‘Sınıf mücadelesi daha yakıcı hale gelecek’



Tutuklu kaldıkları süre boyunca İnşaat-İş sendikası yöneticilerinden Uğur Karadaş ve Yunus Özgür ile aynı koğuşta kalan Yusuf Yılmaz’ın İleri haber’deki röportajını yayınlıyoruz


Nazlı Eda Piyade / @nazliieda_

Bir işçi mezarlığı olarak anılan 3. havalimanı inşaatında insanlık dışı çalışma koşullarına isyan eden yüzlerce işçi gözaltına alınmış ve 31 işçi tutuklu olarak hapsedilmişti.

İşçilere dönük bu haksız tutuklama süreci kamuoyunun da etkisiyle 5 Aralık’ta yapılan duruşmayla ortadan kaldırıldı. Tutuklu 31 işçiden, 30’u tutuksuz yargılanma kararı ve adli kontrol şartıyla tahliye edildi.

Tayyip Erdoğan’ın açılışı şova çevirmek için belirlediği 29 Ekim tarihine yetişmesi talimatıyla uzun saatler boyunca çalışmak zorunda bırakılan, yemek ve barınma, servis gibi temel ihtiyaçları karşılanmayan, maaşları geç ödenen işçiler mahkemedeki savunmalarında, yaptıkları eylemin insani bir görev olduğunu söylediler ve asla suç olarak görülemeyeceğini açıkça belirttiler.

Aralarında sendika yöneticileri ve bir Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi de olan tutuklu işçiler, çıkarıldıkları ilk mahkemede hem suçlamaların asılsızlığını, hem de kendilerinin son derece haklı bir kavga verdiklerini tarihe not olarak kaydettiler.

Yaklaşık 3 ay boyunca Silivri Cezaevi’nde tutuklu olan TİP üyesi Yusuf Yılmaz’la bu süreci değerlendirdik. ‘Köle değiliz’ eylemlerini, cezaevi sürecini ve devam eden işçi grevlerini konuştuğumuz Yılmaz, iktidarın işçi sınıfına gözdağı vermek için kendilerini tutukladığının altını çizerken, ekonomik kriz ve artan hak gasplarının sınıf mücadelesinin yakıcılığını artıracağını söyledi.

‘SIRADAN BİR EYLEM DEĞİL BİRİKEN ÖFKENİN PATLAMASIYDI’

‘Köle değiliz’ eylemleri nasıl başladı? Yaşanan sömürü ve hak gasplarına dair sizin gözlemleriniz nelerdi?

Öncelikle altını çizmek gerekiyor ki bu eylemler, birkaç aylık bir sürecin ürünü değil, inşaatın başladığı ilk günden beri yaşanan sorunlar çözülmediği gibi, giderek arttığı için işçilerde büyük bir öfkeye sebep oldu. 2016’da da küçük eylemler yapıldı fakat 14 Eylül’de yaşananlar bir eylem olmanın ötesinde tam anlamıyla bir öfkenin dışarı çıkışıydı.

Örneğin, yönetim, işçilerin daha önce de defalarca bildirdiği servis sorununa bir çözüm bulmadığı gibi servis sayısını da azaltmaya gidiyor. Saat 8’de işbaşı yapması gereken bir işçi sabah 5’te yola çıkıp, servis kuyruğuna girmek zorunda bırakılıyor. Yani aslında işçilerin yaşayabileceğini düşündüğünüz tüm sorunların en katmerlisi bu havalimanı inşaatında yaşanıyor.

Aşırı sömürünün yanı sıra varolan hakların da gaspedilmesi işçilerin en insani taleplerinin dahi karşılanmaması bu sürecin en önemli tetikleyicilerinden oldu. Bir diğer açıdan basına da çokça yansıyan tahtakurulu yataklarda uyumak, yemek ve servis sorunu binlerce işçinin ortak sorunu ve bu sorunu çözecek muhatabı bulamadılar. Eylem günü işçi temsilcileri ve sendika yetkilileriyle görüşmeye gelen İGA CEO’su bu görüşmenin işçiler için bir ‘lütuf’ olduğunu söyledi.

Sorunları çözmeleri gereken yönetim, “Çözeceğiz” diye oyaladığı işçilerle bir de alay etti. Sorunlar işçi ve işveren arasında çözülmesi gerekiyorken yapılan toplantılara devletin mülki amirleri, jandarma komutanları ve ilçe kaymakamı katıldı.

‘HAKLARINI ARAMAYA KALKARSAN SEN DE TUTUKLANIRSIN MESAJI VERMEK İSTEDİLER’

Eylemlerin hemen ardından gelen gözaltı ve tutuklamalar, işçilere yönelik bir gözdağı olarak yorumlandı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Her şeyden önce şunu söylemek gerekiyor ki en insani talepler için ses çıkaran işçilerin hiçbiri tutuklanmayla karşılacağını kesinlikle düşünmedi. İşçilerin suçlu olmadıklarını kendileri de devlet de biliyor, elbette ki bu işçi sınıfına verilmek istenen bir gözdağıydı, açık bir mesajdı. Tutuklanmamız, “Haklarını aramaya kalkarsan, sen de tutuklanabilirsin” mesajıydı…

Fakat ne çalışmaya devam eden işçiler ne de tutuklanan işçiler kesinlikle bu korkuya kapılmadı. Biz içerideyken de yaşanan hak ihlallerine karşı eylemler yapıldı.

Bu tutuklamalar işçilerin ‘ekmeğine’ de doğrudan bir saldırıydı. Bakmakla yükümlü oldukları aileleri, devam etmek zorunda oldukları bir hayatları vardı, cezaevindeyken bunun kaygısını elbette yaşadılar, fakat yaptıkları eylemlerin haklı ve meşru olduğunu bildiklerini, mahkemede gösterilen tavırla devlet de gördü.

Cezaevi koşulları nasıldı?

Kötü tabi. Bizim birkaç aylık tutukluluğumuzu konu etmeye gerek yok. Ama tutuklu emekçilerle, devrimcilerle dayanışmayı ihmal etmememiz gerekli ve önemli.

‘İDDİANAMEDE DOĞRU OLAN TEK ŞEY ADIMIN YUSUF YILMAZ OLMASIYDI’

Cezaevi yönetimi ve mahkemenin size tavrı nasıldı?

Mahkeme yazdığı iddianamede de duruşma sırasında aldığı tavırda da tamamen İGA’nın ve devletin yanında saf tuttuğunu açıkça ilan etti. Savcılığın benim hakkımda hazırladığı iddianame de doğru olan tek şey adımın Yusuf Yılmaz olmasıydı. Geri kalan her şey uydurulmuş suçlamalardan ibaretti. Yönelttikleri suçlamalarla ilgili örneğin kamu malına zarar verilmesiyle ilgili tek bir delilleri yoktu, olsaydı zaten hiç beklemez dosyaya hemen eklerlerdi. Bunun yerine whatsapp grubundaki geçen konuşmaları, ‘heval’ kelimesini suç unsuru olarak dosyaya koymuşlardı.

Hazırlanan iddianamedeki suçlamalar, İGA’nın özel güvenlik birimlerindeki ifadelerle bire bir örtüşen, oradan bilgi alındığını apaçık gösteren suçlamalardı. Savcılık İGA yönetimiyle görüşmüş, aleyhimize ifadeler yaratmaya çalışmış.

‘MAHKEME, AKP’NİN DİLİYLE İDDİANAME HAZIRLADI’

Aramızda 15 gün önce işe başlayıp tutuklanan bir işçi vardı. Oradaki koşullara bırakın 15 günü, 1 hafta dahi dayanılamazken mahkeme kendisine, “Daha memleketinden yeni gelmişssin, ne yaşadın da eylem yapmaya kalktın” gibi insan aklını, işçileri aşağılayan bir dil kullandı.

Ayrıca sadece İGA yönetimi değil iktidarın dilini de açıkça gördüğümüz bir iddianameydi. En doğal ve yasal haklarını kullanan sendikacılar için “sözde sendikacı” demişler, bu AKP’nin kendinden olmayan herkes için kullandığı dildir.

Gazetecileri, avukatları, akademisyenleri tutukladıklarında da sözde gazeteci, sözde avukat diyorlar. Çünkü iktidar kendinden olmayanın gazetecilerin gazeteciliğini, avukatların avukatlığını yani kimliklerini kabul etmiyor. Onlardan olmayan sendikacıların sendikacılığını da reddediyor hatta işçinin işçi olmasını da. Biat edersen, boyun eğersen işçisin, ses çıkarırsan ‘provakatör’sün diyorlar.

Sonuç olarak mahkeme yargılayan değil yargılanan bir mahkemeye dönüştü.

‘İŞÇİ SINIFININ YARATTIĞI UMUT SOSYALİSTLERE BÜYÜK GÖREVLER DE YÜKLÜYOR’

‘Köle değiliz’ eylemleri işçi sınıfı içinde de büyük ses getirdi, grevler ve direnişler artarak devam ediyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Emek- sermaye çelişkisi devam ettiği müddetçe sınıf kavgası da sürecektir.  Hele ki AKP gibi bir  iktidar varolduğu sürece eylemler yakıcılığını korumaktadır.

Ekonomik kriz derinletikçe, sermaye de tam boy olarak saldırmaya devam edecektir. Küçük boy bir işletmeden, binlerce işçinin çalıştığı fabrikalara kadar emeğe saldırı, hak gaspları devam ettiği sürece bu mücadele de varolmaya devam edecek.

Geçmişte de içinde olduğum Zonguldak eylemlerinde, TEKEL direnişinde olduğu gibi işçi sınıfının kavgası bize her zaman umut yaratmıştır. Fakat şunu da atlamamak gerekiyor, bu umut, bu mücadele sosyalistlerin omzuna büyük bir görev de yüklemektedir. Sosyalistlerin, devrimcilerin bu eylemlerde dayanışmacı pozisyonundan çıkıp, işçi eylemlerinin bütütnünde olması, işin örgütleyici pozisyonuna geçmesi gerekmektedir.

TİP üyesisiniz, sosyalist kimliğinizin de tutuklanmanızda etkili olduğu düşünüyor musunuz?

Eylemler başladıktan hemen sonra şimdi parti genel başkanımız ve o sırada da milletvekili olan Erkan Baş’la birlikte bölgeye gittik. Bizi gözaltına alan, tutuklayan tabiri caizse ‘mimleyen’ aynı kişiler, Baş’ın ve onunla birlikte orda olanların kendileri için bir ‘tehdit’ olduğunu elbette düşünüyordu. Yaklaşımlarından bunu anlamak kolaydı. Benim herhangi bir durum yokken gözaltına alınmamı ve tutuklanmamı da bir tesadüf olarak değerlendirmiyorum.

İleri haber

Ayrıca Kontrol Et

‘Amazon’dan sipariş’: Teknoloji devleri İsrail’in savaşı için kitlesel verileri nasıl depoluyor?

Bir soruşturma, İsrail ordusunun Gazze’deki nüfusla ilgili gözetim bilgilerini depolamak için Amazon’un bulut hizmetini kullandığını ve askeri amaçlar için Google ve Microsoft’tan daha fazla yapay zekâ aracı tedarik ettiğini ortaya koyuyor.