Orta çağın sonuna doğru (burjuva sınıfı erkeklerinin) elinde gelişmekte olan sanayi sermayesinin hızla artan iş gücü ihtiyacı, toprağa zincirlenmiş emekçileri “özgürleştirme”yi feodal sisteme dayatırken, hukuk da dinin egemenliğine karşı bayrak açıyor, “yasalar önünde eşitlik” ve “özgürlük” vaat ediyordu.
Dinden kurtulan hukuk “Akıl”ın öncülüğünde, “Sosyal Sözleşme” teorilerinin elleri üstünde gökyüzüne yükselirken çağın idealist hukukçularından Montesquieu olup biteni tek cümlede özetleyiverdi: “Kanunların ruhu özel mülkiyettir”. (Kanunların Ruhu Üzerine)
Özel mülkiyeti mutlak bir veri olarak alan Montesquieu, aklı ve ahlakı rehber edinerek her toplumsal konu hakkında idealist dünyasında kurguladığı “olması gereken” kanunlar önerirken, Sosyal Sözleşmenin öncüsü olan J. J. Rousseau’nun feodal despotluğa karşı şu meşhur cümlesi tarihe yazıldı: “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur”. (Toplum Sözleşmesi Ya Da Siyaset Hukukunun İlkeleri, sf. 57)
“Toplum düzeni kutsal bir haktır” diye devam eder Rousseau “ ve tüm öteki hakların temelidir; bununla birlikte bu hakkın kökeni doğa değildir, sözleşmelere dayanır bu hak. Mesele bu sözleşmeleri bilmektir” diyerek tamamlar. Eserinin “Mülkiyet Üzerine” başlıklı bölümünde hak kavramının mülkiyet ile ilişkisini kurar: “…Her insanın kendisi için gerekli olan her şey üzerinde doğal hakkı vardır; ama onu herhangi bir mülkün sahibi yapan sözleşme geri kalan şeylerin sahipliğinin dışında bırakır; payını almıştır ve o sınırlar içinde kalmak zorundadır, topluluktan isteyebileceği başka bir hakkı kalmamıştır.” (sf 73, bba).
Rousseau, insan-doğa ilişkisini tarihsel maddi gerçeklik dışında salt akıl yoluyla soyutlayıp “insan hakkı doğal”, “toplum düzeni kutsal” ama “kökeni doğa değil” dediğinde kurgu spekülatifleşir; çelişkiye düştüğü yerde sorunu tanrıya havale eder.
(…)
Özel mülkiyetin uzlaşmaz çelişkili, bencil-bireyci ve çatışmacı karakteri, onu mutlak bir veri olarak alıp olumlayan burjuva-idealist akımları çelişkinin yönetilmesi sorunuyla/zorunluluğuyla karşı karşıya getirir. Yönetime dair tartışmalarda üç unsur öne çıkar: kurallar, düzen ve devlet. Çözüm yöntemleri idealisttir; tıpkı özel mülkiyetin gerçekliğinin ampirik gözlemle tespit edilip akıl yoluyla ona hukuki biçimler, sonsuzluklar, kutsallıklar kurgulanmasında olduğu gibi, devlet ve güvenlik gerçekliği de aynı gözlemle tespit edilir ve “olması gereken” devlet ve hukuk biçimleri “Akıl”a başvurularak kurgulanır. Akıl onlara, özel mülkiyetin “sınıflar üstü” egemen ve düzenleyici bir güç olmadan güvende olamayacağını, varlık sürdüremeyeceğini anlatır; çünkü özel mülk sahipleri sınıfının hemen yanı başında gittikçe büyüyen mülksüzleştirilenler sınıfının soluğu hissedilmektedir. Özel mülkiyete ve bireysel çıkarlara odaklanmış burjuva idealizmini yönlendiren o “Akıl”; özel mülkiyetin çoğunluğu mülksüzleştirerek kendini azınlık elinde var eden iktisadi hareket yasası ve bu yasanın her özel mülkiyet biçiminde (köleci, feodal, kapitalist) değişmeyen maddi gerçekliği karşısında dilsizdir; ama kurgusal dünya buna da bir çözüm bulur: “Herkese hakkını vermek lazım”.
(…)
İdealizmin, burjuva devrimleri çağındaki saflığı içinde kurguladığı “olması gereken”ler, aradan yaklaşık üç yüzyıl geçmesine rağmen olmadı, olamazdı. Tam tersine, o çağın idealistlerini mezarlarında ters döndürecek sonuçlar ortaya çıktı. Bugün hâlâ güncellenmiş yeni “olması gereken”ler vaat ederek kapitalizmi düzeltmeye çalışan, onu “tarihin sonu” ve sonsuzluğu ilan eden günümüz liberalleriyse kapitalizmin 20. yüzyıldaki yıkıcı sonuçlarıyla birlikte tarihsel gerçekliği, doğa ve insanbilimde yaşanan gelişmeler karşısında burjuva devrimleri çağının idealistleri kadar dürüst ve saf değiller. Montesquieu kanunların ruhunu doğru tespit etmişti çağının idealist saflığıyla. Ama kapitalizm, emperyalist aşamasında ürettiği faşizmi de yanına alarak, hukukla perdelenmiş şu gerçekliği defalarca vurdu insanlığın yüzüne: Savaşların, faşizmin, doğa yıkımının, sınıf ve erkek egemenliğinin ruhu da özel mülkiyettir.
Burjuva devrimlerinde sloganlaşan ve Anayasalara yerleşen “yasalar önünde eşitlik” hakkının kadınlar söz konusu olduğunda kanunlara yansımamasının nedeni ne tesadüf veya ihmal ne de erkeğin biyolojik ve fiziksel “üstünlüğü”dür; “kanunların ruhu”nun tarihsel gerçekliğidir. Kadınların burjuva devrimlerinin başlamasından itibaren yaklaşık iki yüzyıl sonra kendi mücadeleleriyle alabildikleri seçme ve seçilme hakkı, kanunların ruhuna hükmetme yetkisi açısından kritik öneme sahip bir haktı, çünkü nüfusun yarısı kadınlardan oluşuyordu. Oysa özel mülkiyet feodal-toprak biçiminden sermaye biçimine burjuva sınıfı erkeklerinin elinde dönüşüyor; bugün kadınların dilinde “erkek iktidar-erkek devlet-erkek yargı” vb. söylemlere de yol açan sınıf-erkek özdeşliği kapitalizm çağında da varlığını sürdürüyordu.
(…)
İnsanın “doğa hali” idealizmin feminist fraksiyonlarında, ama bu kez cinsel-biyolojik doğal özellikler üzerinden kavramlar tasarlanarak ele alınır. Kadını ve erkeği ayrı ayrı “doğaya atılmış ve ona tutunmaya çalışan doğa-dışı doğa” olarak tasarlayıp felsefi kurgu geliştiren varoluşçu idealistlerden ve aynı zamanda feminizmin öncülerinden olan Simone De Beauvoir, Hobbes’in “Herkesin herkesle savaşı”nda içkin olan anlama benzer biçimde kadın ile erkek arasındaki doğal biyolojik ve fiziksel farklılıktan çatışma üretir ve “Her ikilik gibi cinsiyet ikiliğinin de bir çatışma biçiminde ortaya çıktığını” bu nedenle “üstünlük dayatmanın kaçınılmaz” olduğunu savunur (İkinci Cinsiyet, cilt 1, sf 32).
Av. Kazım Bayraktar