2019 asgari ücret görüşmeleri bu hafta sonuçlanacak. Birkaç ay öncesine göre hemen tüm temel tüketim kalemlerine en az yüzde 30 oranında zammın yapıldığı, özellikle seçimlerden sonra bu zamların zembereğinden boşalırcasına fırlamasının beklendiği bu koşullarda burjuvalar asgari ücretin 2 bin TL’nin üzerinde olması durumunda batacaklarından bahsediyor, üstüne bir de devletten yeni hibeler talep ediyorlar. Dayanakları “orta vadeli program”, gerekçeleri de istihdamın büyütülmesi.
Burjuvalar işçi sınıfına bırakalım kültürel ihtiyaçlar, hobiler ya da dinlenme hakkını; aslında ekmeği bile çok görüyorlar. Ona üretim süreci içinde bir vida kadar değer vermedikleri gibi, kendisini asgari düzeyde yeniden üretmesine de önem vermiyorlar artık. Devasa işsizler ordusu kapıda beklerken, işçi sınıfının örgütsüzlüğü bu denli yakıcı bir sorun haline gelmişken başka bir yaklaşım beklemek de abes olur zaten.
Bu açıdan da onlar cephesinden asgari ücret tek başına bir işçinin ekmeğe talim etmesine yetecek kadar bir rakamı ifade ediyor.
Bu yıl önceki yıllardan farklı olarak devletin resmi istatistik kurumu TÜİK de basın açıklaması düzenleyerek asgari ücret rakamı telaffuz etti. Emek gücünü hafif-orta-ağır işler şeklinde kategorize ederek tartışmalara yeni bir boyut (!) ekleyen TÜİK’e göre bir işçinin asgari geçim tutarı ağır statüdeki işlerde 2213 lira, orta statüdeki işlerde 1978 lira, hafif statüdeki işlerde de 1841 lira olmalıydı. Bu rakamları telaffuz eden TÜİK, tüm çarpıtma yöntemlerine rağmen enflasyonun yüzde 20’lerin üzerine çıktığını gizleyemeyen bir kurum!
Türk-İş bu yılki asgari ücret görüşmelerinin ateşten gömlek giymekten farksız olduğunu bilerek oturdu masaya. Ondan olsa gerek çeşitli artistik hareketler ya da ağzına yakışmayan açıklamalarla bu gömleğin hararetini düşürmeye çalıştı.
İlk artistik hareketi milyonlarca işçiyi temsilen katıldığı Asgari Ücret Tespit Komisyonu görüşmelerine asgari ücretli bir işçi göndermek oldu. Ardından bizzat başkanı çıkıp yıllardır lafzını etmediği, etmekten itinayla kaçındığı “grev”, “eylem” kavramlarını kullandığı, Fransa’yı işaret ettiği açıklamalar yaptı.
Onca artistik harekete rağmen telaffuz ettiği rakamsa TÜİK’in ağır işler için önerdiği rakamdan sadece 170 TL fazla! Bu rakamla bizzat kendisinin açıkladığı açlık ve yoksulluk sınırı verilerini inkar etmekten de kaçınmadı. Hatta devlete yaranmak için “biz TÜİK’ten sadece 170 TL fazla istiyoruz” demeyi de ihmal etmedi.
Tam da bu noktada Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’ın hem yere göğe sığdırılamadığı hem de adeta lince uğradığı (her ikisi de iktidar blokundan gelen) açıklamaların konusu edildiği konuşmaya bir daha bakmak gerekiyor.
Atalay, bozuk saatin günde iki kere doğru zamanı göstermesinde olduğu gibi belki de ilk defa bir gerçeği dile getirdi. Binali Yıldırım’ın deyimiyle “mesele millet olunca ‘gerisi teferruat’ diyerek en önce adım atmış” bu “yerli ve milli” sendikacı, gelen fırtınanın şiddetini görmenin tedirginliğiyle olsa gerek adeta sayıklarcasına işçi sınıfının üretimden gelen gücüne işaret etti, Fransa’daki Sarı Yeleklileri hatırlattı. “Böyle ne kadar gider? Önümüzdeki günlerde göreceğiz. İşte gördük, Fransa’da gitmediğini… Üç gün sonra bizim burada görür müyüz, görmez miyiz? Bize bağlı” dedi.
Belli ki asgari ücret tespit komisyonundaki satış rolünün bu seferki bedelinin daha ağır olacağını görmüştü Atalay. O nedenle olsa gerek gelecek tepkileri bu yıl daha artistik hareketler ve açıklamalarla önden savuşturmaya girişmek zorunda kaldı.
Her şeyden önce de işçi sınıfının geniş bölüklerini Türk-İş odaklı bir beklenti içine sokarak oyalayıp, deyim yerindeyse gazını almaya soyunmayı baş görev olarak önüne koydu. Ne de olsa “milli ve yerli bir sendikacıydı” Atalay.
Onun bu rolünün ve aynı zamanda o artistik hareketlerinin esas çıkış noktasının bu görev bilinci olduğunu ise Atalay’ı havuz medya tarafından uğradığı linç sonrasında bizzat Türk-İş Genel Merkezi’nde ziyaret eden şimdilerin Meclis Başkanı Binali Yıldırım teyit etti. “Türk-İş, aynen durduğu yerde, çizgisinde, geçmişte olduğu gibi gelecekte de devam edecek ve bu ülkeyi gayrimeşru yollardan ülkenin huzurunu bozmaya çalışanlara karşı emek örgütlerinin sigortasıdır. Bu görevini sürdürmeye de devam edecektir” dedi Binali Yıldırım.
Üzerine gelindiği anda Atalay hızla geri adım atıp, gerçek kimliğini ortaya koyarak, “Seçilmiş meşru hükümetlerden yanayız, kim haklıysa ondan yanayız. Milletin ve milli iradenin yanındayız. Bizim sırtımızda ne sarı, ne de kırmızı yelekler olur” deyiverdi.
Bu korkuyla çizilen bir zigzag değildi yani. Onun genlerine işlemiş burjuva sınıf tutumunun kendisiydi. Korkuyla sarfedilen esas sözler “grev” ve “eylem” sözleriydi, işçi sınıfından duyulan korkuydu. Bu zigzagların temel amacı ya da böylesine keskin olmalarının esas nedeni de işçi sınıfının nabzıyla oynamaktı.
Nitekim nedametten hemen sonra bir kez daha “aslan kesilmesi” bundandı…
Nedamet getiren, aslında nedamet getirirken bile işçi sınıfını “yerli ve milli” çizgiye çekerek sistem için taşıdığı “sigorta olma” rolünü sürdüren Atalay, nabızla oynama oyununu Sözcü’ye yaptığı açıklamalarla doruk noktasına taşıdı. Az evvel yaptığı nedameti unutmuşçasına kendisinin sendikacı olduğunu, bir sendikacının grevden, eylemden bahsetmesinden daha doğal ne olabileceğini, ilahi mi okutmasının beklendiği söylediği açıklamalarda bulundu.
Atalay ulusalcı kafayla orada öyle burada böyle dans etti denilip geçilebilirdi. Ya da tüm olup bitenler Türk-İş’e operasyon olarak da yorumlanabilirdi. Fakat işin aslının Türk-İş’in zikrettiği ve kendisine TÜİK’i kalkan etmeye çalıştığı asgari ücret miktarını çelişkili açıklamalarla sersemleştirilen işçi sınıfına yutturmak olduğu aşikardır.
Niyetinden de bağımsız olarak hayatında ilk defa tepesine çöreklendiği işçi sınıfının üretimden gelen gücünü zikreden, eylemden bahseden Atalay’ın havuz medya tarafından linç edilmesi, tehdide maruz kalması, ardından Hak-İş’e bağlı Enerji İş Sendikası Genel Başkanı Mahmut Altunsoy’un Atalay hakkında suç duyurusunda bulunması karşısında DİSK ve solun bazı kesimleri Atalay’a kol kanat gerdiler.
Fakat bu kol kanat germek bile eylemli bir biçimde değil, açıklama ve ziyaretler biçiminde oldu. Zamanın ruhuna uygun olarak… Oysaki Atalay’ın kimliği ve niyetinden de bağımsız olarak işçi sınıfının tek silahı olan grevi ya da Sarı Yeleklileri işaret etmesi karşısındaki lince grevle-eylemle yanıt verilir! Daha doğrusu başka bir yanıtı olmamalıdır.
Onlar bu tutumlarını mafyatik-çeteci sendikacılığın seçkin örneklerinden Lastik-İş Genel Başkanı Abdullah Karacan’ın bir işçi tarafından öldürülmesinden sonra da sergilemişlerdi. Sendikacılığın bu denli ayağa düşmüş olmasına, sivil faşist çeteleşmelerin rant kapışmasının ulaştığı boyutlara ve çürümeye işaret ederek, en azından durumu teşhir etmek yerine gözlerini her şeye kapatarak Karacan’ı sahiplenmişlerdi. Bu tutumlarıyla aslında yaşanan çürüme ve yozlaşmanın ulaştığı boyutları da bir kez daha teşhir etmişlerdi. Bu açıdan da kriz ve yaşanan ekonomik-siyasi-sosyal yıkıma karşı işçi sınıfının en önemli silahı olan grev lafını bile etmemiş olmalarının aslında nasıl bir arka planı ifade ettiğini gözler önüne sermişlerdi.
Kriz ya da asgari ücret tartışmalarında nasıl bir tutum aldıklarına baktığımızda Atalay’ı ya da Karacan’ı neden sorgusuz sualsizce sahiplendikleri de anlaşılır. Bunun adını bir gün işçi sınıfı koyacaktır.
Sonuç itibariyle bu yılki asgari ücret tartışmaları yaşanan onca yıkıma, hayat pahalılığına, gelecek olan yeni yıkımlara rağmen taş çatlasa cebe girmeden buharlaşacak birkaç yüz liralık “zamla” sonuçlanacaktır. Açlık ve yoksulluk sınırına ilişkin rakamlarla kıyaslandığında işçi sınıfına bir kez daha açlığın dayatılacağı görülecektir.
Atalay’ın grev gevelemeleri karşısında uğradığı linç ya da tersinden kollanıp kucaklanması salıncağının varacağı yer burası olacaktır. Grevin G’sinin telaffuz edilmesi karşısında bile cengaver kesilenlere karşı bir sınıf tutumu geliştirilerek grevle yanıt verilmediği sürece de bu böyle devam edip gidecektir.