Ayça Örer
“AK Partim benim, biricik sevgilim, söyle senden başka kimim var benim? Oy istedin verdim, hani benim patatesim?” Yavuzselim’den aşağıya omuzunda Türk bayrağıyla tribün tezahüratı yaparak salınan biri gelene geçene selam veriyor, laf atmalara cevap yetiştiriyor; “Suriyeli yallah yallah” diyor. Sıradan bir günde ve zamanda olsa sadece meczupluğa tahvil edilebilecek bir ruh hali. Oysa birinci yerel seçimlerden bu yana (birinci seçimler, ikinci seçimler demek çok da abes sayılmaz herhalde) muhafazakârlık payesini omuzlarında taşıyan Fatih’te olağan patlama anlarından biri.
Yine birinci seçimlerin propaganda faaliyetleri sırasında pazartesileri kurulan Karagümrük pazarına gelen AKP Fatih Belediye Başkan adayı (bugün itibariyle belediye başkanı) Ergün Turan aldığı tepkilere anlam verememiş, AKP teşkilat çalışanları üstlerinden fırlayan sandığın şokunu atlatmakta zorlanmıştı. Sulukule TOKİ eliyle dağıtıldığından beridir artan basınca bir de Suriyeli nüfus eklenince zaten deli akan kanını zapt etmekte zorlanan Karagümrük için bu da olağan bir hal. Gün geçmiyor ki Suriyelilerin bir gün açılan bir gün kapanan dükkânlarından birinin önünde bir ağız dalaşı olmasın. Pazarda tezgâh açmak isteyen Suriyeliler yan komşuları tarafından iki hafta üst üste tacize uğrayınca üçüncü haftayı göremedi. Bunun üzerine pazar ekonomisine hamal olarak karışmaya çalıştılar, bu gayret de paralanan küfeyle son buldu. Yine kış aylarında, Ferhan Şensoy’un amcasından ismini alan Prof. Naci Şensoy caddesinde bir şarjör mermi boşaltılmasıyla sonuçlanan gerginlik, kimsenin ödeyemediği dükkân kiralarının öfkesinden kaynaklanıyordu.
Meselemiz Suriyeli düşmanlığı değil, Fatih’in özellikle belli semtleri sosyokültürel olarak taşıyamayacağı bir yükün altında kalmanın baskısını yaşıyor. Sokaklarında her dili rahatça duyabileceğiniz, yalnız Suriyeli değil, Afgan, Cezayirli, Kenyalı, Iraklı, İranlı, Özbek nüfusu da hayli yoğun bu semt çok kültürlükle değil, bu kültür çeşitliliğini ortaya boca eden karmaşa iklimiyle boğuşuyor. Bir tarafta kültür turları düzenlenir, eski İstanbul’un yaşamakta olan değerleri yâd edilir, Vedat Milor ve başka yazarlarca keşfedilen Suriye ve Filistin lokantaları yerlere göklere sığdırılmazken; bir tarafta Kadınlar Pazarı, Malta Çarşısı, “fakir Nusret’i” diye anılan kebapçıları şehrin başka semtlerinden gelenlerin ilgisini topluyor. Suriye künefesine gösterilen ilgi Fatih sarmaya gösterilenden fazla değil. Ancak ikisinin de pazarda karşılığı “üç kuruş”. Dükkânlar, maliyetler, artan fiyatlar geleneksel esnaflığa alışmış ve fiyatlarını turizme göre değil, Fatih’in alım gücüne göre ayarlayan ikisini de aynı derecede vuruyor.
‘UCUZ PATATES BULAMAYINCA…’
İşte tam bu noktada Fatihlilerin aklını kurcalayan bir soru var: Biz nerede yanlış yaptık?
Peyami Safa’nın klasik romanına ismini verdiği günlerden beri çizgisinde bir değişiklik olmayan Fatih, muhafazakârlarca yönetilen bir iktidarın dertlerini belki de en çok çeken semtlerden biri. 1989 yerel seçimlerinde SHP’nin kazandığı belediye başkanlığı 1994 yılında Refah Partisi’ne geçse de, Mehmet Ali Şahin kazandığı koltukta oturamıyor, tekrar edilen seçimlerle beraber, Fatih’in belediye başkanı Saadettin Tantan oluyor. Bu kesintinin ardından, 1999 yılından bu tarafa belediye Refah-Fazilet-AKP çizgisinde. Fatih’i Türkiye’de muhafazakâr tanınan diğer bölgelerden ayıransa, Cumhuriyet öncesinden bu tarafa hep şehrin Müslüman kimliğini temsil ettiği hissiyatı. Bu haliyle, eski İstanbul’un da yeni İstanbul’un da bir kutbu. Fakat sosyoloji hakikati değiştirmez. Kış ortasında patatesin bir anda 10 lira olmasıyla etkisini hissettirmeye başlayan ekonomik daralma, ilk zamanlarda söylenme, sonraları öfke, şimdilerde de yılgınlık olarak karşılık buldu.
İstanbul’un en eski pazarları Karagümrük ve Çarşamba’da, artan fiyatlar karşısında asabileşen halkın pazarcılarla dalaşması vakayı adiyeydi. 15 Temmuz’da Saraçhane’ye çıkan ve yaralanan Oğuz V. üç sefer geldiği halde markette ucuz patates bulamayınca, çalışanlara söylenmekle kalmıyor, “Kahrolsun bizi bu hale sokanlar” diye bağırıyordu.
Bu hali ilk aylarda iyi okuyamayan, ekonomik dönemeçte sıkışan halkın yöneticilere tatlı sert uyarısı olarak görmek eğiliminde olan iktidar ve yandaşları, ilerleyen günlerde Ekrem İmamoğlu stantlarının dolup taşmasına mecburen alıştı. Fatihliler Ortadoğu ve Balkanlar üzerinden Türkiye’ye uzanan şer cephesi uyarılarına aldırmıyor, ensarlığın öneminden dem vuran konuşmaları kulak ardı ediyor, İmamoğlu’nun oyları nasıl çaldığına ilişkin iddiaları ‘he he tabii’ diye geçiştiriyor, daha fenası, kahve önlerine atılan masalarda büyüyen muhalefet sokakların dilini değiştiriyordu.
Öyle ki ikinci seçim döneminde sokak aralarında düzenlenen kaynaşma toplantılarının kalabalığı artık organik olmaktan çıktı, Kadıköy’de görmeye alıştığımız cinsten bir ısmarlama topluluğa dönüştü. Malatya ve Erzincanlıların ağırlıkta olduğu bölgelerde “Malatyalılar siz teröre cevaz vermezsiniz” diye hoparlörle yapılan çağrılar “Bırak bu martavalları” karşılığı alır oldu. Nihayet, seçim öncesi bir avazda İmralı’dan gelen mektuba bel bağlayanlar, istikrarsız politikaları halkın fark etmediği yanılgısının en acı tecrübesini yaşadı.
Seçimin hemen ertesinde, müthiş bir tevekkülle sonuçtan memnun olanlar hislerini şöyle özetliyordu: “Hem elde hem yerde gözü olmaz insanın.” Peki insanlar neye kızgın? Malta Çarşısı’nın kadim esnaflarından biri (ismini vermek istemiyor, haklı olarak) çarşıda el değiştiren dükkânlara, artan kira fiyatlarına, giderek ayağı kesilen müşterilere, değişen alışveriş alışkanlıklarına dem vurup, sözünü Fatih’te duyacağınızı düşünmeyeceğiniz bir cümleyle bitiriyor: “Hitler gibi idare olur mu?” Şaşıran ve büyüyen gözlerime bakarak devam ediyor: “Bunların düzeni Müslümanca değil, bu ihtişam bu şatafat kabul edilebilir değil. Bu kadar adaletsizlik olur mu? Bu kadar baskı olur mu? Bu kadar yoksulluk olur mu? İnsanları kitle kitle İstanbul’a taşıyıp herkesi yoksulluğa terk etmek olur mu? Katsayı adaletsizliği için yıllarca ağladıktan sonra çoluğu çocuğu telef etmek olur mu?”
Başka bir sefer, Romanların ağırlıkta olduğu bir kahvede “devlet asker devleti değil artık polis devleti” diye başlayan uzun bir tirat çalınıyor kulağıma. “Devlet polis devleti artık” diyor, “asker basmıyor da tepemize polis basıyor.”
Suriye’den ailesiyle göçen ve görebildiğim kadarıyla yedi kardeş olan Ceylan, tayin ettiği cami avlularında kendine kötü davranmayanlara sokularak, sabah ezanından yatsıya kadar gidemediği evin dışında bir dünya kurmaya çalışıyor. Kardeşleri de onun gibi, her biri bir caminin avlusunda para değil merhamet dilenerek hem evdeki hem sokaktaki dayaktan payına en az düşeni almaya çalışıyor.
Bu kesime düşmeyen pay o kadar adil ki dilencilerle dükkân sahiplerinin verdiği var olma mücadelesi bile aynı. Ramazan ayında artan dilenci nüfusu yüzünden zabıta ekipleri bu yıl fazla mesai yaptı. Mahallenin gedikli dilencilerinden Edirnekapılı Kibar Ayşe, “Bunlar gibi isteyemiyoruz biz, zaten insanlarda da para kalmadı, kimse doğru düzgün bir şey vermez oldu” diye yıllardır durduğu cami önlerinden çekildi. Fakirlik o kadar görünmez bir pelerin ki bu semtin insanlarının üzerine dökülürken kimseyi ayırmadığını anlamak biraz zaman aldı.
Fatihliler kimi zaman öfkeyle andıkları, çatıştıkları, kimi zaman kaynaştıkları, seçim sonuçlarını beraber kutladıkları Suriyelilerden pek de farkları olmadığını anladıkları zaman, ‘aynı gemideyiz ama biz de batıyoruz’ hissini ciğerlerinde hissetti.
Bu yaşananlar, dışında kalanlar için ‘iktidardan nemalanamayan insanların haksız öfkesi’ olarak görülebilir. Peşinden ‘zaten uzun zamandır Demokles’in kılıcını üzerlerinde hisseden insanlar neden iktidara bu kadar yakındı’ sorusu gelebilir. Diğer tarafta “sizi neyden mahrum ettik” diyenler de olabilir. Bu resmin iki tarafça da iyi okunmadığını anlamak için, insanların yaşadığı kedere bakmak yeterli. Ancak bu denli naçar kalanlara özgü bir karmaşa hâkim atmosfere. Beri yandan, biraz ötesinde her akşam evsizlere çorba dağıtılan İtfaiye Parkı, karşısındaki Şehzade Camii Saraçhane’deki yeni halin tedirginliğini yaşamakta. Evet, mevcudun bir şey vaat etmediği aşikâr, ancak yenilik vaat edenlerin çarşaflı kadınları görünce Türk bayraklarına sarılıp “defolup gidin” demeyeceği malum mu? O kadınlar ki bir kısmı oy vermeye bile gönül indiremedi, bir kısmı gece gündüz Saadet Partisi için çalıştı, şimdi dertlerini anlatamayacak olmanın kaygısını yaşıyorlar. Sadece bu ihtimal bile Fatih sınırlarındaki bir sürü insanı titretmeye yeter.
FATİH’TE YAŞANANLAR GÜÇLÜ TÜRKİYE İDEALİ DAĞITMIYOR
Seçim sonuçları İstanbul ve Türkiye için birçok şey söylüyor olabilir ama Fatih’in seçim sonuçları çok önemli bir şey söylüyor: “Biz de önümüze gelen her lokmayı yutmuyoruz.”
Bu yüzden artık bu semtin sokaklarına gelenler temkinli, kendinden ve kitlesinden çok emin olmaktan uzak, bilmedikleri bir kitlenin öfkesi karşısında değil, bildiklerini sandıkları fakat çok uzağına düştükleri bir kitlenin öfkesiyle muhatap, hamaset politikasının en çok işlemesini bekledikleri yerde kıstırılmış haldeler. Üstelik burası, muhalefettekilerin sıklıkla dillendirdiği gibi bir kömür parasına oyunu teslim edecek kadar basit bir piyon olmadığını ne zamandır içinden içinden homurdanıyordu, şimdi ortaya da koydu.
İstanbul’da artık işler zor. Ama daha zor olan, yoksul muhafazakârların İstanbul’unda işlerin nasıl yürüyeceği. Bina altlarında işleyen atölyeler, pazarda kadınların “Oğlanı Nuriş’e verdim” çaresizliğiyle dile döktüğü işsizlik, Suriyelilerin Züğürt Ağa filmindeki gibi tek atımlık kurşunlarını harcayıp harcayıp kapattığı dükkânlar, iktidarda bile iktidara gelememiş olmanın acı kabulü, Sulukule’nin yitip giden tapuları, Zeyrek’in ha döküldü ha dökülecek evlerinde kömürden zehirlenenler, Vefa’nın bekar odalarında bütün parasını göç umuduyla simsarlara kaptıranlar… Tüm bunların acısını vatana millete insafsızca saldıran düşmanların hayali, Karagümrükspor’un şampiyonluğu ya da güçlü Türkiye ideali dağıtmıyor.
Aynı yağda defalarca kızaran felafel kokuları okey taşlarının gürültüsüne, Saadet Partisi irtibat bürosunda oturan yaşlıların ellerinde gezen Milli Gazete haberlerine, bilardo salonunda pinekleyen gençlerin kaygısına, cami avlularında paten kayan mülteci çocuklara karışıyor; duvarlarda “Kaybedeceğimiz maçı oynamayız” diyen Nuri-Vedat Ergin’in pankartıyla birleşiyor.
Oysa maçlar kaybedildi, umutlar tükendi; mesaj verme kaygısı baki.