Tarih nedir? Nerede vuku bulur?
Normal tarih anlatımlarından birini okursanız -ki bunların hadiselerin kendilerini değil, sadece konturlarını içerdikleri kolayca unutulur- tarihin sadece bir düzine insanın arasında vuku bulduğuna inanasınız gelir, o sırada “halkların mukadderatlarını yönlendiren” ve kararları ve eylemleri, daha sonra “tarih” olarak adlandırılacak şeyleri oluşturacak bir düzine insan. Böyle düşünüldüğünde içinde bulunduğumuz asrın tarihi Hitler, Mussolini, Çan Kay şek, Roosevelt, Chamberlain, Daladier ve isimleri herkesin dilinde olan birkaç düzine başka adamın arasındaki bir satranç turnuvası gibi görünür. Biz diğerleri, ismi anonim kalanlar, en iyi ihtimalle tarihin nesneleri, satranç tahtasındaki piyonlar olabiliriz; cepheye sürülen, unutulan, feda edilen, sopa yiyen ve -eğer varsa- hayatları, bilmeden üzerinde durdukları satranç tahtasında başlarına gelenlerden tamamen bağımsız, bambaşka bir dünyada cereyan eden piyonlar.
Belki kulağa bir paradoks gibi gelecektir ama gerçekten kıymet-i harbiyesi olan tarihi hadiseler biz isimsizler arasında vuku bulur ve önemli kararlar, yine biz isimsizlerin arasında, sıradan münferit şahısların sinesinde verilir. Ve bu eşzamanlı kitlesel kararlar karşısında -ki çoğunlukla bu kararları verenler de verdikleri kararlardan bihaberdir- en güçlü diktatörler, başbakanlar ve generaller dahi tamamen aciz kalırlar. Belirleyici öneme sahip bu hadiselerin bir karakteristik özelliği hiçbir zaman kitlesel fenomenler veya kitle gösterileri halinde ortaya çıkmamalarıdır -kitle blok halinde durduğu müddetçe işlevi olmaz- aksine her zaman binlerce, milyonlarca insanın, görünüşe göre şahsi serüvenleri olarak tebarüz ederler.
[Bir Alman’ın Hikayesi, Sebastian Haffner]