Soçi’den Sonra İlk Okuma



Soçi Mutabakatı ile Suriye savaşında yeni bir evreye girildi. Suriye toprakları önümüzdeki günlerde daha çok sürprizlere gebe.


Suriye iç savaşında kartların yeniden karılıp dağıtıldığı yeni bir evreye girdik. Bu evrede şöyle ya da böyle bir ‘final’ şekilleniyor artık. Buna bağlı olarak bugüne kadar süregelen taktik ilişkiler farklılaşıyor, konjonktürel avantajlar ortadan kalkıyor, yeni dengeler ve ittifak kombinasyonları şekilleniyor.

Türkiye’nin “Barış Pınarı” adını verdiği son askeri hamlesi bu evrenin tipik bir göstergesi oldu. ABD emperyalizminin şefi Trump’tan alınan icazetle 9 Ekim’de başlayan işgal operasyonuna nokta Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin tarafından konuldu. Tayyip Erdoğan ve çetesi başta olmak üzere Türk şovenizminin bütün bileşenleri, “diplomatik ve askeri bir zafer kazanıldığı” yaygaralarıyla ortalığı yıkıyorlar ama Kürtler ve ABD’den sonra bu sürecin üçüncü kaybedeni oldukları gerçeği çok geçmeden çıkacak karşılarına.

İç cephede zafer ama Suriye cephesi su götürür

Yalnız bu noktada şunun altını net bir biçimde çizmek lazım: Tayyip Erdoğan ve şürekası, asıl zaferi ‘iç cephede’ kazandılar. Sadece Türk burjuva devletinin değil kendisini “rejim karşıtı” olarak tanımlayan muhalif kesimlerin önemli bir bölümü dahil Türk toplumunun içine işlemiş Kürt düşmanlığını kullanarak “karşısındakileri” dahi arkasında toplayıp birleştirerek büyük bir nefes aldı. Gündemdeki bütün sorunları öteleyebildi. Muhalefet cephesini parçalayıp demoralize ederken kendisi güç ve moral kazandı. Dışta değil ama iç politikada harekat alanı bundan bir ay öncesine kıyasla genişledi.

İşin ‘dış’ yani Suriye cephesindeki kazanımların bu kadar büyük ve parlak olmadığını görmek de zor değil. O cephede Trump’tan kopardığı izinle yapabildiği “Barış Pınarı” saldırısında ele geçirdiği Grê Spi (Tel Abyad) ile Serekaniye (Ras el Ayn) işgalini şimdilik sürdürecek belki ama Soçi görüşmesine gidene kadar ısrarlı göründüğü Afrin’den Kamışlı’ya kadar bütün sınır boyunca 30 km. derinliğinde bir “güvenli bölge” oluşturma rüyasını unutmak zorunda kalacak.

Tayyip Erdoğan Soçi’de asıl büyük tavizi Esad rejimi konusunda verdi. Kışkırtıcılarından biri olduğu iç savaşın başından beri Esad rejimini meşru bir güç olarak görmüyor ve her fırsatta hakaret edip aşağılıyordu. Şimdi Rusya aracılığıyla da olsa muhatap almakla kalmayıp meşru bir güç olarak Suriye ordusunun sınırlarını ve topraklarını koruma hakkını kabul ediyor.

Türkiye’nin bugüne kadar izlediği Suriye politikası açısından bu büyük tavizin Esad’ın İdlip cephesinde gövde gösterisi yapıp “Tayyip Erdoğan bir hırsızdır. Bizim fabrikalarımızı çaldı, tahılımızı çaldı, IŞİD’le ortak olup petrolümüzü çaldı. Şimdi de topraklarımızı çalmaya çalışıyor” demecini verdiği güne denk gelmesi de Suriye’de rüzgarın nasıl yön değiştirdiğinin başka bir göstergesi olsa gerek.

Soçi mutabakatında mültecilerin geri dönüşü konusunda “gönüllülük” şartının vurgulanması, Türkiye’nin bölgenin nüfus yapısıyla kafasına göre oynama niyet ve hazırlıklarının önüne çekilen yeni bir sınır.

Bu tavizler yazılı mutabakat belgesine de yansıyan bariz geri adımlar. Bir de kağıda dökülmemiş ama ortaya çıkan tablodan görülebilecek olanlar var. Bunların başında da İdlip’teki cihatçı piyonların satışı geliyor. Türkiye’nin boyundan büyük işlere kalkışıp ortalığı daha fazla karıştırmasının önünü aldıktan sonra Rusya ve Esad rejiminin İdlip’teki cihatçı yuvalanmasının üzerine daha sert gidecekleri açık. Bunu görmek için kahin olmak gerekmiyor. İdlip bombası sadece cihatçı çetelerin kafasında değil Türkiye’nin de elinde patlayacak. Türkiye’nin ikna edebildiği yandaşlarını Mersin üzerinden Libya’ya gönderdiğine dair belirtiler var. Fakat kılık değiştirmiş El Kaide başta olmak üzere bu fanatik gericilerin asıl gövdesi hala o bölgede. Ortalıktaki toz dumanı yatıştırdıktan sonra Rusya ve Suriye ordusu karadan ve havadan İdlip’i temizlemeye yönelmesi kimseyi şaşırtmayacak.

Yeni komşularınızı karşılamaya hazır olun!

Kürt düşmanlığıyla gözleri kararmış olarak Tayyip’in arkasında saf tutan bütün çevrelere bu noktada bir “müjde” verelim: Kendilerine ait toprakların Suriye sınırları içinde kalan parçasında yaşayan Kürtlerle komşu olmamak için bugüne kadar elinizden geleni yaptınız. Bunu şimdilik ve kısmen de olsa başarmış görünüyorsunuz. Yalnız bu ‘başarınızın’ muhtemel bir yan ürünü kapınızı çalacak gibi. Yakında İdlip’te, zaman içinde giderek Suriye’de gidecek yerleri kalmayacak olan o İslamcı katiller sürüsü ve aileleri nereye gidecekler sizce? Siz Suriye’nin Kuzey ve Doğu’sunda kendi vatanlarında yaşayan Kürtlerle komşu olmak istemiyordunuz; şimdi sadece o topraklarda değil Kürdistan’ın Türkiye sınırları içinde kalan Kuzey parçalarında yani Reyhanlı-Antep hattının yanı sıra muhtemelen Sur’da, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Ceylanpınar’da, Hakkari’de hatta İzmir, İstanbul çevresi gibi rejim açısından ‘stratejik’ bölgelerde El Kaidecilerle, IŞİD kalıntılarıyla, “Suriye Milli Ordusu” adı altında bizzat Türkiye tarafından eğitilip donatılan yüzbinin üzerindeki kelle avcısı, yağmacı katil sürüsüyle koyun koyuna yaşamaya hazır olun!.. Bugüne kadar bu toprakları ‘Kürtsüzleştirmenin’ peşinde koştunuz. Şimdi Tayyip’in ihtiyaç duyduğunda muhaliflerine karşı ‘iç güvenlik kuvveti’ olarak da kullanacağı İslamcı katiller sürüsü ve ailelerini kucağınızda bulacaksınız!..

İğne tamam da çuvaldızı da unutmayalım

ABD ve Rusya gibi iki emperyalist gücün izin verdiği sınırlar içinde Suriye sahnesinde boyundan büyük işlere kalkışan Tayyip Erdoğan ve Türk şovenizminin şu an için başardığı bir şey daha var: Kürtlerin Rojava’da yaşama geçirme fırsatını buldukları halkçı modeli geriletip Kürt özgürlük güçlerini Esad rejimi ve bölge gericiliği karşısında zayıf düşürmek. Gerçi bu başarı sadece Türk şovenizminin marifeti olarak görülemez. Rojava’daki Kürt özgürlük güçlerinin Afrin işgalinin öncesinden başlayarak savaşın şu son evrelerinde sergiledikleri siyasal öngörü eksikliği ile Kobane Direnişi sırasında zorunlulukların sonucu ABD’yle aralarında gelişen ilişkide sınırların ve rollerin belirsizleşmesinin bu sonucun ortaya çıkmasındaki payı küçümsenemez. Emperyalist bir güç olarak ABD’nin karakterini ve tarihsel sicilini, dolayısıyla Ortadoğu gibi bir bölgede Rojava modeli gibi halkçı bir modelin yerleşip kökleşmesine en az bölge gericilikleri kadar düşmanlık beslediğini sanki unutmuşçasına onun –onunla aynı hamurdan yoğrulmuş bir başka emperyalist güç olarak Rusya’nın- verdiği sözlere ve muhtemel tepkilerine fazlaca güvenerek hareket etmenin sonuçları yaşanıyor bir yerde. Ve daha da kötüsü, Afrin’den beri yaşananlardan hızla ders alınacağına hâlâ ABD Kongresindeki bilmem hangi kliğin ya da AB’nin veya Birleşmiş Milletler’in göstereceği tepkiler gözleniyor. Onlarca yıl Suriye’de kimlik dahi verilmeyen Kürt halkının mücadelesinin haklılığı ve meşruluğunu gölgelemek peşinde koşan Türk, Arap ve Fars milliyetçiliğinin “ABD piyonluğu” demagojilerini boşa düşürecek net tutum ve söylemler sergileneceği yerde bu şoven kampanyalara güç kazandıracak dar görüşlü tutumlar hâlâ sürebiliyor.

Hem dürüst olmanın hem de vicdanın şartı

Kürtlerin Suriye’de ABD ile ilişkisi Kobane’de ölüm-kalım savaşı verilen günlerde başladı. Ki ne o gün ne de sonrasında Kürtler ABD’nin peşinde koşmadı; tam tersine ABD Kürtlerle ilişki kurma arayışına girdi. Dört bir taraftan kuşatılmış, üstelik her biri dişine kadar modern silahlarla donatılmış güçlere karşı varlık-yokluk savaşı veren Kürtlerin hava koruması ve silah yardımı karşılığında ABD ile taktik bir ittifak kurması ancak oturduğu yerden ahkam kesen tuzu kurulara ‘anlaşılmaz’ ve ‘yanlış’ görünür. Üstelik Kürtler bu konu açıldığı zaman kendilerini yerden yere vurmakta yarışan bu “solcular” dahil demokratik güçleri ve kamuoyunu ne Suriye’de ne de Kuzey Kürdistan’da evleri-barkları tanklarla toplarla başlarına yıkılıp Taybet analar, Cemile Çağırgalar evlerinin önünde kurşunlanırken bile yanlarında gördüler. Kısacası, Kürtlerin hangi koşullarda, hangi zorunlulukların kuşatması altında ABD ile taktik bir ilişki kurduklarını unutarak konuşmak sadece haksızlık değil vicdansızlık olur.

Diğer yandan Kürtler Suriye’de Esat rejimiyle uzlaşmanın da yollarını aradılar. Rusya’nın aracılığıyla rejimle masaya da oturdular. Fakat her seferinde geçmişin Arap milliyetçisi katı inkar politikalarında ısrarla karşılaştılar. Arap milliyetçisi bu BAAS’çı zihniyet Esad’ın danışmanlarından Buseyna Şaban’ın, Suriye’nin BM temsilcisi Caferi’nin ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Mikdat Faysal’ın değişik tarihlerde verdikleri demeçlerde bile fütursuzca dillendirildi. Kürtlere hiçbir vatandaşlık hakkı tanımayan, Kürt nüfusun yüzde 20’sini ecanib (yabancı) ya da maktumin (kayıtdışı) olarak gören, Suriye’nin başka bölgelerinden getirilen Araplarla çevrelemeye çalışan bu zihniyet Suriye devletinin resmi adındaki “Arap” vurgusunu kaldırmaya bile yanaşmadı. Sonuç olarak Kürtlerin ABD ile ilişkileri sorgulanıp irdelenirken meselenin bu yönünü de gözden kaçırmamak gerekiyor.

Fakat bütün bunlar, başlangıçta daha çok askeri yardım ve destek sınırları içinde taktik bir işbirliği olarak şekillenen bu ilişkinin zamanla farklılaşıp Kürtlerin Suriye sahasında “Amerika’nın vurucu gücü” olarak görülmelerine yol açacak bir evrim geçirdiğini görmeye engel değil tabii ki. Herbiri birilerinin maşası konumunda olan Türk, Arap ya da Fars şovenizminin demagojileri bir yana fakat özellikle Suriye’nin ve Ortadoğu’nun diğer yörelerinde yaşayan Arap halkıyla Türkiyeli emekçilerin çoğunluğunda böyle bir algının oluşmuş olması bile Kürt özgürlük hareketi adına stratejik bir hata ve kayıptır. Bu noktada taktik zorunlulukların basıncı stratejik olanı zayıflatıp kemirdi. İşin kötüsü, Afrin işgali deneyimi de anlaşılan yeterince uyarıcı olmamış. “Barış Pınarı” denilen yeni işgal hamlesi sırasında da ABD -ve Rusya’nın- satışına gelindiği halde bu konuda hâlâ net bir tutum sergilenmiyor. Hâlâ Washington’da birbirleriyle iktidar savaşına kapışmış olan emperyalist kliklerin tepkileri kollanıyor, “Kürtlerle Deyr Zor petrol bölgesinde işbirliğimiz sürecek” türünden küstahlıklara en azından demeç düzeyinde “Siz bizi ne sandınız? Biz sizin paralı askeriniz değiliz” netliğinde bir tavır alınmıyor.

Bu pilav daha su götürür

Soçi Mutabakatı ile Suriye savaşında yeni bir evreye girildi. Bunun ‘son evre’ olma olasılığı yüksek. Fakat bu ‘son’ tabii ki bugünden yarına gelmeyecek. Ayrıca herkesin boğazına kadar battığı bu savaşın sonu klasik biçimde gelmeyecek. Ateş belli noktalarda zaman zaman alevlenerek yanmayı sürdürecek. Eski hırs ve hayallerini diğerlerine kıyasla hâlâ inatla sürdüren Türkiye başta olmak üzere bölge gericilikleri, İsrail ve farklı emperyalist güçlerin maşası gerici çeteler Suriye’nin yakasından kolay kolay düşmeyecekler.

Rojava’da yeni bir halkçı modelin temellerini atan Kürt özgürlük hareketi açısından da güç ve mevzi kayıplarına uğrayacağı zor bir dönem olacak önümüzdeki dönem. Bunu ‘mutlak bir yenilgi’ olarak görüp paniğe ve umutsuzluğa kapılmak hem çok erken hem de çok yanlış olur. Kürt hareketinin eli bundan önceki yıllar kadar güçlü değil elbette. Daha önce konjonktürün sunduğu avantajlardan da yararlanarak ele geçirdiği, bu anlamda gücünü belki de fazla zorlayıp yaydığı alanları terketmek dünyanın sonu olarak görülmemeli. Savaşın doğasından kaynaklanan askeri sorun ve faaliyetlerin ön planda olduğu dönemden farklı olarak Kürtlerin zaten kendi toprakları olan doğal etki alanlarında yeni bir toplumsal ilişkiler düzeninin inşası gibi devrimci hedef ve iddialarına yoğunlaşma fırsatına çevrildiği ölçüde bu bir yönüyle belki fayda da sağlayacak.

Suriye toprakları önümüzdeki günlerde daha çok sürprizlere gebe. Bugüne kadar birbirleriyle savaşanların umulmadık işbirliği ve ittifaklarına tanık olmanın yanında bugüne kadar aynı safta birlikte savaşanlar arasındaki problem ve sürtünmelerin öne çıktığı krizlerle karşılaşmak kimseye şaşırtıcı gelmemeli. Anadolu’da çok kullanılan bir deyimle, sadece Suriye’nin değil dünyanın çivisi çıkmış durumda çünkü. Alışılagelmiş kalıplar ve ezberlere yaslanarak ne gidişi görmek mümkün ne de gelmekte olanı. Öyle bir tarihsel dönemi yaşıyoruz.

Ayrıca Kontrol Et

Teknolojik Determinizm ve Marksizmin Diyalektik Yapısı Üzerine

Teknolojik determinizmin bir diğer yansıması, yapay zekâ ve diğer ileri teknolojilerin yol açabileceği potansiyel felaketler üzerine yapılan distopik söylemlerdir. Bugün çeşitli vesile ve yöntemlerle robotların ve yapay zekânın yönetmeye başlayacağı bir dünyada varoluşsal tehditlerin kapıda olduğu fikri sıkça dile getiriliyor. Bu tür korkular, toplumsal ve ekonomik krizlerle beslenen bir geleceksizlik hissinin yansımasıdır