Son günlerde ardı ardına yaşanan iki olay sınıfın en örgütsüz kesimlerinin nasıl bir cehennemde çalışıp, yaşadıklarının çarpıcı bir ifadesi oldu. Bunlardan biri, Antalya’nın Kumluca ilçesinde 24 Ocak’ta meydana gelen hortumda yaşamını yitiren 13 yaşındaki tarım işçisi Berivan Karakeçili’nin ölümüydü. Diğeri de Bayrampaşa’da ruhsatsız bir tekstil atölyesinde sigortasız çalışan 3’ü çocuk 4 işçinin paraları olmadığı için atölyede kalmaları ve ısınmak için yaktıkları sobadan sızan karbonmonoksit gazından etkilenerek zehirlenip, hayatlarını kaybetmeleriydi (19 Ocak).
Her iki olay da hem çocuk işçiliğin ulaştığı boyutları hem nasıl bir sömürü çarkının parçası olduklarını hem de Kürt emekçilerin geçim derdinin dramatik boyutlarını ortaya koyuyordu.
Mezopotamya Ajansı (MA)’nın Berivan’ın babasıyla yaptığı görüşmenin her satırı bu sömürü çarkının o iğrenç yüzünü açıkça ortaya koyuyor.
Berivan sadece merakıyla çocuktu
Berivan Karakeçili Urfalı bir Kürt ailenin on çocuğundan biriydi. Aslında 8. sınıf öğrencisiyken ailesinin başka bir geçim kaynağı olmadığı için Urfa’dan bir arabaya doluşarak Antalya’ya gelmişlerdi. Okulu bırakmak zorunda kalan Berivan, Eylül ayından beri ailesiyle birlikte can verdiği yerde işe başlamıştı. “Çamurların boyunu aştığı” bu emek cehenneminde karın topluğuna bir ücretle çalışırken, sadece çocuklara has “merakıyla” çocuktu. Çocukluğunun tek kanıtı olan merakıyla belki de kendisi için büyüleyici olan hortumu izlemek için çalıştığı portakal bahçesinde, olduğu yerde çakılı kalmıştı. Herkes kaçarken Berivan oracıkta beklemişti. O esnada hortumun çatıdan uçurduğu sac gelip kafasına çarpmış ve Berivan oracıkta ölmüştü.
Ölseniz de çalışacaksınız!
13 yaşındaki Berivan, “Yağmur da yağsa, taş da yağsa çalışacaksınız” diyen, buna karşı çıkan işçiyi işsizlikle tehdit eden patronların, işçinin canına bir portakaldan bile daha az değer vermelerinin kurbanı oldu.
Bir çocuk olarak Berivan’ın yaşadıkları bir trajedi; yoksulluk ve çaresizlikle oradan oraya sürüklenen ailesinin yaşadıkları başka bir trajedi… Berivan ve ailesi gibi milyonlarca yoksul Kürt emekçinin olduğuysa sabit bir gerçek.
“Ölüm garibana çok ucuz”!
Aynı çarpıcı gerçeği Bayrampaşa’da ruhsatı olmayan bir tekstil atölyesinde sigortasız çalışan üçü çocuk dört işçinin ısınmak için yaktıkları sobadan zehirlenerek, ölmesinde de gördük.
Çocuk işçiler Bitlis’ten gelmişlerdi İstanbul’a. İşin, hiçbir geçim aracının olmadığı Bitlis’ten ailelerine yardım etmek için çıkıp geldikleri sömürü cehennemi İstanbul kendilerine mezar oldu. Ev tutacak paraları yoktu. Atölyede kalıyorlardı. Isındıkları şey soba bile değildi. Borusu ve kapağı olmayan bir “soba”nın içine naylon ve plastik koymuşlardı. Sobanın borusu ve kapağı da olmadığı için karbonmonoksitten zehirlenmişlerdi. Uyudukları odanın pencereleri de kapalıydı.
Arkadaşlarının dediği gibi “Ölüm garibanlara çok ucuz(du) bu topraklarda”. Öyle ucuz öldüler onlar da.
İşçi sınıfı her şeyi yeniden kazanmak zorunda!
İşçi sınıfının en örgütsüz kesimlerinin günümüzde yaşadıkları; vahşi kapitalizm dönemindeki koşulların tipik bir tezahürü gibi. Sınıfın kendi gücünün farkına varmaya başladığı, örgütlenme yönelimlerinin oluştuğu fakat bunların her birinin emekleme döneminde bulunduğu o dönemde; işçinin hayatı pamuk ipliğine bağlı, çalışma-barınma-beslenme koşulları insanlık dışıydı. İşçi sınıfının bir sınıf olarak tarih sahnesinde yer almaya başladığı ve zorlu-kanlı mücadelelerle elde ettiği tarihsel kazanımlarından sonra bugün yine Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu kitabı ya da Jack Landon’un Uçurum Halkı romanındaki koşullara geri dönme notasına geldiğimizin çarpıcı ifadesi olan bu örnekler bir örgütlenme çağrısıdır.