H. Selim Açan
Gençlik yıllarımda okuduğum devrimci-sosyalist romanlarda karşılaştığım olumsuz tipleri yazarların ‘uydurduklarını’ düşünürdüm. Bunlar gerçek olamazlardı. Sosyalizmi benimseyip partiye katılmış birinin, çıkarcı, kariyerist, sahtekar, hırsız, sabotajcı vb. birine dönüşmesi, o zamanlar bana, yeryüzü ile gökyüzünün birleşmesi kadar imkansız bir durum olarak görünürdü.
Örneğin, Gladkov’un “Çimento (Fabrika)” romanındaki gibi sınıfa ve sosyalizme yabancılaşmış, partili olmanın avantajlarını bireysel çıkarları için kullanan, kadın düşkünü, üçkağıtçı, ruhsuz tiplerin yönetici konumlara gelmek şurada dursun partide hatta sosyalist toplumda dahi yeri olamazdı. ‘Komünist’ ya da ‘sosyalist’ dediğin, sadece ve sadece, aynı romandaki Gleb ya da Gorki’nin “Ana” romanındaki Pavel Vlasov gibi su damlası kadar berrak, kendilerini tümüyle insanlığın kurtuluşu davasına adamış, bireysel amaç ve hedefler peşinde koşmayan, hiçbir güçlükten yılmayacak kadar güçlü irade sahibi, sosyalizmin ve partinin düşmanlarından nefret eden çalışkan ve fedakar devrimciler olabilirdi. ‘Komünist’, en azından ‘devrimci’ olmanın bu anlama geldiğine dair düşüncem hala değişmiş değil!..
Ancak, ilerleyen yıllarda yaşayıp tanık olduklarım, genç bir devrimciyken sahip olduğum yukardaki inancın ne kadar ‘naif’, naiflikten de öte ne kadar ‘çocukça’ olduğunu fazlasıyla gösterdi. ‘İnsan’ denilen canlının nasıl karmaşık ve değişken bir varlık olduğunu, ‘görüntüsü’ ile ‘gerçekliği’ arasında -realite olarak sırıtmadığı durumlarda dahi potansiyel olarak- her zaman bir aralığın bulunduğunu, ‘mükemmel’ bir insan olamayacağı gibi ‘hep aynı’ kalan bir insanın da olamayacağını, onun için kimseyi fetişleştirmemek gerektiğini vd. asıl olarak bu tecrübelerden öğrendim kendi adıma.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim diğer bir şey ise, hiç olmazsa insan olarak kalmakla düşkünlükte sınır tanımamak, kahramanlıkla ihanet, başını dik tutabilme hakkını koruyabilmekle işi iyice arsızlığa vurmak arasındaki mesafenin sandığımız kadar büyük ve geniş olmadığını görmekti. Sadece kendi içimizde değil dışımızdaki örgütlerin içinden de belirli dönem ya da eylem kesitlerinde öne çıkıp haklı ya da haksız olarak ‘efsaneleşmiş’ isimlerin daha sonraki serencamları gözüme soktu bu gerçeği.
Hayatın bir bakıma kafama vura vura öğrettiği bu derslerden sonra garip bir huy edindim: Herbiri inandıkları değerler uğruna yiğitçe ölümün üzerine giden yoldaşları düşündüğüm zamanlarda, “yaşasaydı acaba, bugün barikatın hangi tarafında olurdu? Bildiğimiz duruşunu, komünist devrimci özelliklerini korumaya devam mı ederdi yoksa başkalarında tanık olduğumuza benzer bir savruluş ve deformasyon süreci sonunda o da giderek ‘tanınmaz’ hale mi gelirdi?” diye sorar oldum.
Bu, fazlasıyla öznellik içeren spekülatif bir soru elbette. Yanıtı da, her şeyden önce neleri baz aldığına yani konuya nereden baktığına bağlı. Örneğin, militan bir sosyalizm savunusu ve örgütlü devrimcilikte ısrarı merkeze koyan bir yaklaşımla, görüşlerinin çoğuna karşı olduğum Ursula K. Le Guin’in isabetli tanımıyla “siyasal eylem kılığındaki basit sınır ihlalleri” ile kendini tatmin eden liberal zıpçıktılığın bu soruya verecekleri yanıt aynı ol(a)maz elbette. Sonuçta herkes kendi yolunun yolcusu.
“Yaşasaydı bugün nerede, ne halde olurdu acaba” spekülasyonunu yaparken, “hiç değişmezdi, dün ne ise bugün de o olmaya devam ederdi” yanıtını tereddütsüz verdiğim yoldaşlardan biri de İsmail’dir. İsmail Cüneyt. Tarihimizdeki lakabıyla “Stalin Memet”.
İsmail’deki bu ‘maya sağlamlığı’, bugünden geriye bakarak çıkarsadığım ya da sonradan farkına vardığım bir özellik değil aslında. 1975’lerde bizim o zamanki örgütlü yapımızla ilişki kurduğu ilk günlerden itibaren onu böyle tanımış, böyle düşünmüşümdür. Ve bu sanırım sadece benim değil onu tanıyan hemen herkesin edindiği ilk izlenimlerden biridir.
İsmail bizim “Hacettepeliler” grubundandı. 12 Mart sonrası bütün devrimci örgütlerin öğrenci hareketi zemininde yeni yeni toparlanmaya çalıştıkları o kesitte, Ankara genelinde olduğu gibi Hacettepe Üniversitesi’nde de oldukça etkindik. Sayıca da kalabalık bir grubumuz vardı. Hem çeri-çöpü dahi içine çekip sürükleyen dönemin özelliği hem de öğrenci hareketinin doğasından dolayı o parçamız da haliyle heterojen bir yapıya sahipti. Devrimcilikte ciddi ve kararlı oldukları ilk bakışta farkedilenler de vardı o grup içinde, “geçerken uğradıkları” her hallerinden belli yol arkadaşları da; Ankara’nın neresinde bir çatışma varsa oraya koşan gözü kara militanlar da vardı, Hacettepe içindeki kavgalarda bile sıvışmanın bir yolunu bulan korkaklar da; “taş yerinde ağırdır” misali kendilerini göstermekten hoşlanmayanlar da vardı, her yaptıklarını ayrı bir gösteriş ve pazarlama konusu haline getirenler de…
Sonuçta hayat -tıpkı bugün gibi- o kesitte de hükmünü yürüttü. Kimin, kendisi ya da başkaları hakkında ne düşünüp ne dediğinden bağımsız olarak herkesi yerli yerine oturttu. 12 Eylül bile gelmeden, polisin MHP’li faşistlerle ortaklaşa kurdukları bir pusu sonucu 18 Mayıs 1976’da yitirdiğimiz ‘Keko’ (Fevzi Aslansoy) dışında Hacettepeliler’den geriye fazla kimse kalmamıştı. İsmail (ve Sezai) işte o ayakta kalanlardandı.
İsmail’i asıl olarak 12 Eylül sonrası, o zor ve karanlık günlerde tanıdım diyebilirim. Öncesinde de vardı ilişkimiz elbette ama çalışma alanlarımızın farklılığından dolayı yolumuz fazla kesişmemişti. 1979 Şubat’ın da yapılan İMT’ye o Adana İl Komitesi üyesi olarak katılmıştı. TİKB’nin ayağa kalkışını, bir anlamda gerçek doğumunu sağlayan o toplantıya da ‘devrimcilikte ısrar’ görüşü ve iradesine sahip olarak gelmişti. Toplantıdaki az ama öz konuşmalarıyla da bu duruşun öne çıkan temsilcilerinden biri oldu. O toplantıda MK üyeliğine seçildi.
İsmail’in devrimciliğinde beni en etkileyen yön, kendini yenileme ve aşma konusunda sergilediği performanstır. Sonuna kadar gitme kararlılığıyla gözünü budaktan esirgemeyen militanlık başta olmak üzere devrimciliğe başlarken sahip olduğu ‘doğal sermaye’ zaten zengindi. 12 Mart koşullarında memleketi Balıkesir-Sındırgı’da ellerine geçen kimi devrimci broşürleri ve birkaç devrimci kitabı okumakla başlayan devrimcilik yaşamında, çok geçmeden, Marksist Leninist temellerde proleter sınıf devrimciliği doğrultusunda yaptığı bilinçli tercihi de bu özsel zenginliklerden biri olarak anmak gerekir. Fakat İsmail ne sahip olduklarıyla yetindi ne de zaten sahip olduklarını oldukları kadarıyla bıraktı.
“Sınırlarını zorlamak” ve “kendini aşmak” tanımları, devrimci örgütlerin literatürlerinde çok kullanılır. “Bu kavramlarla anlatılmak istenilene TİKB tarihinde ilk ağızda kimler örnek verilebilir” diye bir soru gelecek olsa, şahsen benim yanıtım, İsmail Cüneyt ve -11 Nisan 2001’de, F tiplerine karşı ÖO Direnişinde yitirdiğimiz genç işçi yoldaşımız- Tuncay Günel olur. Bu tabii ki, ölen ya da halen hayattaki başka yoldaşlarımız arasında başka örneklerin olmadığı anlamına gelmez. Ama İsmail ile Tuncay’ı öne çıkaran fark, birinci olarak, “sınırlarını aşma” konusunda sergiledikleri ısrar ve iradenin büyüklüğü ve sürekliliğinden ileri gelir; daha da önemlisi, ikisinin de aslında potansiyel olarak dahi zayıf oldukları konu ve alanlarda oldukça kalın olan sınırlarını zorlamak mecburiyetiyle karşı karşıya bulunmalarına rağmen bu ısrardan vazgeçmemelerinden kaynaklanır. Ne demek istediğimi İsmail örneği üzerinden açıklamaya çalışayım.
İsmail, üniversiteye gelene kadar 1960’ların Sındırgısı gibi küçük bir taşra kazasında bir nev’i köy hayatı yaşamış. Zengin bir sosyal ve kültürel yaşamı olmamış. Arada bir yaptıkları sinema kaçamakları dışında örneğin doğru dürüst futbol dahi oynamamış, bisiklete binmeyi bile öğrenememiş, yorucu ve bezdirici tarla-tapan işleri dışında ne kendine farklı ufuklar açıp farklı beceriler geliştirmesine vesile olacak hobiler edinmiş ne de buna fırsat ve zemin bulabilmiş. Sadece eline ne geçerse okumuş.
Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gelişiyle birlikte atıldığı örgütlü devrimcilik yaşamının ilk yıllarında da -dönemin koşulları sonucu- yoğun bir devrimci pratiğin içinde bulmuş kendini. Günleri, haftaları, ayları değil yılları, mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda örgütün verdiği görevlerin peşinden koşmakla geçmiş.
Ama buna rağmen İsmail -yukarda da işaret ettiğim gibi- ne yaptıklarıyla ne de sahip olduklarıyla yetindi. Komünist mükemmelleşme doğrultusunda kendini geliştirip zenginleştirmek için elinden geleni yaptı. Müthiş bir iradi çaba sergileyerek yetersizlik ve zayıflıklarının üzerine yürüdü. Dar pratikçiliği her şey olarak gören dönemin devrimcilik anlayışı ve yaygın devrimci tipolojisinden kopup farklılaşarak militan bir devrimci pratikle teorik gelişmede ısrarı birleştirmeyi başardı
Zaten, TİKB’nin hem örgütçülerinden hem teorisyenlerinden hem de askeri komutanlarından biri olarak adı ve anısı her zaman yaşayacak olan ölümsüz proletarya kahramanı İSMAİL CÜNEYT, asıl olarak bu ısrarın sonucunda doğdu.
“Kendini aşmak” genellikle daha önce sahip olunmayan yeni özellik ve beceriler edinmek şeklinde anlaşılır. Bu kuşkusuz yanlış değil fakat eksik bir kavrayıştır. İşin bir de, daha önce varolan bazı olumsuz anlayış ve alışkanlıkların terkedilmesi boyutu vardır ki, insanın kendisiyle savaşmasını gerektiren kendini aşmanın bu yönü kanımca olmayan özellik ve becerilerin edinilmesinden daha zor ve değerlidir. İsmail, bu yönüyle de “kendini aşmanın” etkileyici bir örneğiydi.
Devrimciliğinin ilk yıllarında özellikle de devrimci değerler ve örgütün çıkarlarıyla çelişen tutumlar karşısında aşırı sert tepki vermesiyle tanınırdı. Kendisi her ne kadar “bıyıklarının altı okka oluşuna” bağlamaya çalışsa da, ona “Stalin” lakabı bu özelliğinden dolayı takılmıştı. Dönemin devrimci militanlık anlayışının sığlığından da beslenen bu darlık ve hoşgörüsüzlük onun adına öyle yapışmıştı ki, tümüyle aşamamış olsa bile bu konuda da kat ettiği mesafenin büyüklüğü şaşırtıcıydı. Öyle ki, 1984 ÖO’unda ölümünden önceki son görüşmemizde Fatih’le konuşurken, onların yakalanmasından sonraki süreçte yaşadığımız kimi olumsuzluklar sırasında İsmail’in nasıl makul ve olgun tutumlar sergilediğini anlattığımda Fatih önce inanamadı, şaşkınlığını -ve tabii ki takdirini- “Bizim Stalin mi?..Yapma ya!..” nidalarıyla dile getirdi.
Osman’ın (Yoldaşcan) erken ölümü, arkasından Fatih (Öktülmüş) ve Sezai (Ekinci)’nin tutsak düşmeleriyle birlikte Müfreze komutansız kalmıştı. İşin kötüsü, “Komando” Tahsin (Tahsin Alpşar) gibi Müfreze’nin deneyimli elemanlarından da tutsak düşenler vardı. Fakat bu boşluğun mutlaka doldurulması gerekiyordu. İsmail, teorik gelişmede yaptığı atılıma benzer ikinci görkemli sıçramayı o kritik kesitte, askeri alanda yaptı. Düşünün ki, öncesinde bisiklete binmeyi dahi bilmeyen bir insan, ahdetti, 4-5 ay içinde iyi bir şoför haline geldi. Asıl önemlisi, kendisini kafaca ve ruhen komutanlığa hazırladı.
Mali yönden sıkışmaya başlamıştık. Acilen para getirecek bir eylem yapmak gerekiyordu. Geriye kalan Müfreze üyesi bir-iki yoldaşla İsmail bazı ön keşifler yaptılar. Sonuçta biri Karagümrük’te diğeri Kartal merkezde iki kuyumcu üzerinde yoğunlaşıldı ve nihayetinde Kartal’dakini yapmaya karar verdik. Yalnız Kartal’ın iki büyük dezavantajı vardı: Birincisi merkezi bir yerdeydi, küçük bir falso dahi olsa eylem dışardan birileri tarafından hemen farkedilirdi. İkinci dezavantaj ise, geri çekilme olanaklarının sınırlılığıydı. Eylem başarılı olsa bile devlet bu yönleri kısa sürede keseceği için arabayla çekilmek çok riskliydi. Birincinin üstesinden, hazırlanan eylem planı soğukkanlılıkla uygulandığı taktirde gelinebilirdi. İkincisini ise, yürüyerek de ulaşılabilecek bir akraba evini ayarlayarak çözdük.
Her şey planladığımız gibi gitti, ekibin tecrübesizliğe rağmen plan profesyonellere özgü bir soğukkanlılıkla uygulandı. Eylemde kullanılan silahların ve el konulan altınların konulduğu çantayı sırtlamış olarak geri çekilme noktası olarak belirlediğimiz eve girer girmez İsmail’le uzun uzun kucaklaştık. Salona geçip sigaraları yaktığımızda ağzından önce derin bir “ohhh!” çıktı, arkasından, “biliyor musun, ne ölüm ne yakalanma korkusu vardı içimde. Ama başarısız olma korkusu yok mu, içeri girerken neredeyse dizlerim çözülecekti bu yüzden…” itirafı döküldü. Zaten “Ya başaramazsak…” kaygısı yok mu, o dönem ‘yeni’ olan her adım ve açılım sırasında hepimizin en büyük korkusu ve gerilim kaynağıydı.
İsmail’le son görüşmemiz, katledilmesinden sanırım 10-11 gün önceydi. Biz o zamanlar Adana’daydık. Düzenli olarak yaptığımız aylık MK toplantısı için İstanbul’a gelmiştim. Toplantı bir gün sürdü. Geri döneceğim günün sabahı İsmail’le birlikte çıktık toplantıyı yaptığımız evden. Kendi elleriyle pişireceği acı biberli kuru fasulye ve turşu ‘ısmarlayacaktı’ bana. Kozyatağı’ndaki kaldığı eve gittik. Gündemdeki sorunlar dışında havadan sudan sohbet ettik 4-5 saat boyunca. Oya ona bir kazak örmek istiyordu. Kazağın rengini ve istediği modeli sıkı sıkıya tembihledi. Çok sıkıntılı ve yalnızdı o sıralar. Yılbaşı vesilesiyle bir süreliğine Adana’ya gelip bizimle kalmasını önerdim. Uzun yıllar çalıştığı bir il olduğu için severdi Adana’yı. Hoşuna gitti bu öneri, gelme sözü verdi. Ama gelemedi…
Muhtemelen 21 Aralık 1983 günü, Galatasaray’daki bir işyerinde düşmüş polisin kurduğu tuzağa. Mahkeme sürecinde dinlenen tanıklar, polisin sağ olarak ele geçirdiğini dile getirdiler. Operasyonla ilgili yapılan resmi açıklamada ise, “Beylerbeyi’ndeki bir evde polise silahla karşı koyduğu için çıkan çatışma sırasında vurulduğu” beylik yalanı söylenmişti.
İsmail’i her düşündüğümde, “yaşasaydı nerede olurdu acaba” temelinde bir tereddüt aklımın ucundan dahi geçmiyor ama “yaşasaydı ne yapardı” diye düşündüğüm zaman gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Yaşayıp tanık olduğumuz düşkünlükleri, sinsilik ve kalleşlikleri, çürüme ve yozlaşmanın boyutlarını görseydi eğer, kesinlikle öfkeden köpürür, sinirlendiği zamanlarda uçlarını kemirdiği bıyıklarını herhalde köküne kadar yer bitirirdi… (Bu arada bir parantez açarak şunu da ekleyeyim: Sadece İsmail değil, onları doğru dürüst tanımayan kimi istismarcıların ‘pamuk helva’ kıvamında “yumuşakçalar” olarak resmetmeye çalıştıkları Fatih, Sezai, Osman, Ataman, Metin, Tahsin… de yaşıyor olsalardı tepkileri farklı olmazdı. Bundan da adım kadar eminim!).
Fakat şunu da biliyorum ki, İsmail -ve diğer yoldaşlar da- sadece öfkeden çılgına dönmekle, sövüp saymakla, içini böyle boşaltmakla yetinmez; komünist gelişme ve mükemmelleşme yolundaki ısrar ve iddiasını iki katına çıkarır, günün devrimci görevlerini yerine getirebilmek için eskisinden daha büyük bir enerji ve hırsla işlere sarılır, parti bayrağını tekrar yükseklere taşıyıp devrim ve sosyalizm kavgasını büyütmek için elinden geleni yapma konusundaki ısrarını azimle sürdürürdü.
Leninist tarzda devrimciliğin ‘olmazsa olmaz’ özelliklerinden birini oluşturan ‘proletaryanın sınıf kini’ denilen duygu ve bilinç, bu iki yön ve özelliği birlikte içermez mi zaten?..