Bölücü tasfiyecilik bugün “Yalnız bırakıldık” demagojisi yapıyor
Ödenen bedellerin büyüklüğüne rağmen tarihsel bir direnişi çıkmaza ve yenilgiye sürükleyen sol tasfiyeciler, sürecin başından itibaren nasıl seyrettiğine dair olgular, belgeler, tanıklar ve en önemlisi somut sonuçlar ortada olduğu halde, yenilginin sorumluluğunu hala kendi dışlarındaki etkenler ve güçlerin sırtına yıkmaya çalışabiliyorlar. Yapılan bütün uyarılara rağmen “Tek başımıza da kalsak biz eyleme başlıyoruz” şeklinde bir karar dayatmasıyla, oluşmuş ve genişleme olanakları daha da güçlenmiş bir direniş cephesini dahi parçalayarak harekete geçenler ve 24 saat içinde keskin bir zigzag çizerek onların kuyruğuna takılanlar, bugün kalkıp “yalnız bırakıldıklarını, bunun da direniş açısından belli bir dezavantaj oluşturduğunu” iddia edebiliyorlar.
Önce kadroların ve örgüt kamuoyunun dikkatini kendi dışındaki güçlerin ve etkenlerin üstüne yönlendirmeye çalışarak kendi yaptıklarının üzerini kapatmaya çalışmaktan kaynaklanan “yalnız bırakıldık” demagojisi üzerinde kısaca biraz duralım. Kim kimi ‘yalnız bıraktı’? Üç vakte kadar olmasa bile en fazla 20-25 şehidin verildiği durumda geleceğine kesin gözüyle bakılan ‘zafer’in rantını kimselere bırakmama hesabıyla kimler kendilerini bilinçli olarak ‘yalnızlaştırma’ yolunu seçtiler? Ulucanlar Katliamı’nın hemen arkasından başlayarak içerde ve dışarda, yurtiçinde ve yurtdışında kimlerin neler yaptığı olgusal kanıtlarıyla ortada. Bellek zayıflığı çekenler varsa, en azından bütün devrimci yayın organlarının ve burjuva basının arşivlerini tarayarak tablo hakkında bir fikir edinebilirler. Ayrıca cezaevlerinde de bölücü tavırlarını keskinleştirdikleri andan itibaren kendi dışlarındaki tüm devrimci güçlere karşı en saygısız ve saldırgan tavırları sergiledikleri halde, aradaki bütün farklılıklara rağmen devlete ve dışa karşı birlikteliği koruyup güçlendirme çabalarının kimlerden geldiğini ama bunların nasıl karşılandığını da daha anlatacağız.
Yeri gelmişken bu noktada, sol tasfiyeci aceleciliğin eylemi fiilen başlatmalarından önce bölünmenin önüne geçebilmek amacıyla kendilerine önerdiğimiz bir girişimi daha hatırlatalım. Sol tasfiyecilerin eyleme kendi başlarına başlayacaklarını bütün örgütlere deklare etmelerinden sonra, kendileriyle yaptığımız ikili görüşmeler sırasında da dile getirdiğimiz bir öneriyi, TKP/ML ile birlikte bir kez daha önerdik. Önerimiz şuydu: “Harekete geçmekte acele etmeyin! Gerekçelerinizden birini oluşturan F tipleriyle ilgili yasa değişiklikleri eğer sizin öngördüğünüz tarihte meclise sevk edilecek olursa ÖO’na o zaman hemen birlikte başlarız”. Ama amaçları ‘üzüm yemek’ olmayanlar bu öneriyi de reddettiler.
Kendi kendilerini ‘yalnızlaştırmak’ için ellerinden geleni yapanlara, konunun başka bir yönüne ilişkin olarak şu soruları soralım: Cezaevlerindeki güçlerin çok parçalılığı, başından beri bu direnişin en büyük handikaplarından biriydi. Ve bu dışardaki etkinlikleri de zayıflatıcı bir rol oynuyordu. Saldırının amacı ve hedefleri düşünüldüğünde, içerde ve dışarda olabilecek en geniş birlikteliklerin sağlanıp destek halkalarının genişletilmesinin taşıdığı yaşamsal önem ortadaydı. Bu dezavantajın olabildiğince asgariye indirilebilmesi için içerde ve dışarda elbirliğiyle neler yapılması gerektiğine dair sık sık gündeme getirdiğimiz önerilerin listesine ve ayrıntılarına şu an girmeyeceğiz. Bunlar, özellikle CMK’nin Aralık 1999 ile Temmuz 2000 arasındaki aylık toplantılarının tutanaklarında da var.
Peki bugün “yalnız bırakıldık” yakınmasıyla başkalarını suçlamaya kalkanlar ne yaptılar bu konuda bütün bu süreç boyunca? DHKP-C, Ulucanlar Katliamı döneminde tepkisel ve yanlış bir tavırla CMK ile ilişkilerini “askıya aldığını” açıklayan MLKP’nin tekrar CMK’ya dönmesini aylarca engelleyip geciktirmeye çalıştı. Dışardaki güçlerin ve ailelerin birlikte hareket etmelerine dair yaptığımız önerilere, “darbeciler” olarak tanımladıkları tasfiyeci çevrenin de düzenlenen etkinliklere davet edilmelerini gerekçe göstererek yanaşmadı. DHKP-C’nin bu konudaki eleştirilerinin asıl muhatabı ise, daha sonraki ortağı TKP(ML) idi. Dışarda güçlü bir birlikteliğin oluşabilmesinin taşıdığı önemden dolayı, ayrıca bu konudaki yaklaşımlarını tasfiyeciliğe pirim verme olarak gördüğümüz için TKP(ML)’ye, DHKP-C’ye istediği güvenceyi vermelerini birkaç kez önerdiğimiz halde onlar da bunu önemsemediler. Çünkü ne onlar ne de DHKP-C, bu denli parçalı bir yapının hücre tipi saldırısı gibi bir saldırıya karşı direniş sürecinde nasıl bir handikap oluşturduğunun yeterince farkında değillerdi. Bu öngörüsüzlüğe karşı aylarca şu temelde uyarılarımız oldu:
“…Bu sürece ‘96’dan farklı olarak baştan önemli koz ve avantajlara sahip olarak giriyor olmamız (‘96’nın moral ve siyasal etkisiyle, derslerinin belleklerdeki tazeliği ve canlılığı da avantajlar içindedir ve bu, bugün önemli bir silahımızdır) bazıları oldukça ciddi zayıflıklarımızı gözden kaçırmaya yol açmamalıdır. Hücre tipi saldırısına karşı direnişin biçim ve yöntemlerinin belirlenmesinde her iki yönün de dikkate alınması bir zorunluluktur.
(…)
Bugün karşı karşıya bulunulan zayıflık ve handikaplarımızın başında, sınıf ve kitle hareketindeki durgunluk ile devrimci örgütlerin kitlelerle olan örgütlü bağlarının cılızlığı başta olmak üzere, devrimci hareketin genel zayıflığı gelir. Zaten faşizmin hücre tipi saldırısını zamanlama olarak tam da bu dönemde gündeme getirmesinde, TDH olarak bizi, son 10 yılın olabilecek en zayıf konumunda yakalamış olmasının önemli bir payı vardır. Her zaman bulamayacağı bu elverişli fırsatı kaçırmak istemeyişi, önümüzdeki çatışma sürecinde de, kimi tepkilere ve sonuçlara aldırmaksızın saldırıda belli bir ısrar biçimine bürünmüş olarak karşımıza çıkacaktır.
(…)
Devrimci hareketin bu sürecin başındaki bir diğer büyük handikabı, cezaevlerinde dahi güçlerin fazlaca parçalanmışlığıdır. Başta PKK’li tutsaklar olmak üzere, birçok cezaevinde neredeyse örgütlü devrimci güçler kadar kalabalık sayılara ulaşan bağımsızlar, küçük tasfiyeci çevrelerin mensupları, pilini iyice tüketmiş reformistlerden oluşan büyük bir kesim vardır. Gerçi bugün herkes ‘Hücre Tipine karşı olduğunu ve direneceğini’ söylese de, bunların içinden hangilerinin Hücre Tipine karşı ne kadar ve nasıl direnecekleri meçhuldür. Zaten devlet de hesaplarını, PKK’li tutsaklar başta olmak üzere bunların önemli bir kesiminin fazla bir direniş sergilemeyecekleri beklentisi üzerine kurmaktadır. Bunun temelsiz ve isabetsiz bir öngörü olduğu söylenenez. Ama bu tabii, geniş bir devrimci direniş cephesi örgütlenmeye çalışılırken, bu güçleri hiç hesaba katmama ve onlara bütünüyle sırt dönme biçimini asla almamalıdır. Bu, zaten mevcut olan ciddi bir zayıflığı derinleştirici ve kalıcılaştırıcı sorumsuz ‘sol’ bir tutum ve yaklaşım olur.
Diğer bir handikap ve zayıflık, geriye kalan güçler arasında da tam bir uyum ve homojenliğin olmayışıdır. Bu cephede de, bazıları süreç içinde giderilebilir ama bazıları ciddi yaklaşım ve tutum farklılıkları vardır.
Bir diğer önemli handikap, tasfiyeciliğin tahribatına da bağlı olarak devrimci örgütlerin dışarda yaşadıkları zorlanma ve sıkışmalardır. Sınıf ve emekçi kitle hareketindeki genel durgunluk ve moral yıpranma ile de birleşen -ve zaten bir yönüyle de ondan kaynaklı- bu zayıflık, bu süreçte en geniş destek güçlerinin örgütlü bir biçimde seferber edilebilmesini sınırlandırıcı bir rol oynamaktadır.
Bütün bu zayıflıklar ortamında devrimci hareket, içerde ve dışarda, Hücre Tipi saldırısını ağırlıklı olarak ana gövdesiyle karşılama zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Fakat faşizmin ‘Hücre Tipi’ saldırısıyla darbeleyip fiziki imha da dahil olabildiğince zayıflatmayı hedeflediği güç tam da bu gövdedir. Bizim istek ve tercihlerimizin dışında karşımıza çıkan bu çelişkinin çözüm yöntemi, Hücre Tipi’ne karşı direnmemek ya da ‘direniyor gibi’ yapan bir titrek duruş olamaz. Kendi mantığı içinde bu da bir ‘çözüm’dür ama devrimci bir çözüm değildir.
(…)
(Fakat öte yandan) ‘İçerdekiler’ olarak en yüksek bedelleri dahi göze alan bir kararlılık içinde olmak ayrıdır -ve bu tabii ki önemli ve gereklidir, hatta şarttır-; fakat bu bedelleri en aza indirecek imkan ve dinamikleri sonuna kadar zorlamak ayrıdır. Bu ikisini birbirinin karşısına çıkarıp birinin önemine yapılan vurguyu hemen diğerinin ‘yokluğu’ veya ‘zayıflığına’ yormak, akılsızca bir ‘solculuk’ veya oportünist bir titrekliğin yansıması olabilir sadece…” (“‘F Tipi’ Saldırısına Karşı Mücadele Perspektifimiz” başlıklı genelgeden)
Bugün hala böbürlenmeye geldiği zaman ‘şöyle stratejik perspektifle hazırlandık’, ‘şöyle planlama yaptık’, ‘şöyle ince eleyip sık dokuduk’, ‘şöyle sorumlu davrandık’, ‘biz zaten direnişin asli güçleriydik’, ‘herkese öncülük ve önderlik yaptık’ vs., vs. payelerini kendi kendilerine yakıştıranlar, iş yapılan hatalar ve sorumluluklara geldiği zaman suçu niye “destek güçleri” olarak niteledikleri güçlerin üzerine yıkmaya kalkışıyorlar? “Yalnız bırakıldıkları” iddiasının yalana dayalı ucuz bir demagoji olması da bir an için bir yana, bu nasıl bir “stratejik yaklaşım”, bu nasıl bir “planlama”, bu nasıl bir taktik anlayışıdır? Kadroların ölüme sürüldüğü tarihsel bir direnişin “asli ve önder gücü” olma iddiasıyla ortaya atılanlara yakışır mı bu kadar büyük ve acemice hesap hataları işlemek?!!
Sol tasfiyeciliğin dar grupçu rant hesapları
“Yalnız bırakılma” değil ama ortada çok vahim ve sonuçları gerçekten çok ağır olan ciddi hesap hataları vardı. Bunlardan birincisi, diğer devrimci güçlerin de yaratılan emrivakiyi ister istemez izlemek zorunda kalacakları beklentisiydi. Bu zaten sol tasfiyeciliğin, özellikle de cezaevlerinde siyaset yapma tarzı ve kültürünün karakteristik özelliklerinden biri halini almıştı. Bu nedenle, “yalnız bırakıldık” iftirası, esasında bu beklentinin gerçekleşmemiş olmasından ileri gelen hayal kırıklığının dışavurumundan başka bir şey değildir.
Fakat sol tasfiyecilik asıl vahim hatayı, direnişin olası süresi ve sonucu üzerine kurduğu hesapları konusunda işledi. Onların hesabına göre bu direniş, olsa olsa 3-4 ay içinde, belki 20-25 şehit verilerek ama mutlaka belli kazanımlarla biterdi; o zaman kim daha çabuk harekete geçerse yıllarca kullanabileceği bir politik rantın üzerine de o otururdu!!! Günler hatta saatler içinde keskin zigzaglar çizerek bir araya gelen sol tasfiyeci “Üçlü Blok”u doğuran da, onları sorumsuz ve bölücü bir tutumla erken ve zamansız bir çıkışa yönelten de, 19 Aralık Katliamı öncesi ve sonrasında sergiledikleri devrimci mantık ve öngörüden yoksun tutumlarının da belirleyici nedeni asıl bu hesaptır. Kendi özgül durumlarına bağlı olarak herbirinde farklı yönler ağır basmakla birlikte, onların bütün adımlarına bu rant hesabı yön vermiştir.
DHKP-C o kesitte, PKK’nin de tasfiyesi ve teslimiyete yönelmesinin ortaya çıkardığı boşluğu doldurabilecek “tek alternatif güç” olduğu izlenimini yaratacak etkileyici ve sonuç alıcı bir çıkış yapma ihtiyacını duymaktaydı. O bunu önce, PKK’nin teslimiyetçi yönelimlerinin eleştirisi sırasında zaman zaman şovenizmle sınırların belirsizleştiği tutumlar sergileyebilecek kadar keskin bir husumet siyaseti izleyerek başarmayı denedi; ama bunun tutmadığını, hatta giderek ters teptiğini görünce bu kez yeni arayışlara yöneldi. Fakat bunu o sıralar dışarda yapabilecek durumda da değildi. Koyu halkçı reformist bir öze sahip olmaları da bir yana “Halk Meclisleri” denemeleri, “Halk Anayası” kampanyaları tutmamıştı; ’99 başlarında peşpeye giriştiği roketli saldırıların arkasını da yediği darbeler nedeniyle getirememişti; bazı yörelerle sınırlı kalmanın ötesine zaten geçememiş olan “kır gerilla birlikleri”nin varlıklarını sürdürüp sürdürmedikleri dahi belirsizdi; legal alandaki mevcut örgütlenmelerinin bile sesi soluğu fazla duyulmuyordu… Bu durumda geriye önemli bir gücünün bulunduğu cezaevleri kalıyordu (ÖO’na başlarken kendilerinin açıkladıkları rakamlara göre o dönemde cezaevlerinde 640 civarında DHKP-C tutsağı vardı).
“PKK’den doğan boşluğu doldurabilecek tek devrimci güç” izlenimi yaratacak ‘etkileyici’ bir çıkış yapma ihtiyacı ve arayışı, o noktadan itibaren ‘cezaevlerine dayalı bir çıkış’ ihtiyacı ve yönelimi biçimine büründü. Zaten gündemde hücre tipi saldırısı vardı. Üstelik bütün devrimci, demokrat güçlerin elbirliğiyle harcadıkları çabalar başta olmak üzere bir dizi etkene bağlı olarak bu konuda kamuoyunda belirgin bir duyarlılık ve sahiplenme ortaya çıkmıştı. DHKP-C’nin geleneksel mantığına göre, ‘kim daha erken davranıp harekete geçerse’, geçmiştekilere kıyasla belki biraz daha uzun sürüp biraz daha yüksek bedeller ödenecek olsa bile bu koşullarda kazanılacağı kesin olan başarının politik ve moral rüzgarını da arkasına alırdı. Faşizmin sadece DHKP-C’yi değil o da içinde olmak üzere TDH’ni tasfiyeyi amaçlayan saldırısına karşı sol tasfiyeci bir çizginin başını çeken DHKP-C’nin bütün adımlarına ve davranışlarına, işte bu küçük burjuva “benmerkezci” dar grup ve rant hesabı yön verdi. Devrimci-demokrat kamuoyunun duyduğu ya da tanık olduğu zaman aklının ve havsalasının almadığı, direnişin gerçekte hangi amaçlar için yapıldığının sorgulanır hale gelmesinden zaten yetersiz olan destek güçlerinin de “kararlı direnişçilik” adına eritilip soğutulmasına varana kadar sergilenen akıl almaz tutumların nedeni, temelde yatan bu hesap ışığında değerlendirildiği zaman ‘anlaşılır’ hale gelir.
Bir kadro kuşağının cezaevlerinde ve dışarda sergiledikleri kitlesel yiğitliğe, katlanılan acılar ve yapılan fedakarlıkların büyüklüğüne, ödenen bedellerin yüksekliğine karşın bu görkemli direnişin çıkmaza ve yenilgiye sürüklenmesinin tarihsel vebalini omuzunda taşıyan “Üçlü Blok”un diğer bileşenleri de, temelde aynı parsa toplama hesabı içindeydiler. Onların tek farkı, özgül konumlarının ve çaplarının farklılığından dolayı güttükleri dargrupçu hesapların da daha küçük ve sınırlı oluşuydu.
Bunlardan bugün adını MKP olarak değiştirmiş olan TKP(ML), o zamanlar da zaten ciddi bir siyasal ve örgütsel sıkışma ve bunalım içindeydi. Mücadele anlayışının temel gereği olarak benimsediği gerilla faaliyetlerinde kayda değer bir varlık gösteremiyordu. Bu zayıflığını giderebilmek için bir ara PKK’ye yaslanmaya çalıştı. İmralı teslimiyetçiliğinin ayyuka çıktığı kesitte bile hala onun kuyruğundan kopamayan iki örgütten biriydi. Kendi istek ve çabalarına rağmen bu kapının da kapanması üzerine, bu kez geçmişte ayrıldığı ve demediğini bırakmadığı TKP/ML ile tekrar birleşme arayışına girdi. Oradan da aradığını bulamadı. Bu arada içinde örgütlenmiş bir ajan şebekesinin açığa çıkmasının şokunu ve güven bunalımını yaşamaya başladı. Bütün bu sıkışma ve bunalımlarını devrimci bir tarzda aşabilecek teorik, siyasal ve örgütsel bir birikim ve dinamiklere de yeterince sahip değildi. Onun için de geriye, cezaevlerinden yapılacak bir çıkıştan başka tutunabileceği bir dal yoktu. Örgüt olarak içinde bulundukları siyasal-moral ruh hali açısından cezaevlerindeki güçlerinin de pek ‘dayanılacak’ durumda olmadıklarının esasında kendileri de farkındaydılar. 7 Eylül 2000 gecesi yaptığımız resmi görüşme sırasında bunu kendileri de itiraf ettiler. Fakat buna rağmen, daha farklı ve devrimci bir çözüm üretebilecek durumda olmadıkları için, direnişe de çok büyük zararlar veren bir ‘kumar oynama’ yolunu seçtiler. Üstüne üstlük direniş sürecinin çoğu kritik aşamasında, bir taraftan “boynuz kulağı geçer” misali “kraldan fazla kralcı” keskin yaklaşımlar sergilerken diğer taraftan da tutarsızlıklarla dolu berbat bir pratiğin sahibi oldular. Şimdilerde de kalkmış, bu direnişin çapına ve büyüklüğüne dahi sığmayan ciddiyetsiz bir tutumla, “şuna değdi, buna değmedi” hesabı “şu doğruydu ama şu yanlıştı” şeklinde 4-5 sayfalık bir “Genel Yorum”la koca bir sürecin üzerinden atlamaya çalışıyorlar.
Bu cepheye son anda eklemlenen ‘iliştirilmiş eylemci’ TKİP’e gelince, TDKP oportünizminden 1980’lerin sonunda ancak kopabilen ve entelektüel bir sosyalizm savunuculuğu dışında bugüne dek anlamlı bir devrimci icraatına pek tanık olunmayan bu çevrenin bir ‘tarihe’ ve ‘tarihi başarı’ya ihtiyacı vardı. Sol tasfiyeciliğin tarihsel sorumluluğuna ortak olmanın dışında, direniş süreci boyunca ne siyaseten ne de pratik olarak esamesi dahi okunmadığı için üzerinde daha fazla durmak anlamsız ve gereksizdir.
Dar grupçu küçük hesaplar hangi yıkıcı sonuçları doğurdu?
Faşizmin hücre tipi saldırısına karşı tümüyle haklı ve meşru bir direniş sürecini ‘erken ve mutlak bir zafer’ beklentisiyle dar grupçu parsa toplama heveslerinin basamağı haline getirme yönelimi, sonuçları çok ağır olan korkunç bir politik körleşme ve sektarizmi de beraberinde getirdi.
Bu ilk önce, sorumsuz bölücü bir tutumla erken ve zamansız bir çıkışa sürükledi onları.
İkinci kritik evrede, sadece ÖO’nun yaratmadığı ama ÖO’na başlanmış olmasının da kuşkusuz belli bir ivme kazandırdığı kamuoyundaki duyarlılığın artışına bağlı olarak bu kez bir ‘baş dönmesi’ ortaya çıktı. Bu baş dönmesi, o kesitte devreye giren arabulucu heyetleriyle yapılan görüşmeler sırasında direnişin gerçek amaçları ve ciddiyeti konusunda kafalarda soru işaretleri yaratacak tutumlar sergilenmesine neden olmakla kalmadı; o lanet olası rant toplama hesabıyla yapıldığı çok açık olan bir çevik kuvvet otobüsünün taranması, ÖO eylemcilerinin açıklandığı toplantıların video kasetlerinin televizyonlara pazarlanması gibi akılsızlık ötesi eylemlerle devletin cezaevelerine yönelik genel bir operasyon düzünleyebilmek için gökte aradığı görece uygun fırsatlar yerde sunuldu.
Bu arada, devredeki aracıların yaptıkları bütün uyarılara rağmen, devletin genel bir operasyona girişebileceği ihtimali aynı körlük ve baş dönmesi nedeniyle ciddiye alınmadı; o operasyonun önünü en azından o kesitte kesecek, kesemese bile 19 Aralık sonrasında olduğu gibi devrimcilerin değil devletin daha fazla sorgulanmasına zemin hazırlayacak bir taktik manevra yeteneği gösterilmediği gibi kendilerine ‘kesin’ bir istihbarat olarak iletilen bu olasılıktan diğer devrimci örgütleri haberdar dahi etmediler.
19 Aralık Katliamı ile devlet, hücre tipi saldırısını yaşama geçirme sırasında baştan beri kendisini en fazla düşündüren ve en fazla zorlanacağını düşündüğü eşiği, muhtemelen kendisinin bile umduğundan daha kolay aştı ve devrimci siyasi tutsakları “F tipleri”ne nakletmeyi başardı. Bu esasında koşulları ve dengeleri bizim aleyhimize değiştiren önemli bir gelişmeydi. Faşizmin meşrebine uygun olarak gerçekleştirdiği bu alçakça katliam, kamuoyunda doğru dürüst bir tepki dahi yaratmadı. Bu korkunç tepkisizliği sadece “kamuoyunun duyarsızlığına”, “aydınların korkaklığına”, “demokratik güçlerin ve örgütlerin sorumsuzluğuna” vb. bağlayıp onlara küfrederek açıklayamayız. Eleştiri sınırları içinde kalmak kaydıyla bunlarda belli bir haklılık payı vardır ama bu tepkisizliği doğuran başlıca nedenlerden birinin de o güne dek ve 19 Aralık Katliam günü sergilenen yanlış tutumlar olmadığını kimse inkar edemez.
Bunlardan asıl belirleyici olanların belli başlılarına şu ana kadar değindik. Bunlar kadar belirleyici olmasa da -zaten bunların da temelinde yatan politik körlüğün ve sorumsuzluğun sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan- operasyon günü çeşitli cezaevlerinde gerçekleştirilen ‘kendini yakma’ eylemlerini de bu yanlış tutumlar içerisinde saymak gerekir. Örgütleri tarafından alınan karar gereği hem devrimci iradenin ölüm korkutmacasıyla teslim alınamayacağını göstermek hem de daha fazla devrimcinin katledilmesinin önünü alabilmek için bedenlerini tutuşturmakta tereddüt göstermeyen bu yiğit devrimcilere duyduğumuz saygı sonsuzdur. Bizim yanlış bulduğumuz ve eleştirdiğimiz, önceden belirlendiği anlaşılan bu karar ve onun arkasında yatan korkunç öngörüsüzlüktür.
Faşizmin hücre tipi saldırısının stratejik amacını ve onun öncekilerden farkını “aylar öncesinden doğru çözümlediklerini” iddia etmeyi hala sürdürenler, devletin bu amaçla zaten katliamı göze alarak girişeceği bir operasyonun önünün bazı kadroların kendilerini feda etmeleriyle alınabileceğini nasıl düşünebildiler? Aklı başında bir tahlil yeteneğinden de vazgeçtik, hücre tipi saldırısının stratejistlerinden faşist katliamcı elebaşı, zamanın Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü’nün 2000 Temmuzunda içlerinde avukatların da yer aldığı bir heyetle yaptığı bir görüşme sırasında, “Girişeceğimiz bir operasyonda 25-30 kişinin ölebileceğini düşünüyoruz ama bunu göze aldık” diye sayı dahi verdiği bilinirken, bir operasyon başladıktan sonra onun artık bu biçimde eylemlerle durdurulamayacağı, bunun sadece devlete katliamın çapını ve işlediği vahşetin boyutlarını perdeleme olanağını sunacağı nasıl öngörülemez? Zaten 19 Aralık gibi bir katliam yaşandığı halde, hiç olmazsa ’96 SAG-ÖO Direnişi’nin son günlerinde Sultanahmet’te yapılan 10 bin kişilik gösteri gibi gösterilerin yapılması bir yana, daha önce hücre karşıtı eylem ve gösterilere katılan binlerin bile tepkisiz kalmalarında, devletin bu eylemlerin görüntüleri eşliğinde “Biz öldürmedik; kendilerini yaktılar” demagojisinin etkili olmadığını söyleyebilir misiniz?
O günkü TKP(ML) bugünkü MKP, omuzlarındaki vebalin büyüklüğüyle ters orantılı olarak o sürecin değerlendirmesini çalakalem geçiştirmeye çalıştığı “Genel Yorum”unda, bu kararı nihayet bugün, “…yanlış, hatalı, geleceği göremeyen ciddiyetsiz ve sorumsuz (bir) yaklaşım” olarak niteliyor. Sizin “yanlış ve hatalı, ciddiyetsiz ve sorumsuz” yaklaşım ve tutumlarınız keşke sırf bundan (ve dil ucuyla da olsa itiraf etmek mecburiyetinde kaldığınız diğerlerinden) ibaret olsaydı! İnsanın kanını donduran ve isyan ettiren asıl korkunç itiraf, bunun ardından geliyor: TKP(ML) ve DHKP-C tarafından önceden alınıp bütün cezaevlerine iletildiği anlaşılan bu kararı, TKP(ML) direnişçilerinden sadece Bursa’da ALİ İHSAN ÖZKAN adındaki devrimci uyguladı. MKP “Genel Yorum”unda şimdi bunu, “…bağlantı kopukluklarının da payıyla” ortaya çıkan -belli ki ‘istenmedik’- bir sonuç olarak niteliyor. Anlaşılan diğer cezaevleri önceden uyarılmış, bu kararın alındığı ama uygulanmayacağı haberi önceden gitmiş. O zaman sormak gerekiyor: Devrimci kadroların hayatı bu kadar ucuz mu? Onların ölümüne dayalı kararları alırken, siz nasıl bu kadar “ciddiyetsiz ve sorumsuz” davranabildiniz? Ayrıca, arkasından “uygulanmayacak” haberlerini gönderdiğiniz anlaşılan kararları siz neden, hangi düşünce ve hesaplarla alıyordunuz? Ortağınız DHKP-C bu konuda şimdi size haklı olarak, “Siz bu kararı ‘blöf’ olsun diye mi aldınız? Bu nasıl bir siyaset, nasıl bir ittifak, nasıl bir dostluk anlayışı? Yarın sizinle ortak bir karara imza atanlar, ‘ya bunlar blöf yapıyorsa, kararın geriğini yerine getirmezlerse…’ diye mi düşünmeli?” diye soruyor.
DHKP-C eski müttefikine bugün bunları soruyor ama, devrimci tutarlılık ve dürüstlük konusunda kendi sicilinin de ‘temiz’ olduğunu iddia edemez. Dar grupçu hesaplarla 8 gün içinde nasıl keskin bir zigzag çizip eyleme “tek başlarına da kalsa başlama” kararı aldığı biliniyor. Bunun dışında, içerde ve dışarda hücre tipine karşı mücadelenin “F tipleri kapatılsın” temel talebi ekseninde yükselmeye ve genişlemeye devam ettiği bir kesitte (ÖO’na başlamadan önce, 2000 Eylül sonu), sırf kendi aile örgütlenmelerinin düzenlediği bir kurultayın toplanmasına endekslendiği için yanıt vermeyi geciktirmekle kalmayıp sırf kendilerinin kaleme aldığı bir metin olması için içerdiği gaflar bir yana, “12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratıldığı” bir uygulamanın kabul edileceğinin satır aralarına sokuşturulduğu bir “Program” taslağı kaleme almamışlar mıdır? 19 Aralık öncesi arabulucu heyetler aracılığıyla yürüttükleri görüşmeler sırasında da bu temelde bir ‘çözüm’ üzerine pazarlık yürütmekle kalmayıp -yanlış hatırlamıyorsak 10 Aralık gecesi- bu temelde bir ‘çözüme’ kendi adlarına “evet” dememişler midir? Gerek aile heyetlerinin 19 Aralık sonrası yaptıkları temaslar sırasında, gerekse 2001 Mayıs sonlarında Avrupa Parlamentosu’ndan gelecek bir heyete onları temsil ettiği bilinen bir mektupta “iç ve dış tecrit ve izolasyonu ortadan kaldıracak adımların atıldığı bir çözüme” razı olduklarını belirtirlerken, cezaevlerinde ve yayın organlarında “F tipleri kapatılıp gelinen cezaevlerine geri dönülmesi” talebini içermeyen hiçbir çözümü kabul etmeyecekleri keskinliğini sergilemeyi sürdürmemişler midir? Dışarda ÖO’nun sürdürüldüğü Küçük Armutlu’daki evlerden birinde, esasında ÖO’na son verildiğini bütün kamuoyu, polisin yaptığı bir operasyon sonucu televizyonlarda da yayınlanan görüntülerden sonra yapılan açıklamalardan öğrenmemiş midir? Kısacası, siyasette dürüstlük ve açıklık, söz ile eylemin tutarlılığı, devrimci ciddiyet ve sorumluluk konularında ne TKP(ML)’nin yaptıkları bugün kendilerinin de ifade ettikleri bu örnekle sınırlıdır, ne de DHKP-C’nin kendisi de bu konuda sütten çıkmış ak kaşıktır!
Güttükleri dar grupçu küçük hesaplar yüzünden kendi kendilerini de büyük açmazlara sürükleyen sol tasfiyecilerin körlüğü, 19 Aralık Katliamı’nın arkasından da sürdü. En önemli kozlarımızdan birini yitirip sonuçta “F tipleri”ne nakledildiğimiz halde, onlar hala ve aylarca, “F tiplerinde mimari değişikliği ve getirildiğimiz cezaevlerine geri götürülmemizi içermeyen hiçbir çözüm kabul edilemez” şeklinde bir yaklaşımda ısrar ediyorlardı. Bu arada asıl önemlisi, direnişin gerçek nedeni ve nedenleri konusunda kamuoyunun kafasında zaten büyümüş olan soru işaretlerini ve bundan kaynaklanan tereddütleri yoğunlaştıran dar grupçu keskinliklerin dozunu artırdılar. Özellikle de DHKP-C yaptı bunu.
Hücre tipi saldırısına karşı direnişin nedeni ve temel talepleri konusunda da baştan itibaren çeşitli zigzaglarla DHKP-C, devletin, “Bunların amacı tecrit ve izolasyona karşı çıkmak değil. Bunlar ideolojik amaçların peşinde koşuyorlar, örgütlerinin propagandasını yapmaya çalışıyorlar” demagojilerinin etkili olmasına çanak tutan bir tutum izledi. O dönemde yaptıkları açıklamalar ve yayın organları incelenecek olursa DHKP-C’nin; başlangıçta “TMY’nin bütünüyle iptalini” daha fazla öne çıkaran bir propaganda yürüttüğü görülür. Kısa bir süre içinde buna, “DGM’lerin kaldırılması” talebi de eklendi. 19 Aralık Katliamı’nı izleyen dönemde bu kez, “F tipleri kapatılsın, getirildiğimiz cezaevlerine geri götürülme” talebi, merkezi bir talep olarak öne çıkarıldı. Kemal Derviş’in IMF patentli “ekonomik reformları”nın gündeme geldiği Mart-Nisan 2001 aylarında, ÖO’nun hedefleri arasına bu kez “IMF ve IMF reçeteleri” de girdi. 2001 Haziran’ı başında Avrupa Parlamentosu’ndan gelen bir heyetle DHKP-C’nin Kandıra Cezaevi’nde bulunan temsilcisi arasında yapılan bir görüşmede, bu kez de “direnişin, ABD’nin yanı sıra AB emperyalizmine karşı da yürütülen bir savaş olduğu” temelinde propaganda konuşmaları yapıldı.
Hem 19 Aralık öncesinde hem 19 Aralık sonrasında pratikte bununla çelişen ‘çözüm’ arayışlarından da geri kalınmadığını bir tarafa bırakalım; ÖO Direnişi’ni adeta “her şey için” yapılan, gündemdeki bütün siyasal ve toplumsal sorunları çözmek amacıyla çekilen “İskender’in Kılıcı” görünümüne sokan bu dar grupçu siyaset anlayışı, direnişin amacı ve sürdürülüşünün nedenleri konusundaki soru işaretlerini ve tereddütleri yoğunlaştırmakla kalmadı; 2001 Nisan’ında ortaya çıkan bir çözüm şansının kaçırılması başta olmak üzere, dünya çapında tanınmış yazarlar ve sanatçılar da içinde olmak üzere çok sayıda aydının, sanatçının, gazetecinin, büyük kitle örgütlerinin, uluslararası bazı kurum ve isimlerin ‘iç ve dış tecrit ve izolasyonun ortadan kaldırılması’ temelinde bir çözümden yana devreye girip çaba harcamalarını engelleyen en büyük etkenlerden biri oldu. Bunların neredeyse hepsi, neredeyse tıpatıp aynı cümlelerle: “Bu direnişin gerçek nedeni ve amaçları konusunda kuşkuluyuz; belli bir örgütün propagandasına alet olmak istemiyoruz; ayrıca bizler devreye girdiğimiz zaman olmayacak siyasal taleplerin öne sürüldüğü bir ‘katılaşma’ sergilendiğini görüyoruz…” diyerek direnişle aralarına mesafe koydular.
Fakat DHKP-C bu direnişe belki de en büyük zararı, kendisi dışında kalan hemen herkese karşı saygısız ve seviyesiz bir saldırganlık sergileyerek verdi. Başlangıçta, hatta uzunca bir süre direnişi sahiplenen gazetecileri, aydınları, sanatçıları dahi direnişten soğutup uzaklaştırdı onların bu tutumları. Özellikle de 19 Aralık sonrası süreçte, kendi direnişçileri ve şehitlerinin aileleri ile diğer devrimci örgütlerin ÖO direnişçisi gazileri de dahil DHKP-C gibi düşünüp, DHKP-C’nin istediği gibi hareket etmeyen neredeyse herkese “hain”, “satılmış”, “korkak”, vb. vb. yaftaları yapıştırdı. Başlangıçta sahip olduğu destekleri büyütmek şurada dursun, sahip olduğu kadarını dahi büyük bir sorumsuzlukla kendi elleriyle dağıtıp eriten böyle bir eylem anlayışının dünya tarihinde başka bir örneğinin bulunamayacağını daha önce de vurgulamıştık. Buna ek olarak, kendisinin seçerek belirlediği eylemcilerinin içinde bile ‘kahramanlar’dan daha çok -kendisinin nitelemesiyle- ‘hain’ çıkaran başka bir ciddi örgüt örneği de yoktur herhalde! Mantığını ve soğukkanlılığını bu denli kaybederek kendinden geçen bir anlayışın zararı sadece kendisine olsa, onu, önce “hain” ilan ettiklerine daha sonra kucak açarak sahiplenmesi gibi tutarsızlıklarıyla başbaşa bırakır geçersiniz. Fakat bunun bu kadar ağır bedellerin ödendiği bir direnişi bu denli yalnızlaştırıp desteksiz bırakmasının üzerinden aynı rahatlıkla geçemezsiniz. Yaptığı bütün demagojilere, aileler başta olmak üzere destek güçlerine karşı da uyguladığı bütün saldırganlığa ve baskılara rağmen devletin bile başaramadığı ve asla da başaramayacağı bu denli büyük bir yalnızlaştırmayı asıl işte bu sorumsuz tutumlar başarmıştır!!! DHKP-C’nin kendini bu kadar kaybetmesinde, kendini ‘dünyanın merkezi’ olarak gören küçük burjuvazinin hastalıklı kafa yapısı ve siyaset anlayışının büyük payı vardır. Fakat o asıl olarak, “Dimyat’a pirince gitme…” hesapları yaparken hiç ummadığı ve hazır olmadığı sonuçlarla karşılaşmanın yarattığı şok ve öfke nedeniyle kendini bu denli kaybetmiştir.
19 Aralık katliamı önlenebilir miydi?
19 Aralık Katliamı, sürecin dönüm noktasıdır. Aileler başta olmak üzere devrimci-demokrat kamuoyunda bu katliama ilişkin olarak hala sorulan en büyük soru, bu katliamın önünü alma olanağının o kesitte olup olmadığıdır.
Bize göre o olanak o günün koşullarında vardı. Fakat dar grupçu hesaplarla körlemesine bir gidiş içinde olan, bu arada arabulucu heyetler tarafından defalarca uyarıldıkları halde devletin bu çapta bir saldırıya girişebileceğine hiç ihtimal vermeyen sol tasfiyecilik, ortaya çıkan yeni imkanları da değerlendirecek akılcı bir manevra ile bu katliam girişimini en azından baştan büyük bir boşluğa düşürecek taktik önderlik yeteneğini gösteremedi.
Kamuoyunun artan baskısı ve devreye giren arabulucu heyetlerinin çabaları sonucu, dönemin Adalet Bakanı 11 Aralık günü dünya alemin önünde, “Toplumsal mutabakat sağlanmadan, demokratik kuruluşların da kabul edip onaylayacakları düzenlemeleri yapana kadar F tipi cezaevlerini açmayacağız” diye bir demeç verdi. İşte hiç olmazsa bu demecin ardından, bu konuda barolar, TTB, İHD, TMMOB ve aile örgütlenmelerinin vb. onayının esas alınacağı da vurgulanarak verilen sözlerin tutulup tutulmayacağını izlemek üzere ÖO eylemine ara verildiği/eylemin askıya alındığı kamuoyuna deklare edilebilirdi.
Böyle bir manevra yapılacak olunsaydı bu en başta, sözü edilen demokratik kuruluşları kurumsal olarak sorunun daha dolaysız ve daha kararlı muhatabı ve takipçisi konumuna getirirdi. Bu aynı zamanda diğer demokratik güçler ve kamuoyunun duyarlılık ve sahiplenmesine de büyük katkı sağlardı. Verilen sözler tutulmayacak olursa anında eyleme yeniden başlama imkanı zaten elde olacağı gibi, bu kez daha geniş bir birlikteliği tekrar sağlama imkanı da doğardı. Üstelik bu, eylemin zayıflamasının ve böyle parçalı hareket edilmesinin doğru olup olmadığı konusunda sol tasfiyecilerin kendi ailelerinin dahi kafasındaki soru işaretleri ve kuşkular giderilmiş olurdu. Böyle bir manevranın o kesitte düşünülebilecek belki tek handikabı, güçlere ara verdirip bir süre sonra tekrar başlatma zorunda kalınmasının yaratacağı sorunlar olabilirdi. Fakat kazandıracaklarının yanında daha tali bir sorun olmasının dışında, bunu çeşitli biçimlerde gidermenin yolları bulunabilirdi.
Devlet buna rağmen operasyona kalkışacak olursa, en başta, adice bir tutumla “Hayata Dönüş” adını verdiği 19 Aralık saldırısının en büyük dayanağını ve gerekçesini bulamayacaktı. “Kansız bir çözüm bulabilmek için elinden geleni yaptığı halde, eylemcilerin uzlaşmaz tutumları nedeniyle önünde başka bir yol bırakılmadığı” demagojisini yapma zeminini hiç bulamayacaktı. Ve nihayet, bütün dünyayı aldatarak böyle bir katliama yine de giriştiği için karşılaşacağı tepkiler herhalde kesinlikle daha fazla ve daha büyük olurdu. O durumda hiç kimse artık, “ÖO gibi bir eylem biçiminden başka yollar yok muydu, bulunamaz mıydı?” türünden sorgulamalar nedeniyle tereddütlü ve kayıtsız tutumlar sergileyemezdi. Fakat sol tasfiyeciler, bu basit gerçekleri bile görebilecek durumda değildiler. Ölümlerin yaşanmasını istemeyen, özellikle de devletin bir operasyona girişmesinden korkan kamuoyunun soruna ‘barışçıl bir çözüm’ bulunması yönündeki baskılarının göreli artışıyla, arabulucu heyetlerinin devreye girmiş olması onların başlarını döndürmüştü. Bu basıncın aynı zamanda devrimcilerden de ‘uzlaşmacı bir tutum’ sergileme beklentisini içerdiğini, daha da önemlisi “F tipleri sorununun görüşmeler yoluyla da çözümlenebileceği” yanılsamalarını güçlendirdiğini göremediler. Çünkü artık “F tipi” saldırısının özünü oluşturan ‘tecrit ve izolasyon politikası’nın bütünden sorgulanmasının yerini, “Koğuş sistemi mi ‘oda’ sistemi mi?”, “Bunlar hücre mi yoksa oda mı?”, “Kaç kişi bir araya getirilecek olursa bu tecrit olmaktan çıkar?” vb. tartışmaları almıştı. Kısacası, katı bir tecrite dayalı “ıslah (tretman)” politikalarını yaşama geçirmenin peşinde olan devletin asıl bu amaç ve yöneliminin bütün unsurlarıyla sorgulanmasının yerini, sorunu dar bir “mekan ve sayı” sorununa indirgeyen yaklaşımlar almıştı. Bu da beraberinde, “9 ya da 12; 12 değil de 18 olup olmaması bu kadar önemli mi? Bu kadarcık bir fark için ölmeye değer mi?” sorularının eşliğinde hem biçim olarak bir ÖO eylemine başvurulmasının zorunlu olup olmadığının, hem de o kesitte ÖO’nu sürdürmekte ısrarın daha fazla sorgulanmaya başlanmasını getirdi.
Lafa geldi mi ‘en keskin’ görünmeye özel bir önem veren sol tasfiyeciler, özellikle de DHKP-C, daha eylemi bile başlatmadan önce, “F tipleri” sorununun bu şekilde darlaştırılmasına çanak tutan yaklaşımlar sergilemeye başladı. Eyleme başlama tarihinin bile muhtemelen ona endeksli olarak iki kere ertelendiği TAYAD Kurultayı’nda resmileştirilen temel programatik bir metnin satır aralarında, “12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratıldığı bir çözüm” önerisi dillendirildi (Daha henüz işin başında, sadece böyle bir “çözüm” önerisini sokuşturmakla kalmayıp bir dizi çocukça politik gaf içeren bu metni, bütün devrimci örgütlerin imzaladıkları “ortak program” metni haline getirmeyi denediler. TİKB olarak, başta bu “çözüm” önerisi olmak üzere bu metne karşı çıkışımız, DHKP-C ile gözü kararmış bir biçimde onun kuyruğuna takılmış ve bu metne de onay vermiş olan TKP(ML) tarafından, bizim aylar önce gündeme getirip kaleme aldığımız ve sadece DHKP-C’nin yanıt vermeyi geciktirdiği başka bir metni kabul ettirme çabası olarak algılanıp üzerine bir dizi dedikodu ve spekülasyonlar inşa edildi). DHKP-C’nin sadece bununla yetinmeyip, 19 Aralık öncesi yapılan görüşmeler sırasında “12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratıldığı” bir çözüme “evet” dediğini aylar sonra öğrendik.
Burada bir parantez daha açarak şimdi soruyoruz: Muhtemelen 10 Aralık 2000 gecesi, arabulucu heyetle birlikte yaptığınız görüşme sırasında, saatlerce süren pazarlıklar sonunda, Adalet Bakanı’nın, “…12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratılacağına” dair kamuoyu önünde söz vermesi durumunda ÖO eylemini bitirmeyi önce kabul ettiniz mi, etmediniz mi? Bunun üzerine heyette yer alan bir milletvekilinin telefonla konuştuğu Bakanı, sizin istediğiniz cümlelerle olmasa da bu içerikte bir demeç vermeye ikna ettiği haberini getirdiği sırada, “Eylemde iki örgüt olarak aramızda bir kez daha değerlendirme yaptık; 12 değil 18’den aşağı bir sayıyı kabul etmiyoruz” diyerek, yarım saat önce “evet” dediğimiz bir çözümden yarım sonra vazgeçtiniz mi, geçmediniz mi? Bu konudaki gerçekleri bütün ayrıntılarıyla ve dürüstçe kamuoyuna ve tarihe açıklamak zorundasınız!
Bunu da bir tarafa bırakalım, yazılı belgeleriyle ortada olan TAYAD Kurultayı ile birlikte, “12 kişinin bir araya gelme koşullarının yaratılacağı bir çözüm” önerisini resmen ve alenen savunmaya başladınız. Üstelik o kesitte daha ÖO eylemine bile başlamamıştınız. Daha da önemlisi, hücre tipi saldırısına karşı içerde ve dışarda muhalefet, “F tipleri kapatılsın” temel talebi ve sloganı ekseninde gelişiyordu. Koşulların ve hareketin gelişme eğiliminin henüz lehimize olduğu öylesi bir kesitte bu temelde bir ‘çözümü’ ilk ortaya atan ve savunan bir yaklaşım sergilediğiniz halde, koşulların ve dengelerin aleyhimize döndüğü 19 Aralık sonrası süreçte bu temelde getirilen önerilere neden şiddetle karşı çıkıp önünü kesmeye çalıştınız? O evreyi de izleyen sürecin arkasından iş işten iyice geçtikten sonra “Üç kapı üç kilit” önerisini siz de benimseyip savunmaya başladığınız halde, bundan aylar önce, Nisan-Mayıs 2001 aylarında bizim, “Üç kapı üç kilit” formülünden çok daha kapsamlı taleplerin kabulü temelindeki çözüm arayışlarımızı ve bu temelde ortaya çıkan çözüm fırsatlarını neden sabote ettiniz? Direnişin amacı ve hedefleri gibi en fazla tutarlılık gerektiren stratejik bir konuda, bu kadar büyük bir yalpalama ve birbiriyle bu kadar çelişen tutumlar sergilemenin direnişe nasıl büyük zararlar verdiğini ise sizlere artık sormuyoruz.
2001 Aralık başında yaptığımız “ÖO’na ara verin” önerisi
Körlemesine bir gidiş içinde olan sol tasfiyecilerin, sadece “F tiplerine” karşı genel mücadeleye değil kendi eylemlerine de zarar vermeye başlayan istikrarsız tutumlarının doğurduğu tehlikeler artmaya başlayınca, karşılaşabileceğimiz bütün ahmakça saldırı ve demagojileri de göze alarak onları bir kez daha uyarma gereğini duyduk. 4 ARALIK 2001 tarihinde, bilgilerinin olması için diğer tüm devrimci parti ve örgütlere de verdiğimiz aşağıdaki yazılı mektubu kendilerine ilettik:
2 Aralık 2000 tarihinde ilettiğiniz bir mektupla bizleri, sürmekte olan ÖO eyleminize katılmaya çağırıyorsunuz. Böyle bir çağrı ve ‘birliktelik’ arayışının gerektirdiği asgari samimiyet ve tutarlılıkla olduğu kadar aramızdaki görüş ve tutum farklılıklarının nedenleri ve bugünkü duruşumuza ilişkin gerçeklere saygı ile de bağdaşmayan üslup ve yaklaşımlarınızı, ÖO eylemine ve ÖO eylemcisi devrimcilere duyduğumuz saygıdan dolayı bugün için -ve eylem boyunca- görmezlikten gelerek, gelişmelerin son birkaç gündür aldığı yön ve olası bir ‘çözüm’ formülü üzerine duyduğumuz kaygıları bu vesile ile bir kez daha iletmek istiyoruz.
Faşizmin hücre tipi saldırısına karşı mücadelenin cezaevleri cephesinde sizlerle aramızda ortaya çıkan taktik tutum farklılığı, başlangıçta aslolarak ÖO eyleminin zamanlaması ile ittifaklar siyaseti ve birlik sorununa yaklaşımlarımızdaki farklılıktan kaynaklandı. Tabii ki, bunun arka planında, sürecin gelişim yönünün değerlendirilmesindeki farklılıklarımızın yanında buna temel teşkil eden politik öngörüler ve politika yapma tarzındaki farklılıklarımız vd. bulunuyordu.
O kesitte sizler;
a) Kamuoyunda hücre karşıtı tepki ve trendin düşme eğilimi içine girdiğini ve bunun ancak içerden başlatılacak bir SAG-ÖO eylemi ile tekrar yükseltilebileceğini;
b) Büyük bir olasılıkla 29 Ekim’de çıkabilecek bir affın içerdeki mevcut örgütlülüğümüzü ve direnişi zayıflatacağını, dolayısıyla bundan önce harekete geçmemiz gerektiğini;
c) Adalet Bakanlığı’nın TMY’nin 16. Maddesi’ni değiştirmesinin yanı sıra bazı yasa değişikliklerini de yaptıktan sonra hücre tiplerine kolayca geçebileceğini belirterek, Kasım, en geç Aralık ayında Meclis’e geleceğine inandığınız bu değişiklikler gündeme geldiği sırada yaptırım gücüne 40’lı günlerinde ulaşacak bir ÖO eylemi içinde bulunmanın süreci lehimize etkilemek bakımından elimizdeki ‘tek koz’ olduğunu iddia ediyordunuz.
Biz ise,
Dışarıdaki kamuoyu desteğinin düşmek ve zayıflamak bir yana, arada bazı göreli duraksamalar olsa bile, büyüme ve yükselme potansiyellerini taşımaya devam ettiğini ve gelişeceğini, hatta bunun yanı sıra işçi ve emekçi kitlelerin kendi sınıfsal ve kesimsel talepleri temelinde yeni eylem ve direnişçilerinin de devreye gireceğini, öte yandan kitle desteğini büyütmenin tek araç ve yönteminin içerde harekete geçmek, hele hele o gün için bir ÖO başlatmak olmadığını, içerde de sürekli Açlık Grevleri ve fiili direnişler içinde olmak üzere dışardaki hareketi büyütüp geliştirebilecek başka bir dizi araç ve yöntemin bulunduğunu,
29 Ekim’de bir af çıkacağı öngörüsü başta olmak üzere, hemen harekete geçme düşüncesini dayandırdığınız öngörülerinizi sadece isabetsiz bulmakla kalmayıp gözden kaçırdığınız başka gelişmelere bağlı olarak erken başlayacak bir SAG-ÖO’nun boşa düşme olasılığının yüksek olduğunu,
F-tipi politikasında kolaylıkla gerilemeyecek olan devletin, özellikle de erken, zamansız, içerde ve dışardaki güçlerini bugün olabilecek maksimum seviyeye çıkarmadan belirli güçlerle başlatılacak bir eylemi iyice yıpratıp çıkmaza sokabilmek için öncelikle zaman kazanıcı birtakım manevralara girişeceğini, bunlar içinde en güçlü olasılıklardan birinin de kendi cephesinde yapmak istediği yasal ve fiziki hazırlıkların henüz bitmemiş olması gerekçesi ile ‘F tiplerine geçişin ayları bulabileceğini’ açıklayarak zaman kazanmak olacağını, devlet böyle bir manevraya başvuracak olursa henüz kimsenin F tiplerine götürülmediği bir durumda eylemin de bir sıkışma yaşayacağını, bu durumda destek güçleri ve kamuoyunda da eylemin bitirilmesi yönünde bir beklenti ve basıncın oluşacağı olasılığına dikkatlerinizi çekmiştik.
Ayrıca bunlara ek olarak;
Dışardaki hareketin büyütülmesi olanaklarını daha da güçlendirecek bir etken olarak içerdeki devrimci güçlerin -çekirdeğinde Cezaevi Merkezi Koordinasyonu bileşenleri olmak üzere- en geniş birlikteliğin sağlanıp korunmasının pratik, politik ve moral önemine ısrarla vurgu yaparak, temel güçler açısından bunun zaten büyük ölçüde yakalanmış olduğunu, diğerlerini de bunun etrafında birleştirme imkanlarının bulunduğunu belirtmiştir.
Bizim tüm bu görüş ve uyarılarımıza karşın kendi başınıza başlama kararında ısrarınız üzerine, devrimci sorumluluğumuz ve sürecin ancak devrimci güçlerin birlikte hareketiyle yarılabileceğine ilişkin inancımızdan ötürü son bir birliktelik önerisi olarak sizlere; ‘Harekete geçmekte acele etmeyip, F Tipleri ile ilgili yasa değişiklikleri meclise sevk edildiğinde birlikte SAG-ÖO’na başlayabileceğimiz’ önerisinde bulunduk. Ama sizler bunu da reddettiniz. Sadece bizi değil, bizim gibi bu süreçte saldırının cezaevleri cephesinde ancak merkezinde bir SAG ve ÖO eyleminin bulunduğu eylem biçimleriyle geri püskürtülebileceği görüşünde olan diğer devrimci dost güçlerin uyarı ve eğilimlerini de dikkate almadınız.
Şu an amacımız bunların uzun boylu tartışmasına girmek değil. Çünkü bugün böyle bir tartışmanın sırası ve zamanı değil. Bunun da bir zamanı elbette gelecek. Ancak bugün bu hatırlatmaları yapma ihtiyacı duymamızın nedeni de, gelinen noktada, önceleri sürecin değerlendirilmesi ve zamanlama sorununa ilişkin ve bunlarla sınırlı görünen farklılıklarımıza yeni bir boyut daha eklenmesidir.
Hücre tipi mücadelesinin bugüne kadar herkesin üzerinde hemfikir göründüğü -en azından bununla çelişen aykırı bir görüşü açıkça dillendirme cesaretini gösteremediği- temel talebi (‘F tipleri kapatılsın…’) konusunda da sizlerle aramızda bir farklılık baş göstermiştir. ‘İnşa edilmekte olan F tipi binalarında kısmi tadilat yapılarak 12 kişinin -o da gündüzleri- birlikte yaşamasına imkan verecek bir hale getirilmesini’ yeterli gören bir ‘çözüm’ önerisi ortalıkta dolaşmaktadır. Bir süreden beri TAYAD’lı aileler tarafından dillendirilmekte olduğunu duyduğumuz bu öneri, son günlerde çok daha aleni ve yaygın bir biçimde, üstelik sürmekte olan ÖO eylemini de bağlayıcı bir tarzda savunulur olmuştur. ÖO eylemi içinde bulunan örgütler adına buna herhangi bir müdahalede bulunulmaması, yaratılan bu fiili durumun aynı zamanda iradi ve ortak bir tutum olduğunu düşündürmektedir. Bizi şu an, işin bu yönü değil, bu sözde ‘çözüm’ önerisinin, hücre tipine karşı mücadelenin geneli ve geleceği açısından taşıdığı anlam ve doğuracağı tehlikeli sonuçlar ilgilendirmektedir.
Kaldı ki bu, ÖO eyleminizin yaptırım gücü açısından da onu zayıflatıcı bir rol oynayacaktır. Faşizmin hücre tipi saldırısının stratejik anlam ve amacı konusunda lafta ne denirse densin, sonuç olarak meseleyi dar bir ‘cezaevleri sorununa’, onu da kendi içinde bir ‘mekan sorununa’ indirgeyen bir bakış açısının ifadesi olan bu tür öneriler, liberal demokratlar veya sağ tasfiyeci bir yaklaşımın sahipleri tarafından daha önceleri de dillendirilmişti. Ve o zaman bizler gibi sizlerin de sert eleştirileriyle karşılanmıştı. O günden bugüne ne değişti? Bazı kafalar ve politikalardaki değişimin dışında, nesnel etken ve dengelerdeki değişim, böyle bir tavizi devrimci açıdan ‘haklı’ ve ‘anlaşılabilir’ kılacak bir elverişsizlik yönünde değil, tam tersi bir yöndedir.
Geçen süreç içinde yaşananlar, sadece devrimci tutsaklar ve yakın aile güçleri ile sınırlı kalmayan çok daha geniş güçleri, ‘F tiplerinin mutlaka kapatılması’ yönünde eğitip aydınlatıcı olmuştur. Öyle ki, ağırlıklı olarak ‘F tipleri kapatılsın’ sloganı ve kavrayışı temeli üzerine yükselen demokratik kamuoyu baskısının artışı ve yoğunlaşması karşısında, Melda Türker gibileri dahi, ‘Bu binaların ıslah edilmesinin mümkün olmadığı’ şeklinde daha ileri ‘çözüm’ önerileri ile ortaya çıkmakla kalmamış, bizzat Adalet Bakanı’nın ‘Yasal bazı düzenlemeler dışında binalarda da bazı tadilatların düşünülebileceği’ görüşüne geldiği basına yansımıştır.
Bu, ÖO öylemi başlamadan önce gelinen noktadır. Şimdi hem ‘F tipleri kapatılsın’ temel talebini ileri sürerek bir ÖO eylemine girişip hem de onun etkisini ve yaptırım gücünü henüz yeni yeni hissettirmeye başladığı bir aşamada bunlarla çok çabuk buluşabilecek bir önerinin dillendirilmeye başlanması, hücre tipine karşı mücadelenin bütününe zarar verici, sadece bu önerinin sahiplerini ve ona ortak olanları değil herkesi bağlayıcı sonuçlar doğurarak, ayrıca sürmekte olan ÖO’nu da zaafa uğratacak kabul edilmez bir tutumdur.
Bu noktada, ‘Biz sadece kendi adımıza’ ya da ‘eylemimiz adına’ konuşuyoruz demek, işaret ettiğimiz sakıncaları ortadan kaldırmaz. Çünkü bu yönde atılacak olası bir adım, işin doğası gereği, sadece sahiplerini değil bütünü bağlayıcı sonuçlar doğuracaktır. Aslında böyle bir ‘çözüm’e razı olunabileceğinin dillendirilmeye başlanması ile birlikte bu zarar da verilmeye başlanmıştır.
Bütüne verilen bu zarar, sadece içerde değil asıl dışarda kendini gösterecektir. Genel kamuoyunda ‘F Tipleri sorununun çözüldüğü’ yanılsaması ve rehavetini yaratacaktır. Kimsenin kendi başına yarattığını iddia edemeyeceği gibi, kimsenin de kendi keyfine göre harcayıp tüketme rahatlığına sahip olamayacağı hücre tipine karşı demokratik kamuoyundaki tepki birikiminin -en azından bu temelde bir ‘uzlaşmanın’ çıkmazlarının görülmesine kadar- zayıflayıp gevşemesine neden olacaktır. Ve bu birikimi de arkasına alarak başlamış olan ÖO eylemi, eğer böyle bir ‘çözüm’le noktalanacak olursa, o zaman, koşullar ve dengelerdeki elverişsizlikten ya da ÖO eylemcisi devrimcilerin kararlılığındaki bir zayıflık vb.’den dolayı değil, tamamen eyleme yön veren politik perspektifteki kırılma ve zaafiyetten dolayı politik-tarihsel anlam ve sonuçları bakımından iddiasının tam tersi bir rol oynamış olacaktır.
Tabii o zaman bu eyleme neden başlandığı, niye acele edildiği, daha geniş birliktelikler mevcutken ve bunları genişletmek mümkünken güçlerin neden bölündüğü, eylemin zamanlamasına, boşluğa düşmesi olasılığına ve bunun olası biçimlerine -ki bugün yaşanan bunlardan en çok vurgulananlardan biridir- dair uyarıların neden dikkate alınmadığı soruları bir kez daha gündeme gelmekle kalmayacak, bunları bir de yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan sonuçlar ışığında değerlendirme imkanı doğacaktır.
Cezaevleri mücadelesinde başvurulabilecek en son ve en üst eylem biçimi olarak ölüm orucu eylemlerinin kendine özgü bazı özellikleri vardır. Bunlardan en başta gelen ve bu eylem biçimini başka biçimlerden ayırmakla kalmayıp ona yaptırım gücünü kazandıran özellik, önüne koyduğu hedefleri ölümlerle zorlamasıdır. Bu özelliği ile ÖO eylemi, olur olmaz talepler için başvurulacak bir biçim olmamakla kalmaz, ölümlere değen ve onları göze almayı gerektiren talepler temelinde başlatıldığında da dengeleri bu temelde sonuna kadar zorlayan bir çizgide ilerlerse ancak işlevli ve sonuç alıcı olur.
1990’lı yıllarda cezaevleri mücadelesinde de genel gerileyiş ve sağa kayış sürecinde PKK, bu eylem biçimini zaafa uğratmış, olur olmaz, her uzun süreli açlık grevini ‘ÖO’ olarak niteleyip bunları da taleplerinden büyük tavizler vererek en kritik aşamada noktalamıştır.
Zaten bu eylem biçiminin bir özelliği de bu son, kritik aşamaya girildiğinde çıkar karşımıza: Ölüme yaklaşıldıkça gerek iç, ama özellikle de dış güçlerde, ‘ölüm olmaması’ yönünde bir arayışı öne çıkarır, baskın hale getirir. Öyle ki, bu arayış eylemin nedenini ve taleplerini dahi gölgede bırakan, kendisi başlı başına bir ‘amaç’ haline gelen bir baskı ve basınç yaratır. En başta da aileler ve ara destek güçlerinden gelmeye başlayan bu baskı, ölüme yaklaşılan günler ilerledikçe daha çok eylemci güçler üzerinde yoğunlaşır. Nesnel olarak eylemi geriye çekici yönde işleyen bu basıncın önü salt ölme kararlılığının varlığı ve bunun vurgulanması ile alınamaz. Onlar zaten bunu bildikleri için bu baskı doğar ve eylemci güçler üzerinde yoğunlaşır.
Onun için eylemin taleplerinde ısrar ve kararlılık, işte bu noktada çok daha özel bir anlam ve önem kazanır. Eğer biz bunlardan taviz verip bu temelde bir uzlaşmaya açık olduğumuz görüntüsü ya da izlenimini baştan verirsek, eylemin yaptırım gücü sadece düşman nezdinde zayıflamakla kalmaz; destek güçlerimiz de bu çatlağa hücum eder, faaliyetlerini daha çok bu temelde bir uzlaşmanın sağlanması üzerinde yoğunlaştırırlar. Yani eylemin yaptırım gücü bu yönüyle de sınırlandırılmış olur.
Sözünü ettiğimiz önerinin dillendirilmeye başlanması ile birlikte bugün ortaya çıkan durum budur. Ve dikkat edilirse, bu temelde bazı önerileri zaten önceleri de dile getiren -ama o zamanlar, hatta dün denilebilecek kadar yakın bir süre öncesine kadar sizlerin de yayın organlarında bu yüzden eleştirilen- liberal aydınlar ve hukukçular bugün öne çıkıp devreye girmişlerdir.
Üzerinde uzlaşılması ‘kolay’ olan çözümler, daha çok sayıda gücü daha fazla harekete geçirici bir rol oynadığı yanılsamasını yaratabilir ama politik öz ve anlam bakımından bu, tıpkı iktisattaki ‘kötü para iyi parayı kovar’ kuralının politikadaki yansımasından başka bir şey değildir. Ve bu ‘geri’ çözümlerin bizzat eylemciler tarafından veya onları da bağlayacak şekilde gündeme getirilmesi, ÖO gibi bir eylemi anlamsızlaştırıp bu eylem biçimini zaafa uğratmakla kalmaz, devrimci çözüm ve taleplerde ısrarlı (‘F tipleri kapatılsın’) güçlerin hem bugün hem de gelecek açısından işlerini biraz daha zorlaştırmış olur.
Faşizmin hücre tipi saldırısına karşı mücadelenin, konunun her iki taraf açısından da stratejik anlam ve önemi nedeniyle, tek bir hamle veya kapışmadan ibaret olmayacağı, inişli çıkışlı uzun süreli bir karakter taşıyacağı öngörüsü bir zamanlar sizlerin de kabul ettiği bir tespitti. Bugün gelinen nokta ve yaşanan gerçeklik, bunu doğrulamakla kalmayıp, güçlerin buna göre hazırlanıp mevzilendirilmesinin önemini bir kez daha somut olarak göstermiştir. Sizler, sözünü ettiğimiz temelde bir ‘çözüm’ü kabul edecek olsanız dahi, kendi adımıza biz bu uzlaşmayı kabul etmeyeceğiz. Faşizmin tecrit ve izolasyona dayalı saldırısına karşı mücadeleyi, ‘F tipleri kapatılsın, F tipi projesinden vazgeçilsin’ temel talebi ekseninde sürdürmeye devam edeceğiz.
Ama sizlere dostça önerimiz, böyle bir tavizi sizlerin de vermemesi, cezaevlerindeki bütün devrimcileri ve devrimci hareketin geleceğini ilgilendiren böyle bir konuda kendi başınıza hareket ederek, sonuçları herkesi bağlayacak adımlar atmamanızdır.
Böyle bir geri adımı atmaktansa, yeni revize edilmiş F tiplerinin şimdiden bir biçimde kabul edildiği şeklinde bir sonuç ve görüntü yaratmaktansa, ÖO eylemini uygun bir biçimde geçici bir süreliğine durdurma-erteleme formülünü düşünmeniz daha doğru olacaktır.
Hem böylelikle, önümüzdeki süreçte, daha önceden de büyük ölçüde birleştiğimiz temel talepler çerçevesinde hep birlikte girişilecek bir SAG-ÖO eylemi de dahil daha geniş birliktelikler yakalama şansımız doğacaktır.
TİKB olarak kendi adımıza biz, yaşanan gelişmeleri de dikkate alarak, tabii ‘F Tiplerinin kapatılması’ merkezli öneriler temelinde, sizlerden gelebilecek ÖO da dahil her biçimi içerecek farklı işbirliği ve ittifak önerilerine bugün de açık olduğumuzu bir kez daha hatırlatırız.
Devrimci selamlarımızla…
04.12.2000”
ÖO’nun seyri ve direnişin geleceğine ilişkin duyduğumuz kaygıların sonucu, devrimci sorumluluk anlayışımızın gereği olarak yaptığımız bu öneri de, ‘eli kulağında bir zafer’ beklentisiyle iyice kendilerinden geçmiş olan sol tasfiyecilerin kavrayışsızlık duvarına çarptı. TKP(ML), “ÖO Direnişi’ne bir saldırı” olarak değerlendiklerini belirttiği bu mektubu, “alınmamış” olarak kabul ettiklerini duyurdu. Bunun dışında sağda solda, “ÖO Direnişimiz zafere bu kadar yaklaşmışken, ‘12’ye 5 kala’ X bizden eylemi bırakmamızı istiyor” dedikodusunu çıkardılar
Bu ‘12’ye 5 kala’nın hangi 12 olduğunu, çok değil 15 gün sonra, 19 Aralık günü hep beraber görüp yaşadık.
[Sürecek]