31 Mart sonrasının can alıcı sorusu…



Bu seçimlerin AKP’nin bir türlü geriletip çözemediği yüzde 50’ye yeni bir umut olduğu açık. Umut ve moralin siyasetteki önemi de inkâr edilemez. Ancak can alıcı soru şu: Bu umudu ayakta tutup karşı atağa çevirecek bir strateji ve program var mı ortada?…


Burjuva iktidar bloku açısından asıl hedefin tüm yetkilerin tek adamda toplandığı başkanlık rejiminin, yani führerci faşizmin yerellerdeki ayaklarını sağlamlaştırmak ve inşa edileni bir kez daha toplumsal onaya sunarak en başta moral anlamda pekiştirip desteğini güçlendirmek olan “yerel seçimler”, beklendiği gibi tartışmasız bir siyasi-moral çizikle sonlandı.

Seçim çalışmaları, eşine az rastlanacak bir saldırganlık, ırkçı-şoven söylem ve tehditlerle sürdürüldü. Bunda, ekonomik krizin ve kutuplaştırıcı söylemin özellikle AKP tabanında ucu görülen bir çözülmeye neden olduğunun görülmesinin yarattığı panik kadar; seçimin kendisinin inşa edilen rejimin pekişmesi açısından taşıdığı kritik önemin payı büyüktü. Fakat onca saldırganlığa, nefret söylemine, kutuplaştırmaya dönük onca çabaya rağmen iktidar bloku, başlayan çözülmeyi en başta moral anlamda durduramadı. Oy oranını önemli ölçüde korusa da “Türkiye” demek olan İstanbul’u ve Ankara-Adana- Mersin-Antalya gibi büyük kentleri kaybetti.

Bu, önemli bir moral çözülmenin ifadesi olduğu kadar, iktidardan gidişin başlangıcı da olabilecek bir sonuçtur.

O nedenle Tayyip Erdoğan İstanbul’da yaptığı konuşmada daha kötüsünü bekliyormuş gibi bir “şaşkınlık” ve kritik illerde kaybetmiş olmanın yüzüne vuran karalığıyla konuştu.

Ankara’daki balkon konuşmasında ise  kendisini biraz daha toparlayarak kitlesine moral vermeye ve büyük illeri kaybetmiş olmanın yaratacağı çözülmeyi durdurmaya odaklandı. Tabanıyla arasındaki duygusal frekansları canlandırmayı esas alan, oldukça “yumuşak”, “sevecen” bir konuşmaydı bu…

Mesajlarının iki temel hedefi vardı: Bunlardan ilki burjuvaziye (Türk tekelci burjuvazisi ve uluslararası burjuvazi) güven vermekti: Önümüzde 4 yıl var, ekonomiye odaklanacağız, reformlar yapacağız! Bunun ne anlama geldiğini herkes üç aşağı beş yukarı biliyor. TÜSİAD’ın sandıklar kapanır kapanmaz yaptığı “yapısal reformlar şart” açıklaması ya da uluslararası medyanın attığı manşetler, Erdoğan’ın konuşmasının temel eksenini belirledi. Özünde, “Tamam bir çizik yedik ama sizi yine en iyi biz temsil ederiz, destekleriniz sürsün” demek istedi. İşçi ve emekçilere de cılız bir “istihdam seferberliği sürecek” mesajı verdi, ama bunun aslında umurunda olmadığını, esas olarak saldırıya gaz vereceğini vücut diliyle bile ifade etti.

Erdoğan’ın ikinci hedefi de devlet yetkileri ve olanakları üzerinden muhataplarına ve kendi tabanına mesaj salmak oldu. 4 yıl daha siyasi iktidarın ellerinde olduğunu, İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyelerini kaybetseler bile ilçelerdeki üstünlüklerini koruduklarını ifade eden Erdoğan, hem bir yenilgiyi kabul etti hem de karşı cepheye “burnunuzdan getireceğim” sopasını salladı. Belediyeleri almanın her şey olmadığı gerçeğini hatırlatarak, “merkezi iktidar ensenizde olacak” demek istedi.

Bu aynı zamanda tabanında başlayacak moral kırılmaya set çekmek anlamına da geliyordu. Diğer taraftan aslında kendi tabanına da tehdit içeriyordu: “Bakın yerel yönetimlerde bu önemli merkezleri kaybettik, ama elimizde şunlar var. Aklınızı başınıza toplayın ve bu çözülmeyi hep birlikte durduralım. Yoksa onları da kaybederiz” demek istiyordu.

Üçüncü mesajıysa, o kirli bölgesel politikaların, Kürt düşmanlığının devam ettirileceğiydi. Cihatçı çetelerle birlikte kotardıkları ve ellerine yüzlerine bulaştırmak pahasına ısrarla sürdürdükleri yayılmacı-işgalci politikalarını bu sefer de, “Suriyeli sığınmacıları, orayı güvenli hale getirerek memleketlerine göndereceğiz”, “sınırlarımızı güvenceye alacağız” söylemleriyle yineledi.

Erdoğan’ın konuşmasının eksenini oluşturan bu 3 nokta ışığında baktığımızda bundan sonrasını öngörmek zor değil.

İşçi ve emekçilerin çanına ot tıkayacak, etkisi giderek ağırlaşacak ekonomik krizin ağır faturasının onların sırtına yüklemekle özdeş “yapısal reformlar”ın hızla hayata geçirileceği aşikar. Keza Erdoğan ve şürekâsının burjuvazinin giderek şartlı hale gelen desteğini koruyabilmeleri ve kendileri açısından daha da zorlu olacak bu süreci onlardan aldıkları “olur”la yönetebilmeleri ancak buna bağlı. Bir taraftan böyle bir saldırı dalgasının pimini çekmek zorundalar diğer taraftan da hegemonyası açısından kritik önemdeki belediyeleri yeniden ele geçirmek için ellerinden gelen her zorbalığı yapacaklardır. Yerel yönetimlere merkezi müdahalenin tüm yasal olanaklarıyla birlikte, siyasi iktidar olmanın sağladığı keyfiyet alanını sonuna kadar kullanacaklardır.

Bir “erken seçim” lafzının edilmemesi, ısrarla “önümüzde seçimsiz 4 yıl var” denilmesi ya da mesela İstanbul’da çevrilen onca katakulliye rağmen sonuç itibariyle Ekrem İmamoğlu’nun kazandığını kabul etmek zorunda kalmaları da bu sürecin aslında yeni bir savaş-yıpratma ve güç tazeleme süreci olarak yürütüleceğini, uygun bir an geldiğinde ise yenilen çiziğin yeni bir sandıkla onarılma yoluna gidileceğini gösteriyor. AKP cenahında nefeslerin tutulduğu ve yeni bir savaş-saldırı hamlesi öncesinin ısınma turlarının yaşandığını söylemek abes olmayacaktır.

Bu noktada “muhalefet” denilen cephenin, seçimlerde elde edilen tartışmasız siyasi moral üstünlüğü sürdürebilmek için gelebilecek saldırılar karşısında nasıl bir pozisyon alacağı kritik önemdedir.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yıllar sonra yapabildiği “balkon konuşmasında” seçimlerdeki bu sonuçta kritik belirleyiciliği olan Kürt halkına dair tek bir laf etmemesi, daha ilk konuşmasında ağzını “Efrin şehidimiz” diye açması ya da her şey normal seyrinde ilerleyecekmiş gibi, kritik konularda suya sabuna dokunmayan bir konuşma yapması, bu cephenin aynı müzmin iktidar taklitçiliğine devam edeceğinin tipik ifadesi oldu.

Daha seçimler yapılmadan erken seçim yönelimlerinin olmadığını baştan ilan etmeleri nasıl ki burjuvaziye “istikrarsızlık nedeni olmayacağım” mesajı idiyse kürsüdeki suya sabuna dokunmayan, Kürt halkını bir kez daha ötekileştiren açıklamaları da aynı mantığın ve aslında rejimin meşrulaştırılmasının ifadesi olan tutumun sürekliliğini ifade etti.

CHP cenahının şu saate kadar anlamlı bir programla çıkmaması, mesela bir “Gezi Parkı’na ilişkin tüm planları iptal ediyoruz”, “Belediye bütçelerinin tarikatlara-cemaatlere akıtılmasını deşifre edeceğiz, bundan sonra da halkın vergilerini bu tür adreslere peşkeş çekmeyeceğiz” ya da “doğayı-kentleri talan ve yağmaya açan tüm belediye projelerini-iştiraklerini iptal ediyoruz” gibi bizzat kendi tabanının beklediği çeşitli açıklamalardan bile uzak durması, mevcut rejimin kendisine çizdiği sınırlar içinde belediyecilik oynayacağı duygusu yaratsa da sonuçları bekleyip göreceğiz diyelim.

Kürt halkının siyasi temsilcilerinin bu moral başarıda kritik önemi olan Kürt oylarını “Demokrasi İttifakı” olarak takdim ettikleri CHP-İYİ Parti’ye yönlendirmelerinin esas sınanma alanının bu noktalar olacağı da ortada.

Demokrasi İttifakı” olarak takdim edilen bu cephenin, yukarıda belirttiğimiz çerçevede bırakalım programı, şimdiye kadar anlamlı birkaç açıklama bile yapmaması; Kürt illerine yeniden atanacağı önden ilan edilen kayyımlar ya da il meclis üyelerinin görevden alınması karşısında nasıl bir tutum alacağının da tercümesidir aslında.

Bu seçimlerin AKP’nin bir türlü geriletip çözemediği yüzde 50’ye yeni bir umut olduğu açık. Umut ve moralin siyasetteki önemi de inkâr edilemez. Özellikle 3 büyük kent yönetiminin AKP’nin elinden alınmasının “Ne yapsak boşuna” bezginliğini dağıtıcı bir rol oynayacağı da tartışılamaz.

Ama,yukarıda değinmeye çalıştığımız noktalarla da bağlantılı olarak can alıcı soru tam da burada karşımıza çıkıyor: Tek adam diktatörlüğünün, TÜSİAD patronlarının da desteğiyle girişeceği krizi işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkmaya yönelik saldırılarıyla Kürtlere yönelik yeni azgınlıkları karşısında bu umudu ayakta tutup karşı atağa çevirecek bir strateji ve program var mı ortada?…

Demokrasi ittifakı” etiketi altında kabul ettirilen fiili ittifak, asıl olarak bu konuda sınanacak. HDP stratejisinin başarı ya da başarısızlığı da asıl o zaman test olacak ve sonucu hep beraber göreceğiz.

Seçimlerin demokratik açıdan en önemli kazanımı, elbette ki tüm baskı ve zorbalıklara rağmen Kürdistan’ın en önemli merkezlerinin kayyımlardan geri alınmasıdır. HDP’nin Amed, Van, Mardin, Batman gibi Kürt illerini kayyımlardan geri alması, Kars-Iğdır gibi MHP ile kafa kafaya gidilen yerleri kazanmasıdır. AKP, Şırnak gibi yurtsever hareketin önemli merkezlerinden birinin çeşitli hileler ve esas olarak da asker polis yığınağıyla alınması ya da Bitlis gibi önceki seçimlerde de başa baş gidilen bir yerde kazanmasıyla övünse de Kürt halkı asıl olarak kendi tarihsel kazanımlarına sahip çıktığını bir kez daha gösterdi. Şırnak’ta bile büyük acılar, göçler ve militarizmin gölgesindeki Cizre, İdil, Nusaybin merkezlerinde büyük farkla HDP’nin kazanması moral anlamları tartışılmaz sonuçlardır.

Şimdi mesele bu kazanımların yeni saldırı dalgası karşısında savunulmasıdır. Buysa daha şimdiden nasıl bir pratik sergileyeceğinin ipuçlarını veren “Demokrasi İttifakı”yla değil, asıl olarak Kürt halkı ve ilerici-devrimci demokrat güçlerin anlamlı bir program temelinde süreci örgütlemeleriyle mümkün olacaktır.

Mevcut faşist burjuva iktidar blokunu oluşturan güçler arasındaki ilişkinin bir mecburiyet ilişkisine dönüştüğünü ve biri olmazsa diğerinin de olamayacağını gösteren seçimler, aynı zamanda azımsanmayacak bir kesimde görülen milliyetçiliğe yönelimi göstermesiyle de uyarıcı oldu. MHP’nin oy oranları düşse de AKP’den 7 belediyeyi alması bile bu açıdan manidardır. Bu açıdan da, kazanılan moral başarının hızla işçi ve emekçilerle buluşacak bir mücadele programına tercüme edilmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir.

“Demokrasi İttifakı” denilen cephenin ana bileşenlerinin böyle bir derdi olmadığı şimdiye kadarki pratik ve söylemlerden de anlaşılıyor. Krizin derinleşmesiyle birlikte büyümesi muhtemel olan bu eğilimin panzehiri anlamlı bir mücadele programı ve işçi ve emekçilerle buluşacak ısrarlı bir sınıf çalışmasıdır.

Ayrıca Kontrol Et

‘Bir Ağaç Keserseniz, Selâm Okunur…’

Emperyalist kapitalizmin sınırlarına dayandığının alenileştiği her etapta kendisini yenileme kabiliyeti, ancak ve ancak doğanın, insanın daha fazla sömürülmesine yönelik birikim modelleri geliştirmesiyle olmuştur. Şimdi yine öyle bir döngünün içindeyiz