H. Selim Açan
İnsanlığın yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan 2. emperyalist paylaşım savaşı 60 milyon insanın hayatına mal oldu. Bunun neredeyse yarısı (yaklaşık 27 milyon) Sovyet yurttaşlarıydı.
Sosyalist Sovyetler Birliği’nin ödemek zorunda bırakıldığı bedel salt bu insan kırımıyla sınırlı kalmadı. Hitlerci faşist sürüler, işgal ettikleri Sovyet topraklarında 15 büyük şehri, bin 710 orta ve küçük şehri ve 7 bin köyü yerle bir ettiler, 6 milyon binayı yakıp yıktılar, 25 milyon insanı evsiz bıraktılar. Faşist sürülerin yağmalayıp yakıp yıktıkları arasında 43 bin tiyatro, 427 müze, 84 bin okul, 40 bin hastahane ya da tıp kuruluşu vardı. Ayrıca 31 bin 850 fabrikayı, 65 bin kilometre demiryolunu, 4 bin 100 istasyonu, 36 bin posta ve telefon-telgraf şebekesini, 5 bin yapımı bitmiş caddeyi, 90 bin köprüyü, 1.000 elektrik fabrikasını, bin 135 maden ocağını ve 3 bin yağ ve benzin sevkiyat tesisini yok ettiler. 14 bin buhar kazanı tesisatını, bin 400 türbin ve 11 bin 300 jeneratörü Almanya’ya götürdüler. 98 bin kolhozu ve 2 bin 890 traktör istasyonunu yağmaladılar. 7 milyon atı, 17 milyon sığırı, 27 milyon koyunu, 20 milyon domuzu ve 11 milyon kanatlı hayvanı ya öldürdüler ya da çaldılar.
Ödenen bedelin ağırlığına karşın faşizmin belini de Stalin’in önderlik ettiği Sovyet halkları ve Kızıl Ordu kırdı.
Aralarında fanatik anti-komünistlerin de bulunduğu askeri ve siyasi tarihçilerin ezici bir çoğunluğu Hitlercilerin burnunun ilk kez sürtüldüğü Stalingrad savunması ile tarihin en büyük tank savaşlarının yaşandığı Kursk Savaşı’nı 2. Dünya Savaşı’nın “dönüm noktaları” olarak tanımlar. Hitlerci faşizmin gerileme süreci bu çatışmalarla başlar. Öyle ki, Hitler faşizmini Sovyetler Birliği’ne yöneltmek hesabıyla yıllarca iğrenç bir taviz, sonrasında da seyir politikası izleyen Batılı emperyalist güçler Batı’da ikinci cepheyi ancak bundan sonra açarlar.
Uzun sözün kısası insanlık faşizm belasından ilk büyük kurtuluşunu esas olarak Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği ile komünist partilerin öncülük ettiği partizan direnişlerine borçludur.
Bu gerçek bütün çıplaklığıyla ortada olduğu halde anti-komünist propaganda onu lekeleyip değersizleştirebilmek için bugüne kadar elinden geleni yaptı. 1939’da imzalanan Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı gibi gelişim süreçlerinden koparılarak çarpıtılan kimi sonuçların istismarı ya da Katny Katliâmı gibi Nazi propaganda makinesi tarafından üretilen yalanların tekrarına dayalı bu hayasızlık, işi, Nazizmi yenilgiye uğratan Kızıl Ordu ve Sovyet halklarının önderi Stalin’le Hitler canisini aynılaştırmaya kadar vardırdı.
Gözlerini Stalin düşmanlığı bürümüş bazı solcular da sık sık bu koroya katılırlar. Anti komünist propagandanın ürettiği yalan ve iftiraları çoğu kez aynı sözcüklerle tekrarlamakta bir beis görmezler. Bunların bu konudaki tutumu, burjuvazi ve gericiliğe kıyasla daha mide bulandırıcıdır. Çünkü birinciler sosyalizme duydukları sınıfsal kin yanında Nazizmin yıkmasını bekledikleri Sovyetler Birliği’nin savaştan çok daha büyük güç ve prestij kazanmış olarak çıkmasının kuyruk acısıyla hareket etmektedirler. Onlarla aynı dili konuşan ikinciler ise “hakiki sosyalizm” adına konuştukları iddiasındadırlar.
Stalin düşmanlığında birleşen bu anti-komünist propagandanın en fazla sömürdüğü konulardan biri de Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası arasında 23 Ağustos 1939’da bir Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmış olmasıdır.
Sosyalizmin anavatanı konumundaki bir ülkeyle faşizmin kalesi arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmış olması psikolojik olarak bugün bile ürkütücü ve anlaşılmaz görünür ilk anda. Hele o adımın hangi süreçlerin sonunda, hangi zorunlulukların basıncıyla hangi amaçla atıldığına dair bilgisizlik söz konusuysa onu siyaseten mahkum edip lanetlemek kolaylaşır.
Nitekim o kesitte sürecin arka planı ve güdülen amaç konusunda bilgi sahibi olmamakla kalmayıp işgal altındaki Batı Avrupa topraklarında her gün her saat Nazi terörünün acımasızlıklarına hedef olan komünistler ve ilerici insanlar böyle bir anlaşmanın yapıldığını duydukları zaman çok büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşarlar. Çok sayıda komünist bu yüzden partilerinden ayrılır. Aynı infial SB’nin 1930’larda sosyalizmi inşa sürecinde elde ettiği başarılardan etkilenerek ona ve sosyalizme yakınlık duyan aydınlar arasında da kendini gösterir.
Gerçekler ancak ilerleyen yıllarda kendisini gösterir. İşin aslı o zaman görülüp anlaşılır. Akıl ve vicdan sahiplerinin gözünde her şey o zaman yerli yerine oturur.
Sürecin başlangıcı
Başını İngiltere’nin çektiği Batılı emperyalist güçler ile özellikle Polonya ve Finlandiya gibi fanatik Rus ve sosyalizm düşmanı yardakçılarının Alman faşizmini Sovyetler’e yeğlemekle kalmayıp Çekoslovakya ve Südetler’in peşkeş çekilmesi gibi tavizler karşılığında onu SSCB’ye yönlendirerek sosyalizm belasından kurtulma çabaları aslında 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde filizlenir.
İngiliz emperyalist burjuvazisinin has temsilcilerinden Churchill, birinci paylaşım savaşımın bitişini simgeleyen Versay Anlaşması’nın imzalandığı gün Rusya’yı sadece onun alt edebileceğine inandığı Almanya’yı bu temelde yanlarına çekmenin planlarını yapmaya başlar. Churchill’in dile getirdiği stratejik esas nettir:
“Rusya’yı kurtarmak için Almanya’yı da yanımıza almalıyız. Alman halkıyla barış, Bolşeviklerle savaş!”
Çiçeği burnundaki işçi sınıfı iktidarına karşı 14 ülkenin desteğiyle açılan İç Savaş sosyalizmi köklenmeden boğmak için atılan ilk adımdır. Ama emperyalistler ve maşa olarak kullandıkları Çarlık rejiminin döküntüleri amaçlarına ulaşamazlar. 1918 yılında başlayıp 4 yıl süren İç Savaş, Sovyet proletaryasının zaferiyle sonuçlanır.
Devrimci proletaryanın iktidarına ve sosyalizme karşı düşmanlık İç Savaş sonrasında da bitmez. Batılı emperyalist güçler ve devrilmiş sömürücü sınıflar buldukları, daha doğrusu yarattıkları her fırsatta bu rüyalarını gerçekleştirme hamlesinde bulunurlar. Amerikan emperyalizminin has temsilcilerinden Kissinger ünlü kitabı Diplomasi’de “Soğuk Savaş bizim için 1917’de başladı” itirafıyla bu gerçeği dile getirir.
İç Savaş’ın ardından emperyalist kamp ile ilk büyük kriz 23 Şubat 1927’de İngiltere’yle patlak verir. Sovyet Sendikaları Merkez Konseyi (VTsSPS) ile İngiliz sendikaları arasındaki işbirliğini bahane eden İngiliz hükümeti, 27 Mayıs 1927’de SSCB ile ekonomik ve diplomatik bütün ilişkilerini keser. 7 Haziran’da da SB’nin Polonya maslahatgüzarı Voykov Varşova’da öldürülür. SSCB’yi yalıtıp yalnızlaştırmaya yönelik uluslararası yeni bir kampanya başlamıştır.
Başını İngiliz hükümetinin çektiği kampanyanın finansmanını Bakü’deki petrol yatırımlarını 1917’de kaybeden Shell tekelinin başkanı Sir Henry Deterding ile devrimden önce Urallar ve Sibirya’da yatırımları olan Leslie Urquhart sağlarlar. Deterding’in organize ettiği bir konferansta Batı ülkelerinin SSCB’ye yeni bir askeri müdahalesini öngören Hoffman Planı görüşülür. Bu arada 15 Haziran 1927 günü Cenevre’de İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika ve Japonya dışişleri bakanları arasında da “Rus meselesi”nin ele alındığı gizli bir toplantı yapılır.
1927 sonbaharında bu kez Fransa’da SSCB ile ilişkilerin kesilmesine yönelik bir kampanya başlatılır. Bu kampanyayı da Deterding finanse etmektedir.
Fakat savaş kışkırtıcısı tüm bu girişimler 1927 sonlarına doğru hız keser. Çünkü Batılı ülkelerin kamuoylarında fazla taraftar bulmaz. Bu tepki siyasete de yansır. Fransa, Almanya, İtalya ve diğer Batılı ülkeler, İngiltere’nin Sovyet karşıtı politikasına desteklerini keserler. İngiliz liberallerinin lideri Lloyd George bile SSCB ile diplomatik ilişkilerin kesilmesini eleştirir.
Bu arada SSCB diplomatik bir atağa kalkar. Fransa ile ilişkileri yumuşatmak için Çarlık dönemi borçlarına ilişkin kısmi bir tazminat ödenmesini görüşmeyi kabul eder, Milletler Cemiyeti’nin gözetiminde yürütülen silahsızlanma görüşmelerine katılır, SSCB’ye komşu ülkelerden Letonya ve İran’la saldırmazlık anlaşmaları imzalar.
Savaş tehlikesi o kesitte savuşturulur ancak büsbütün ortadan kalkmaz. Stalin bu gerçeğin farkındadır. 1931 Şubatı’nda yaptığı bir konuşmada, “Gelişmiş ülkelerin 50-100 yıl gerisinde kalmışız. Bu açığı 10 yıl içinde kapatmamız gerekiyor. Ya bunu yaparız ya da bizi yok edecekler” der. Bu bir gerçeğin ifadesi olmanın yanında müthiş bir öngörünün dile gelişidir. Bunun ne kadar isabetli bir öngörü olduğu Hitlerci Nazi ordularının 22 Haziran 1941’de başlattığı Barbarossa Harekatı’yla doğrulanır. (*)
Sürekli çalınan ama bir türlü açılmayan kapılar
İkinci emperyalist paylaşım savaşında en ağır bedeli ödeyen Sovyetler Birliği, 1938’te imzaladıkları Münih Anlaşması’yla Çekoslavakya’yı Hitler’e peşkeş çekerek onun yayılma ihtiraslarının önünü açan İngiltere ve Fransa’nın tam tersi bir tutumla Nazilerin iktidara gelişinden itibaren dünyayı uyarmakla kalmayıp gelmekte olduğunu gördüğü savaşı önlemek için kendini adeta parçalar.
Öyle ki, 1936 Anayasası’nın hazırlık sürecinde hem parti ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını hem de eşit ve gizli oy esasına dayalı olarak çok adayın katılabileceği bir seçim sistemi getirme çabasına giren Stalin’in bu adımlarını Rus tarihçi Yuriy Jukov, “Anlaşma peşinde koştuğu Batı’ya şirin görünme çabası” olarak yorumlar.
Almanya’nın yeni bir paylaşım savaşına hazırlandığı baştan beri açıktır aslında. Hitlerciler iktidara gelir gelmez “Versay Antlaşması’nın haksızlık ve adaletsizliklerinden kurtulma” prensibini Almanya’nın dış politikasına yön veren temel ilke olarak tanımlar. Buna bağlı olarak Versay’la yükümlü kılındığı tazminat borçlarını ödemeyeceğini ilan eder, Almanya’nın yeniden silahlanmasını kısıtlayıcı engellerden kurtulmak için Cenevre Silahsızlanma Konferansı’ndan çekilir, Milletler Cemiyeti’nden ayrılır.
Stalin, Ocak 1934’te 17. Kongre’de (SSCB’de sosyalizmi inşa yolunda atılan adımların ve elde edilen sonuçların büyüklüğünü Troçki hariç bütün muhaliflerin de kabul ederek kürsüden özeleştiri yaptıkları Zafer Kongresi) yaptığı MK Raporu’nu sunum konuşmasında uluslararası durumu tahlil ederken savaş tehlikesinin büyümesine bir kez daha dikkat çeker. Emperyalist politikacıların şovenizm ve savaş hazırlığını dış politikanın temel unsuru haline getirdiklerini vurgular. Hitlerci faşizmin savaş hazırlıklarını meşrulaştırma gerekçesi olarak kullandığı Versay Anlaşması’nı hiçbir zaman haklı görmediklerini ama dünyanın bu anlaşma yüzünden savaşa sürüklenmesini de kesinlikle istemediklerini söyler. Sovyetler Birliği’nin barışın korunması için elinden geleni yapmaya devam edeceğini dile getirir.
Avrupa’da bir devrimin gerçekleşme olasılığının zayıflaması üzerine SSCB, tarafsızlık ve saldırmazlık üzerine kurulu bir barış politikası izlemeye başlamıştır. Bu dış politikanın ana izleğini dönemin Dışişleri Bakanı Litvinov, 29 Aralık 1933’te şu sözlerle özetler:
Bütün dünya biliyor ki faşist rejimler dahil kapitalist ülkelerle iyi ilişkiler kurmayı destekleyebiliriz, destekliyoruz. Almanya ya da başka bir ülkenin içişlerine karışmıyoruz. Onların içişleri değil dışişleri bizi ilgilendiriyor, ilişkilerimizi dış politika belirliyor.
Diplomasi de söz konusu olsa bu yaklaşım, enternasyonalist tutum ve sorumluluklar açısından problemli bir yaklaşımdır. Sosyalist bir ülke, dış politikasını belirlerken her şeyden önce devletler arası ilişkiyi esas almaz. Ayrıca devletler arası ilişki alanında da “onların içişleri bizi ilgilendirmiyor” şeklinde bir yaklaşımla hareket edemez. Litvinov’un dile getirdiği dış politika anlayışının bu açıdan eleştirisi baki kalmakla birlikte tartıştığımız konu yani Alman faşizminin yayılmacı emellerine prim vererek savaşa çanak tutma sorumluluğu açısından Sovyetler Birliği’ne sorumluluk yüklemenin haksızlığını görmek açısından bir kenara not edilmesi gerekir.
Zaten aynı Litvinov, 1936 Kasımı’nda yapılan Sovyetler 8. Olağanüstü Kurultayı’nda yaptığı konuşmada hem İspanya İç Savaşı’nı hem de Anti Komintern Paktı örnek vererek, “Faşizm sadece özel bir iç rejim değildir; o aynı zamanda bir saldırı hazırlığı, diğer devletlere karşı savaş hazırlığı demektir” sözleriyle durumun farkında olunduğunun örneğini verir. “Milletler Cemiyeti üyeliğinin ve diğer ülkelerle işbirliğinin, iki sistemin barış içinde bir arada yaşaması ilkesine dayandığını” belirtir.
Bu dış politika stratejisi çerçevesinde Sovyetler Birliği, Hitler faşizminin yayılmacı emellerinin önünde barikat oluşturma amacıyla 1933 Aralık’ından itibaren hem Almanya’ya komşu ülkeler arasında hem de Avrupa çapında savunma ve yardımlaşma amaçlı kolektif bir güvenlik sisteminin (Doğu Paktı) kurulması için elinden geleni yapar. Fakat onun bu amaçla 6 yıl boyunca ısrarla sürdürdüğü girişimlere en başta İngiltere ile ondan cesaret alan Polonya, Finlandiya ve Romanya inatla karşı çıkarlar. Özellikle Polonya ve Finlandiya Almanya’nın Doğu’ya doğru genişleme planlarının (Lebensraum) ilk hedefleri arasında yer aldıkları halde her iki ülkedeki gerici burjuva-faşist rejimler, tarihsel köklere sahip Rus düşmanlığına eklenen fanatik sosyalizm düşmanlığı nedeniyle SSCB ile yan yana gelmektense Hitler’e sempatiyle bakmaktadırlar. Onun Doğu’ya doğru genişleme siyasetinin asıl hedefinin Sovyetler Birliği olduğunu düşünürler. Bu yüzden kendilerine fazla zarar gelmeyeceği hatta SSCB’den yeni topraklar koparabilecekleri hayali içindedirler.
(*) Bu konudaki isabetli bir başka öngörü sahibi Fransız mareşali F. Foch’tur. “Uçaklar enteresan oyuncaklar ama askeri değerleri yok” diyebilecek kadar dar görüşlü tutucu bir asker olan Foch bile birinci paylaşım savaşı sonrası imzalanan Versay Antlaşması’nı “Bu bir barış değil 20 yıl sürecek bir ateşkes anlaşmasıdır” şeklinde yorumlar.
[sürecek]