Rejimin, Rojava’nın işgali amacıyla başlattığı ve adına da “Barış Pınarı” dediği askerî harekât 4. gününde. Bu 4 gün boyunca Rojava’nın hemen her bölgesi havadan bombalandı. Karadan giriş teşebbüsleri şiddetli çatışmalara neden oldu. En son Milli Savunma Bakanlığı bugün 12:30 sularında ‘Resulayn’ın meskun mahali kontrol altında’ açıklaması yapmıştı, fakat yerel kaynaklar şiddetli çatışmaların devam ettiğini aktardı.
İçerdeki krizin yarattığı toplumsal tepkilerin şovenizm havuzunda boğulması amacının yanısıra yayılmacı-fetihçi planlarla başlatılan operasyonun daha ilk 4 gününe, sayısı giderek artan sivil ölümleri, yaralanmalar ve kendisine hareket alanı bulan IŞİD’in canlı bomba eylemleri damgasını vurdu. Sadece Nusaybin’de dün dokuz, Suruç’ta iki sivil hayatını kaybetti; aralarında çocukların da olduğu onlarca insan yaralandı.
Rojava tarafındaki sivil ölümler onlarla dile getirilirken (şimdilik 18), savaş nedeniyle göç etmek zorunda kalan insan sayısının 100 bine dayandığı belirtiliyor. Rejimse, Rojava tarafında hayatını kaybedenlerin sayısını yüzlerle ifade ediyor! Türkiye’nin hamiliğini yapma sözü verdiği IŞİD’li caniler tutuldukları cezaevlerinden firar etmeye başladı.
Harekatın kapsam ve sınırları henüz net olarak bilinmiyor. Bilinen tek şey; burjuva iktidar blokunu oluşturan gerici ittifakın “Yeni Osmanlıcı” hayallerle hareket ettiği, bu hayallere ilişkin TOKİ planları başta olmak üzere pek çok planın masada hazır bekletildiğidir.
ABD emperyalizmiyle daha önce mutabakata varılmış olan tampon bölgenin sınırları 114 kilometre uzunluğunda, 5, 9 ya da 14 kilometre derinliğindeydi. Türkiye’nin harekat için oradan aldığı icazetin sınırlarının bu ölçekte olup olmadığı henüz bilinmiyor. IŞİD’li tutukluların sorumluluğu verildiğine ve bu caniler epey içerlerdeki cezaevlerinde tutulduğuna göre sözü edilen o sınırlar hayli gevşek. Fakat ABD asker-sivil bürokrasisi ve siyasetçilerinden, özelde de Trump soytarısından gelen “sınırı aşarsanız” tehditlerinden de anlaşılıyor ki, Türkiye bu esnekliği istediği gibi kullanma yaklaşımını her koşulda hissettiriyor. Hatta dün yapılan atışlarda koordinatları öncesinden verildiği halde ABD askeri üssünün “yanlışlıkla” vurulması da bu tutumunun ilanı anlamına geliyor.
ABD’nin de kendisiyle birlikte YPG-QSD’ye karşı savaşması beklentisi yanıt bulmayıp, sadece sınırları esnek de olsa çizilmiş bir alanın işgaline “olur” vermesiyle sınırlı kalınca, emperyalist kamplar arasındaki çatlaklara kene gibi yapışan gerici-faşist iktidar bloku, giriştiği bu çılgınlığı sonuna kadar götürmekte kararlı görünüyor. Belli ki, Türkiye-Suriye sınırının 480 kilometrelik bir hattında 32 kilometre derinliğinde uzanan bir bölgeyi yani aslında Rojava’nın tümünü fethetmek istiyor.
Rusya-Çin emperyalist kampı ve Suriye-İran gericiliğinin hesaplarıyla şu anki işgal çılgınlığıysa çakışıyor. Onlar da YPG’yle kendilerinin değil rejimin karşı karşıya gelmesini çıkarlarına uygun buluyor. Hesaplarının; “Türkiye YPG’yi ve genel olarak Kürt halkının kazanımlarını ‘temizlesin’ sonrasına bakarız” yönünde olduğu anlaşılıyor. Bu “sonrasının” YPG’den farklı olarak işgalci bir “dış güç” olarak tanımlanan Türkiye’nin bölgeden çıkarılması, en kötü olasılıklarla bazı kemiklerle kendi yörüngelerinde tutulması hesabı anlamına geldiği biliniyor. Nitekim son yapılan BM Güvenlik Konseyi toplantısındaki harekatın durdurulması çağrısı Rusya ve Çin tarafından veto edilerek bu gerçek açıktan ilan edildi.
Bu emperyalist güçler ve bölge gericiliklerinin hesaplarının tutup tutmayacağıysa meçhul. Keza faşist rejim daha önce girdiği yerleri kendi sömürge vilayeti haline getirmekte oldukça pervasız davrandı. Nitekim şimdiki hedefi de aynı. Yaklaşımıysa “Ben gireyim de sonrasında kapışma masalarında elde ettiğim konumu da kullanarak ne alırsam kardır” yaklaşımıdır.
Fırat Kalkanı’yla Azez-Cerablus-El Bab üçgenini, Zeytin Dalı’yla da Efrîn’i kendi sömürge vilayeti haline getirdiğini; çıkmak bir yana, cihatçı çeteleri de yerleştirdiği bu bölgeleri altyapısı, ekonomik dengeleri, kültürel-sosyal dokusuyla fiilen fethettiğini herkes biliyor! Tüm bu fethedilen alanlardan günün birinde çıkmasının isteneceğini bile bile giriştiği bu çılgınlığın Kürt fobisinin yanı sıra sözünü ettiğimiz “çıksak bile bazı kemikler bize kalır” hesabıyla sahnelendiği ortadadır.
Rejim, ABD, AB ve Rusya başta olmak üzere bütün emperyalist-gerici güçlerin farklı taktik hesaplardan hareketle sergiledikleri ikiyüzlülükten aldığı güçle aylardır hazırlığını yaptığı bir harekatı pratik bir adıma dönüştürdü. Rojava’ya kelimenin gerçek anlamıyla bodoslama dalmaya çalışıyor. Kürt halkının binlercesinin canı pahasına elde ettiği kazanımları yutarak, kendi burjuvazisi için yeni bir yemlenme alanı ve işgal üzerinden elde edeceği bölgesel güç hayalleriyle sarhoşluğunu büyütüyor.
Şu anda önündeki tek engel Kürt halkının bir kez daha sayısız bedel ödemek pahasına sergilediği/sergileyeceği direniştir. Bu direnişi kolay kolay kıramayacağı, hava sahasını kullanamamış olsaydı bir adım bile ilerleyemeyeceğini kendisi başta olmak üzere, herkes biliyor.
Kürt halkını emperyalist bloklarla iş yapmak üzerinden eleştirenlerse bu işgal girişimi karşısında bırakalım anlamlı bir tutum geliştirmeyi, halen bile “biz sana demedik mi?” tavrı sergileyebiliyor. Kürt halkının yegane güç kaynağının kendi öz değerleri ve bölgenin demokratik dinamikleri olduğu açıktır. Emperyalistler ve bölge gericilikleriyle yürünen yolun çıkmaz olduğunu, akıl verenler kadar kendisi de biliyor. Fakat bu koşullarda tutunabileceği anlamlı bir demokratik gücün söz konusu olmadığı, Türkiye Kürdistan’ındaki Kürt halk dinamiğinin bile darbeler ve savaş yorgunluğuyla sınırlı bir tepkiye hapsolduğu da açıktır.
Bu gerçek, Rojava’daki direnişin gerek siyasal gerekse insan kaybı-yıkım anlamında çok daha büyük bedellere malolacağı anlamına geliyor. O açıdan da bu kesitte Kürt halkını yargılamak, “biz sana demedik mi?” demek yerine onun emperyalist güçlerle ilişkilerine sınır çekmesinin de yükselecek savaş karşıtı tepkinin gücüne-düzeyine bağlı olduğunu bilerek hareket etmek her şeyden önce ahlaki-vicdani bir sorumluluktur.
Kürt halkının gerçek kurtuluşunun garantisi olan demokratik-sosyalist bir hareket gelişip, boy vermediği sürece onu dışardan yargılamak, ahkam kesmek mevcut durumda savaş cephesine yedeklenmenin başka bir ifadesidir.
Kaldı ki Rojava’nın işgali tek başına Kürt halkının sorunu değildir. Bu işgal harekatının bir ucu da bizzat içerdeki demokratik-ilerici tüm dinamiklerin bastırılması ve krizin ağır ekonomik-sosyal yıkımlarıyla boğuşan işçi ve emekçilerin şovenizm zehriyle bunun parçası haline getirilerek susturulmalarına dönüktür. Güç kaybettiği hatta çözülmeler yaşadığı açık olan AKP ve toplamda iktidar bloğunun, işgali, üzerinde sörf yapacakları yeni bir yükseliş dalgasına dönüştürmeye çalıştıkları açıktır. “Savaş” demenin bile suç sayıldığı, tüm bir toplumu bu işgal için öne sürülen ve harcı yalan olan senaryolara inandırmaya çalıştıkları, inanmayanları bile buna zorladıkları, hakikatin yalan perdesiyle gizlendiği bu koşullarda rejim kaybettiği gücünü tazelemek dahası partili devlet anlamına gelen führerci faşizme toplumsal bir güç kazandırmak peşindedir. Erdoğan’ın herkesi partisinin saflarına katılmaya çağırması, güvenlik içerikli toplantıya AKP teşkilatından isimlerin katılması, ağzını açanın karşısına polisin çıkarılması, polisin bile sokaklara bir propaganda taburu olarak salınması size de tarihin en karanlık dönemlerinden birini bir kez daha hatırlatmıyor mu?
O karanlık sayfaların güncel yansımalarıyla karşı karşıya kalmamak, bu kirli-haksız savaşa karşı sınıf savaşını yükseltmeye bağlıdır.