TİKB yöneticiliği suçlamasıyla uzun yıllar cezaevlerinde kalan H. Selim Açan’ın anılarının birinci cildi Sel Yayıncılık’tan çıktı.
Anıların ilk cildi, Açan’ın örgütlü sosyalist devrimciliğe ilk adımını attığı 1968’lerden başlayıp 12 Eylül askeri faşist darbesini duyduğu ana kadar olan dönemi kapsıyor. Yine Sel Yayıncılık tarafından yayınlanacak olan ikinci cilt ise, 12 Eylül 1980 ile 2002 sonunda yurtdışına çıkmak zorunda kalışına kadar geçen dönemi içerecek.
Kitabın ‘Sunuş’ bölümünü yayınlıyoruz:
Karıncaya sormuşlar, ‘Yolculuk nereye,’ diye. “Hacca gidiyorum,” demiş. Gülmüşler. “Ohoo, durmaksızın yürüyecek olsan bile ömrün yetmez oraya varmaya,” diyerek vazgeçirmeye çalışmışlar. “Olsun,” diye yanıtlamış karınca, “varamayacak olsam bile yolunda ölmek de yeter bana.”
Sınıfsız-sömürüsüz bir dünyaya ulaşmak böyle bir hedefti benim için. On beş yaşında bir çocuktum bu yola çıktığımda. Bugün altmış dört yaşındayım. Bunun yaklaşık on altı yılı zindanlarda geçti. On sekiz yaşıma 12 Mart döneminde, İzmir Şirinyer Askeri Cezaevi’nde bastım; otuzuma, 12 Eylül’ün Metris zindanı tecrit koğuşunda. Kırklı yaşlarımın neredeyse tamamı Bayrampaşa Cezaevi ile Edirne ve Tekirdağ F tiplerinde geçti. Ellinci yaşıma adım attığımda Avrupa’da sürgündeydim.
Ve hâlâ, “bitmedi o kavga(m), sürüyor ve sürecek…” ısrarı içindeyim.
Eskiden, “ne geçecek elinize” sorusuyla karşılaşırdık çokça. Daha çok yakınlarımızdan, ana-babalarımızdan duyardık bunu. İlk bakışta maddiyatçı bir muhtevaya sahipmiş gibi görünse de, para-pul, mevki-makam beklentisinden ziyade, çocuklarını “belalardan koruma” kaygısı yatardı arka planında. 2000’lerden bu yana ise, “neyi başardık ki…” sorgulaması aldı bu ve benzeri soruların yerini.
Özneler de değişti bu arada. “Elinize ne geçecek” sorusu dışarıdan yöneltilirdi ama belirgin bir içtenlik taşırdı. “Neyi başardık ki” sorgulamasını yapanlar ise “içeriden.” Bir zamanlar aynı yolda yürüdüğünüz ya da öyle olduğunu zannettiğiniz eski yol arkadaşları. Dilleri ne söylerse söylesin, şimdilerde yolu da yolculuğu da terk edenler. Ondan olsa gerek, bütün “içeriden” görünümlerine karşın içten değil sorgulamaları.
Olabilir. Yol halidir. Her yolculuk az ya da çok yorar insanı, bazı bünyeler kaldırmayabilir. Karınca misali bir menzil bilincine sahip olup olmamakta düğümlenir bütün mesele. Bu zaten hiç olmamış ya da zamanla aşınıp tükenmişse, yorulup yollarda kalmış olmanın da bir adabı olmalı…
Bazen ben de soruyorum kendime: “Ne geçti eline? Bunca yıla rağmen neyi başarabildin ki?” diye. Her şeyden önce “ben” olabildim, bir komünist olarak sınıf düşmanlarımın dahi saygı gösterdiği onurlu bir yaşamım oldu. Yeryüzünde gözünün içine bakarak konuşamayacağım tek bir canlı yok! Kısacası, kendinden, geçmişinden, bir zamanlar yaptıklarından utanan biri haline gelmedim en azından.
Yoksa, yola çıkarken kurduğumuz hayallerin hâlâ çok ama çok uzağında olduğumuzun ben de farkındayım. Hayalini kurduğumuz dünya şurada dursun, kendi adıma, çocukluğumun ya da ilk gençliğimin geçtiği dünyayı bile özlediğim oluyor zaman zaman. Bu yönüyle Sisyphos’un kaderinden bile daha kötü görünüyor gözüme yaşadıklarımız. O hiç olmazsa düz bir çizgide bir süreliğine de olsa ilerleyebiliyordu. Ödediğimiz onca bedele, onca acıya, onca emeğe, onca çabaya rağmen biz üstelik daha da geriye gitmişiz duygusuna kapılıyorum bazen.
Lakin çabuk atlatıyorum bu bedbinlik ve karamsarlığı. Diyalektik gelişimin helezonik karakteriyle tarihsel materyalizmin yasalarını aklıma getirince, “bu dağın zirvesine demek bu yollardan geçerek tırmanmamız gerekiyormuş” diyorum kendi kendime. Tarihin becerikli yapıcıları olabilseydik şayet, tabii ki farklı yollar bulabilir ya da açabilirdik. Devrim ve sosyalizm ideali bu kadar güç ve itibar kaybetmez, en azından bu kadar dibe vurmazdık. Ama, bu beceriyi gösteremedik diye yola küsmek, bu yolculuktan vazgeçmek niye?
Tarih biliminin öncülerinden kabul edilen Herodot, Tarih başlığını taşıyan ünlü kitabına, onu niye yazdığını açıkladığı bir cümleyle başlar:
‘Bu, Halikarnassoslu Herodotos’un kamuya sunduğu bir araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlar’ın, gerekse Barbarlar’ın meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.’
Kendi adıma ben de, “anı” görünümü altında piyasaya sürülen pişmanlık, öfke ve hezeyan yüklü metinlerin resmettiklerinden çok farklı ruh ve heyecanla yapılan bir devrimciliğin de var olduğu bilinsin istedim.
Hacmi ve kapsamı bakımından iki cilt olarak kurguladığım bu çalışmanın ilkinde, konunun gerektirdiği kimi sıçramalar olmakla birlikte, asıl olarak, 1968’den 12 Eylül darbesine kadar olan kesitteki kişisel ve örgütsel süreci resmetmeye çalıştım. İkinci ciltte ise, 12 Eylül’deki işkence ve cezaevi süreçlerinden başlayarak 19 Aralık Katliamı, F tiplerine karşı Ölüm Orucu Direnişi, o direnişin daha fazla ölüm yaşanmadan somut kazanımlarla sonuçlanabilmesi için yapmaya çalıştıklarımı, akabinde neden yurtdışına çıkmak zorunda kaldığımızı da içerecek şekilde 1980-2002 arası yılları ele alacağım.
Haziran-Ağustos 2018