H. Selim Açan
Garbis’in ölüm haberini yoldaşlar verdi. “Umarım doğru değildir” umuduyla internet sitelerini dolaşırken bir yandan da bir ses, “Kendini kandırma! ’68 kuşağından geriye kalanlarımız için artık her an bu tür haberler alacağız” diyordu. İlerleyen saatlerde bu ikinci sesin dile getirdiği olasılığın doğru olduğu açığa çıktı. İçimi yoğun bir hüzün kapladı.
Yerimde Garbis olsaydı muhtemelen ‘doğanın diyalektiği’ üzerine Marks ve Engels’ten alıntılarla desteklenmiş uzun bir söylevden sonra fazla üzülmememiz gerektiği öğüdüyle sözünü bağlar, bizi öyle teselli etmeye çalışırdı diye düşündüm. Garbis her konuda böyle bir ‘rasyonel aklın’ cisimleşmiş ifadesiydi çünkü.
Adını ilk olarak 12 Mart yıllarında duymuştum. Fakat o yıllarda savunduğu ideolojik çizgi ve yargılandığı dava nedeniyle hakkında olumlu şeyler düşünmüyordum. Ona dair duygu ve düşüncelerim 12 Eylül sonrasında farklılaştı.
Garbis’le 1988 Ekim’inden ’91 Nisan’ına kadar önce Çanakkale E Tipi’nde, ardından Antep Özel Tip’te iki buçuk yıl birlikte mapus yattık. 12 Eylül öncesi faaliyet yürüttüğü Maraş bölgesinde yakalandıktan sonra hem ‘68’den beri pes etmemiş inatçı bir komünist hem de Ermeni kökenli olması nedeniyle katmerlenmiş vahşilikte işkenceler gördüğü halde sergilediği direnişçi tutum nedeniyle adını duyup tanıyan herkes gibi bizler de gıyabında büyük saygı duyuyorduk. Tanışmamızın ardından klasik kalıp ve sınırların dışına çıkan ‘tanımlanması zor bir ilişki’ gelişti aramızda.
“Tanımlanması zor” diyorum çünkü herhangi bir devrimci arkadaşlıkla sınırlı kalmadı Garbisle bizler arasındaki ilişki. Özellikle de onun cephesinden farklı türden bir yoldaşlaşmaydı yaşadığımız. Garbis, insan ilişkilerinde de çok katı kuralları olan biriydi aslında. Devrimci olarak gördüğü herkese büyük saygı duyar fakat herkesle öyle kolay ve sıcak ilişki kurmazdı. Yalnız yanlış anlaşılmasın, onun bu mesafeli yaklaşımı aristokratik ya da bürokratik bir kibirden kaynaklanmıyordu. Tam tersine günlük yaşamında da çok sade ve alçakgönüllüydü. Fakat onun kendine özgü bir devrimcilik ve devrimci yaşam anlayışı vardı. En başta kendisi buna uygun yaşar, çevresindekilerden de bunu beklerdi.
TİKB’liler olarak biz Garbis’in devrimci kişiliğine ve duruşuna nasıl saygı duyup sempati besliyorsak onun da bizleri sayıp sevdiğini, pratiğimize ve düşüncelerimize değer verdiğini hissederdik. Zaten hem Çanakkale hem de Antep’te Garbis’le ilişkilerimizin ağırlığını değişik siyasal ve teorik konularda fikir alışverişi ve tartışmalar oluştururdu. Neredeyse gün aşırı bir araya gelirdik. Dünya ve Türkiye gündemini çok yakından takip ederdi. Özellikle Antep’teyken çoğu kez sabahın köründe bizim odaya damlar ve BBC’den dinlediği Afrika’nın bilmem hangi ülkesindeki darbe girişimi hakkında ne düşündüğümüzü sorardı. Yaşar Ayaşlı ve ben daha olayın kendisini duymamış olurduk. Yaşar bazen sinirlenir, “Garbis başlatma şimdi bilmem neredeki darbe girişimine ya da diktatörüne” diye tepki gösterdiğinde o hiç alınıp kırılmadan sakin bir sesle “Öyle deme yoldaş” diye söze başlayıp dünyada olup biten her şeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu hatırlatarak uzun uzun açıklama ve yorum yapardı.
Çanakkale cezaevindeyken Garbis bir gün yanında Dev-Sol temsilcisi arkadaşla geldi ziyaretime. Bunun ‘olağan’ bir ziyaret olmadığı açıktı. Zaten Garbis lafı fazla dolandırmadan girdi konuya. Kaldıkları koğuşta beş örgüt aylardan beri ortak bir tünel çalışması yürütüyorlarmış. Dört ay önceki yılbaşı görüşünde Kenan Güngör firar etmişti. Yerine Dublör olarak kalan yoldaşımızı dışarı çıkarmayı ertelememizi istemeye gelmişler meğer. Eğer biz böyle bir girişimde bulunacak olursak her halükarda idarenin yeni tedbirler almaya yönelip tünelin riske girmesinden endişe ediyorlardı, ki haklı bir kaygıydı bu. Kendilerini anladığımı yalnız bu konuda tek başıma karar veremeyeceğimi fakat içlerini rahat tutmalarını, çünkü bizim bütünün çıkarlarını parçanın çıkarlarının üstünde tutan bir devrimcilik kültürüyle yetiştiğimizi, bu yüzden böyle toplu bir firar olanağını riske atmayacağımızı dile getirdim. Bu yaklaşımım tünel ortağı diğer örgütleri de çok etkilemiş. Bir süre sonra Garbis yanında bu kez Dev-Yol ve MLSPB temsilcileriyle gelerek bütün örgütlerin ortak kararıyla beni de bu firar girişimine davet ettiler. Lakin o tünel patladı bir-iki ay sonra. Zaten ondan da önce benim Antep’e sevkim çıkmıştı. Garbis de tünelin açığa çıkmasının arkasından Antep’e getirildi.
2000 yılının Haziran sonu-Temmuz başlarında Garbis’in görüş ayrılıkları nedeniyle örgütünden ayrıldığını duyduk önce. O sıra Bayrampaşa cezaevinde tutsaktık. Arkasından hem ayrılık gerekçelerini anlatması hem de bu kararını nasıl değerlendirdiğimizi öğrenmek için bir yoldaşını gönderdi ziyaretimize. Devrimci örgütlerin ve örgütlü devrimcilik fikrinin zaten fazlasıyla zayıfladığı ve topa tutulduğu bir kesitte onun birikim ve deneyimine sahip bir Marksistin örgüt saflarında kalıp ideolojik mücadelede ısrar yerine bu kadar çabuk ayrılık kararı vermesini, bu anlamda ‘yalnız kurt’ olmayı seçmesini doğru bulmadığımızı gelen arkadaşa anlattık. Sonrasında kurduğu blog ve bazı yayınlara yazdığı yazılardan izleyebildim politik serüvenini. Marksizme bağlılıktaki ısrarını hiç kaybetmedi Garbis fakat hep dogmatik kalıpçı bir karakter taşıdı bu bağlılık.
Herkes gibi Garbis’in de hataları ve yanlışları oldu elbette. Bunlardan bazıları ciddi yanlışlardı belki. Fakat Garbis Altınoğlu, devrimci ideallerine ve geçmişine sırtını dönmekle kalmayıp değişik biçimlerde küfredecek kadar düşkünleşenlerden farklı olarak komünizme ve Marksizme olan bağlılığını asla yitirmedi. Bu anlamda ayakta öldü. Garbis’i yaşatacak olan da bu duruşu olacak zaten. Onu bu yönüyle hatırlayacağız!