LAZ ANASI -I



İnşaat-İş Örgütlenme Sekreteri Yunus Özgür’ün 3. Havalimanı direnişi nedeniyle tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’ndeyken kaleme aldığı 5 bölümlük öykünün ilk bölümünü yayınlıyoruz


Derme çatma tahtalarla birbirine iliştirilen yoksul barakalarının bulunduğu sahil kenarında toplaşan balıkçılar, küçük dalgaların vurduğu kumsalda cansız yatan yunus balıklarına bakarak, asık suratlarıyla birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. Ağlarına takılan yunus balıklarının ölümlerine sebep oldukları için üzüldükleri belliydi.

Balıkçıların az ötesinde anne ve küçük çocuk cansız yatan yunus balıklarından habersizce kumsalda bir aşağı bir yukarı eğilip kalkarak ellerindeki kirli çuvala telaşla bir şeyler dolduruyordu. Tıpkı yoksul gecekonduların sokağında kurulan pazarın akşam kaldırılmasından sonra, çöpçülerden önce, yerlere atılan çürük meyve ve sebzeleri topladıkları gibi… Şimdi de denizin kıyıya kustuğu küçük ve ıslak odun parçacıklarını toplayarak ısıtmaya çalışıyorlardı yoksul evlerini…

Laz kadınlarının bilindik çalışkanlığına sahip olan anne, yoksullukla da iç içe geçen yaşamında dört çocuğunun karnını doyurmak için böyle didinip dururdu. Kimi zaman deniz kenarından odun toplar, kimi zaman Pazar yerinden arta kalan çürümüş sebze ve meyveleri. Kimi zaman fırında bir gün önceden kalan bayat ve ucuz ekmekleri, kimi zamansa kasapların atmak için kenara ayırdıkları etleri sıyrılmış kemik parçalarını…

Tüm bu yoksulluğun karşın kimselere el açmaz, yarım istemezdi, onurluydu Laz Anası… Bakkalın gönderdiği peynire, zeytine el sürmez geri gönderirdi her defasında. Laz Anasının dinine bağlı olduğunu bilen bakkal “Bacım hepimiz Müslümanız, komşusu aç yatarken tok yatan Müslüman değildir” diyerek Laz Anasını ikna etmeye çalışsa da boşunaydı bütün çabaları…

Oturduğu gecekondu semtinde herkes bilir, tanırdı Laz Anasını. Herkes yoksuldu ama yoksulluklarını gizlice paylaşırlardı. Bilirlerdi ki Laz Anası kimselere el açmaz, yardım istemezdi. Belki de ondandı komşuların hava kararınca, gizlice penceresinin kenarına yaptıkları yemekleri koymaları. Bir de mahallenin gençleri karabatak denilen kuşları avlayarak tüm mahalleye dağıtırlardı. Etinin güzel olmamasına rağmen gençleri kırmaz alırdı karabatakları Laz Anası.

Yoksulluğu, bu yoksulluğa rağmen dört çocuğunu büyütmek için harcadığı çaba kulaktan kulağa yayılmış olmasaydı, gazeteciler kapısını çalmaz, “rahatsız” etmezlerdi Laz Anasını.  Çocuklarıyla birlikte verdiği yaşam mücadelesini yazmak ve gazetede yayınlamak isteyen gazetecilerden tedirgin olmasına rağmen geri çevirmemişti onları. Böylece yoksulluğu, çalışkanlığı ve fedakârlığıyla haber olmuştu gazetelere Laz Anası.

Her ana gibi düşkündü çocuklarına. Zaten bundan değil miydi çırpınışları… Tek derdi onları kimseye muhtaç etmeden büyütüp “adam” etmekti. Kolay değildi dört boğazı doyurmak. Ana olmak da kolay değildi ama Laz Anası için hiç kolay değildi. Çocuklarının hepsini severdi. En büyük oğlu daha 11 yaşındaydı, ele avuca sığmazdı. Bir de başlarında baba olmayınca okuldan kaçmalar, güvercin peşinde koşmalar, sokakta bulduğu her köpeğin boynuna ip geçirip eve getirmeler… En büyük çocuktan sonra doğan kız çocuğu annesiyle birlikte katlanırdı tüm yoksulluğa. Küçük yaşına rağmen Laz Anasının ev içindeki sağ koluydu adeta. Laz Anası durup durup düşünürdü “Bu kız olmasaydı ben bu işlerle nasıl başa çıkardım” diye. En küçük kız, evin en küçüğü olmanın avantajlarını yaşardı yoksul sofralarında. Ortanca çocuğu ise, annesinin kuzusuydu. Diğer iki “büyük” çocuğu gibi utanmazdı deniz kenarından odun toplamaktan. O hiç ayrılmazdı Laz Anasının kıyısından. Annesi nerede o oradaydı. Sanki her an annesini kaybetme korkusundaymış gibi bırakmazdı annesinin eteğinin ucunu. Bırakırsa annesinin eteğinin ucunu, kaybedecek sanırdı onu. Sadece yaşıtı olan en sevdiği arkadaşıyla sahil kenarında balıkçı barakalarının kıyısında oyun oynamak için ayrılırdı annesinin eteğinden. Eve döndüğünde, her defasında Laz Anasının terlik darbeleriyle karşılaşırdı ama bir türlü vazgeçmezdi bu huyundan.

Deniz, rengârenk tekneler, kayalar arasında bir görünüp bir kaybolan yavru yengeçleri kovalamak hoşuna giderdi ortanca oğlanın. Öyle ki, bir gün eve bir koca poşet hamsiyle döndüğünde Laz Anasının “Bunları nereden aldın?” sorusuna çocuk aklıyla “Ben tuttum” cevabını vermesinin ardından tabir-i caizse bir ton dayak yemiş, yine de vazgeçmemişti orada oynamaktan… Ortanca oğlanın bu sefer bu kadar fazla dayak yemesi, ne evden uzak olan balıkçı barakalarına gitmesi, ne de aklınca yalan söylemesiydi. Laz Anasının bu kadar acımasız olması, ortanca oğlunun balıkçıların verdiği gün gibi ortada olan bir poşet hamsiyi sallana sallana eve getirmesiydi. Çünkü Laz Anası çocuklarını da kendisi gibi kimseye el açmayan, kimseden sadaka dilenmeyen insanlar olarak yetiştirmeyi en vazgeçilmez şey olarak görüyordu. Bu yüzden ortanca oğluna bir ton dayak attıktan sonra, hamsi dolu poşeti eline verip gerisin geri götürüp balıkçılara vermesini istemişti. Ortanca oğlan ağlaya ağlaya balıkçı barakalarına gitmiş, fakat küçük yaşına rağmen ya utandığından ya da gururuna yediremeyip kimselere görünmeden poşeti barakaların önüne bırakıp hızla oradan uzaklaşmıştı. Laz Anası bütün çocuklarını aynı sever, üzerlerine titrerdi. Ama ara sıra derslerini de vermek gerekiyordu işte.

Her biri birkaç odadan meydana gelen ve ayakta durmak için adeta birbirine yaslandığı yoksul gecekonduların büyük bir gürültüyle sarsılması, Laz Anasının hızla sokağa çıkmasına neden oldu. Ortanca oğlan evde yoktu. Sokak ana baba günüydü. Yoksullukları her hallerinden belli olan insanlar anlamsızca sağa sola koşturarak birbirlerine aceleyle sorular soruyorlardı. Herkes panik halinde kaybettikleri bir şeyleri arıyordu sanki. En çok da analar vardı. Herhangi bir tehlike anında yavrularını altına toplayan anaç tavuklar gibi, her ana çocuğunu arıyor, bulunca da kimisi ensesine bir şaplak vuruyor, daha insaflıları ise bağrına basıyordu. Kalabalık ortasında şaşkın ve korkudan dona kalan ortanca oğlunu farkeden Laz Anası ensesine bir şaplak vurmak yerine sıkıca sarılıyor oğluna. Sadece bir ana saçlarını yolarak kendini yerden yere vuruyordu. Ananın haykırışları yürekleri parçalıyor, zaptetmek isteyenleri yoksulluğunu haykıran sıska vücuduyla sağa sola savuruyordu. Herkes donmuşçasına ona bakıyor; bir tek onun çocuğu yok, bir tek onun çocuğu yatıyor yerde. Çocuğuna tekrar tekrar sarılmak istiyor, sarılamıyor, olmuyor işte. Ortanca oğlan tutmuyor bu kez Laz Anasının yamalı eteğinin ucunu. Bu defa Laz Anası gözyaşları içinde oğlunu kaybetmekten korkarcasına kucağına alıyor sarmalıyor onu.

O günden sonra ortanca oğlan yalnız başına gidiyor artık derme çatma balıkçı barakalarına. En sevdiği arkadaşı gelmiyor artık onunla. Ortanca oğlan en sevdiği arkadaşının artık onunla hiçbir zaman balıkçı barakalarına gelmeyeceğinden habersiz. Çok sonradan öğreniyor, en sevdiği arkadaşının eline nereden geçtiği belli olmadığı bir şeyin patlaması sonucu gelmediğini, gelemediğini…

Çocukları ilk kez Laz Anasının güldüğünü görüyorlardı. O gün kocaman kamyon evlerinin önüne yanaşmasaydı, bu güne kadar annelerinin gülmediğinin farkında bile olmayacaklardı.

Kırmızı kamyon sabahın erken saatlerinde gecekondu mahallesine girerek Laz Anasının evinin kapısına doğru yöneldiğinde egzozundan çıkarttığı büyük gürültüyle “ Kalkın da bakın, Laz Anasının çilesi bitiyor işte!” der gibi yeri göğü inletiyordu adeta. Laz Anasının çilesi evinin önüne parkeden kamyonun gelmesiyle son mu bulacaktı gerçekten? Bu bilinmez, ama bugüne kadar bin bir zorlukla ve emekle büyüttüğü dört çocuğunu ağaç kovuğunda bulmadığı veya bir sabah kapısının önüne leylekler tarafından bırakılmadıkları biliniyordu.

Görücü usulüyle evlendiği eşinin kırmızı kamyondan inerek kapıyı çalmasıyla yüzü gülmeye başlamıştı Laz Anasının. Dört çocuğunun öz be öz babalarıydı kapıyı çalan adam. Hayırsız mıydı? Hayırsız olsaydı eğer Laz Anası eşinin gelmesine bu kadar sevinir mutlu olur muydu acaba? Uzun yıllar eşini ve çocuklarını görmeyen baba büyük bir hasretle Laz Anasına sarılarak kapı eşiğinde biriken çocuklarına bakıyordu sevgi dolu gözlerle.

Çok önceleri bin bir umutla açılan bakkal dükkanının iflas etmesinin ardından gurbete çıkan baba sonunda işleri yoluna koymuş, eşini ve çocuklarını almaya gelmişti işte.

Topu topu iki odayı dolduran ev eşyaları bir çırpıda toplanarak büyük kırmızı kamyona yüklendi el birliğiyle. Laz Anası neredeyse mahalledeki tüm evleri tek tek dolaşarak, yıllardır aynı kaderi paylaştığı yoksul komşularıyla vedalaşıyordu. Kendilerini neyin beklediğini bilmeden Çukurova denen yaban ellere hareket etmek için doluştular kamyona. Önlerinde uzun mu uzun bir yol var…

[Sürecek]

Ayrıca Kontrol Et

Ruhi Su: Türkülere Verilmiş Bir Ömür

Ruhi Su, 12 Eylül faşizminin engellemeleri yüzünden yurtdışında tedavi şansı bulamadı ve 20 Eylül 1985’te hayatını kaybetti