız çarpışmaların çirkin bir labirenti” olduğundan, “anlamsızca dökülen kanlardan” söz etti. Merkel’e göre savaş, “ulusal küstahlıkların, kendini beğenmişliklerin” bir sonucuydu. Aynı gün Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in Londra’daki anma törenine katılarak, savaşta ölen askerlerin anıtına çelenk koyması da anlamlı bir hareketti.

Ancak Merkel’in, dolaylı biçimde, Kayzer Almanyası’nı eleştiren “1. Dünya Savaşı içe kapanmanın nasıl yıkımlara yol açtığını gösterdi” sözleri, Almanya’nın sömürgeleri, savaşı çıkarmadaki rolü göz önüne alındığında, samimiyetini sorgulatacak birçok soruyu da gündeme getiriyor. “Almanya’nın içe kapanmaya son vermesi gerektiğine” ilişkin açıklamaları da, son yıllarda Almanya’da yoğunlaşan orduyu modernleştirme, uluslararası alanda daha fazla sorumluluk alma çağrılarının anlamına ışık tutmaya başlıyordu.

Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron‘un 1. Dünya Savaşı’nı bitiren ateşkesin 100. yıldönümünden birkaç gün önce Mareşal Philippe Petain‘den “büyük bir asker” olarak söz etmesi de 2018’de Avrupa’nın önde gelen yöneticilerinde egemen ruh halinin, hala ne kadar karanlık olduğu konusunda bir fikir veriyordu.

Petain, Nazi işbirlikçisi Vichy Fransası’nın diktatörüyken birçok Yahudi’yi ölüme göndermişti.

Macron, 11 Kasım 2018’deki konuşmasında ABD Başkanı Donald Trump‘ı eleştirmek amacıyla kendince milliyetçilik ve yurtseverlik arasında bir ayrım yapmaya çalışıyor, bu arada savaşta ölen Fransız askerleri için “Dünyadaki güzellikleri simgeliyorlardı” diyerek savaşı yüceltmekten çekinmiyordu.

Trump da törenlerde yaptığı konuşmada, her ne kadar yağmuru bahane edip ABD askerlerinin mezarlarını ziyaret etmekten kaçındıysa da, o savaşta, Amerikan komandolarının, Alman askerlerinin yüreğine nasıl korku saldığını, bu kahramanlıkların nasıl savaşın kaderini belirlediğini vurguluyor adeta savaşa ve zafere sahip çıkıyordu. Büyük Savaş’ın aslında bir hata olduğuna ilişkin genel kanıyı, Turmp’ın paylaşmadığı anlaşılıyordu.

Macron’un, Avrupa’nın bağımsız bir ordu kurmasına, artık kendi ürettiği silahları satın almasına ilişkin, daha sonra Merkel’in de desteklediği konuşması da ABD yönetimin ve bazı dış politika uzmanlarının tepkisini çekti.

Trump, Macron’a cevap olarak attığı tweetlerde “Avrupa, ABD’ye ve Çin’e karşı korunmak için kendi ordusunu kurmasını istiyor. Ancak, 1. ve 2. Dünya Savaşlarını Almanya çıkarmadı mı? ABD gelmeden önce Paris’te Almanca öğrenmeye başlamışlardı” diyordu. Macron ben “ABD’ye karşı korunmaktan söz etmedim” derken; Fransız Maliye Bakanı Bruno LeMaire, ABD ve Çin ile rekabet edecek bir “Avrupa İmparatorluğu” kurulmasını istiyordu.

Almanya’da orduyu teknolojik olarak yenilemekten, gücünü arttırmaktan söz ediliyor. Merkel görevi, çok daha sağda adaylara bırakmaya hazırlanırken, Weimar dönemiyle paralellikler kuruluyor. Donald Trump silah harcamalarını arttırıyor, orta menzilli nükleer füzeler anlaşmasından çıkıyor. General Petain‘i öven Macron, Avrupa’yı kıtada üretilen silahlarıyla donatmaktan söz ediyor…

Büyük Savaş’ın bitişinin 100. yıldönümünde, geleceğe ilişkin iyimser duygular beslemek giderek zorlaşıyor.

BBC Türkçe

Ayrıca Kontrol Et

‘Amazon’dan sipariş’: Teknoloji devleri İsrail’in savaşı için kitlesel verileri nasıl depoluyor?

Bir soruşturma, İsrail ordusunun Gazze’deki nüfusla ilgili gözetim bilgilerini depolamak için Amazon’un bulut hizmetini kullandığını ve askeri amaçlar için Google ve Microsoft’tan daha fazla yapay zekâ aracı tedarik ettiğini ortaya koyuyor.