H. Selim Açan
Yorgunu yokuşa sürmekte ısrar
Arkadan Hitlerci rejimin Çekoslovakya hamlesi gelir. Naziler öteden beri iki buçuk milyon Almanın yaşadığı Südetler bölgesinin “Alman toprağı” olduğu iddiasındadırlar. Yani Avusturya’nın ilhakı gibi bu hamle de beklenen bir gelişmedir. Öyle ki, Fransa ve İngiltere, Çekoslovakya’ya bir saldırı durumunda askeri olarak da yardıma koşacakları sözünü vermişlerdir. Ama Hitlercilerin bu hamlesi karşısında da kıllarını kıpırdatmazlar. Dahası, Çekoslovakya’nın Dışişleri Bakanı bile Sovyet büyükelçisine, “Fransa yardım etmediği taktirde Sovyetler’den de yardım almayacaklarını” söyleyebilecek kadar akıl yitimi içindedir. Velhasıl, anti komünizm ve SSCB düşmanlığı hepsinin gözünü kör etmiştir. Ayrıca İngiltere ve Fransa, yönünü hazır Doğu’ya dönmüşken Hitler’in düşmanlığını kazanmak istemezler.
Bu arada, Çekoslovakya’nın parçalanıp ardından tümüyle işgali gündeme geldiğinde, Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı sonrası “mazlum” rolü biçilen Polonya da fırsatı kaçırmaz; Çek hükümetine ültimatom vererek hak sahibi olduğunu iddia ettiği Teschen bölgesinde referandum yapılmasını ister ve Çek sınırına askeri yığınak yapar.
Aynı Polonya, Almanya’nın Çekoslovakya’yı tümüyle işgal etmesi üzerine 21 Mart 1939’da İngiltere Başbakanı Chamberlain tarafından önerilen ve İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve Polonya’dan herhangi birinin güvenliği tehlikeye düştüğünde ortak hareket etmek amacıyla birbirlerine danışmalarını içeren dörtlü deklarasyon önerisini de Sovyetler’le yan yana görünmek dahi istemediği için reddeder.
Avrupa’da işler büsbütün çığrından çıkmıştır. Savaşın elinin kulağında olduğu gerçeği çıplak gözle bile görülecek kadar büyüyüp açıklık kazandığı halde Sovyet düşmanlarının aymazlığında en ufak bir değişme yoktur. Eşitlik ve karşılıklı olmak şartıyla kolektif bir güvenlik sisteminin kurulması için 1933’ten beri öneri üstüne öneri getiren Sovyetler Birliği’nin her girişimi mutlaka bir engele takılır.
Çekoslovakya’nın işgalinden sonra Sovyetler, İngiltere ve Fransa’ya bu kez Almanya’nın sadece bu üç ülkeden birine değil Polonya, Romanya, Baltık ülkeleri ve Finlandiya’ya saldırması durumunda bu ülkelere de yardım etmeyi içeren bir askeri anlaşma önerir. Fakat İngiltere ve Fransa Baltık ülkeleri için güvence vermeye yanaşmazlar. Bununla aslında Almanya Sovyetler Birliği’ne Baltık ülkeleri üzerinden saldıracak olursa onu yalnız bırakacaklarını söylemiş olurlar. Buna karşın Sovyetler Birliği’nden diplomatik ilişkisinin bile olmadığı Hollanda ve İsviçre’nin toprak bütünlüğünü koruma sorumluluğuna ortak olmasını isterler.
Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa’ya bu kez 3’lü bir askeri ittifak önerir. Bu görüşmelerde de ipe un serilir. 1939 Mayıs sonlarından itibaren 75 gün süren görüşmelerin 59 günü sürüncemeyle geçer. Öyle ki, anlaşmaya son şeklini verip imzalaması beklenen İngiliz ve Fransız askeri heyetleri uçak yerine iki hafta süren bir gemi ve tren yolculuğuyla oyalanarak Moskova’ya gelirler, gelen heyetlerin imza yetkileri yoktur, dönemin Sovyet genelkurmay başkanı Şapoşnikov olası bir Alman saldırısına karşı detaylı bir ortak askeri harekat planıyla masaya oturduğu halde muhataplarının buna dair hiçbir hazırlığının olmadığı görür. Öte yandan Polonya ve Romanya, Fransa’ya yönelik bir Alman saldırısına yanıt kapsamında Sovyet birliklerinin kendi topraklarından geçmesine dahi izin vermemekte ısrarlıdırlar.
Bu arada İngiltere ve Fransa’nın ikili oynadığına dair belirtiler artar. Bir taraftan Sovyetlerle askeri bir ittifak arayışı içinde görünür, daha doğrusu Sovyetler Birliği’ni oyalarlarken el altından da Hitler rejimiyle Afrika’daki etki alanlarının paylaşımı dahil siyasi ve ticari pazarlıklar yürüttükleri ilerleyen yıllarda belgeleriyle de açığa çıkar.
Anti komünist propagandanın “savaşın sorumluluğuna” ortak etmeye -hatta ona yüklemeye- çalıştığı Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı (Molotov-Ribbentrop Paktı olarak da anılır) bu koşullarda gündeme gelip imzalanır.
Almanya’dan gelen teklif- Sovyetler’in amacı
İngiltere ve Fransa’nın ayak sürümeye devam ettikleri sırada Hitler yönetimi Sovyetler Birliği’ne bir saldırmazlık anlaşması imzalamayı önerir. Almanya hem Sovyetler Birliği’ne saldırmayacağı hem de Baltık bölgesine yönelik bir talebinin olmadığı sözünü vermektedir. Nazi saldırganlığını Doğu’ya özellikle de Sovyetler Birliği’ne yönlendirerek bir taşla iki kuş vurma hesabı içindeki İngiltere ve Fransa ile bir sonuca varma umudunun kalmadığı koşullarda zaman kazanma ihtiyacı içindeki Sovyetler bu öneriye olumlu yanıt verir.
Tarafların birbirlerine saldırmamasını (Nazi rejimi 22 Haziran 1941’de Barbarossa Harekatı’yla kalleşçe çiğner bu sözünü), üçüncü bir devletin saldırısına uğradıkları taktirde de diğer tarafın üçüncü devlete destek vermemesini içeren anlaşma SSCB Dışişleri Bakanı Molotov ile Almanya Dışişleri Bakanı Ribbentrop tarafından 23 Ağustos 1939’da Moskova’da imzalanır.
Anlaşmanın gizli tutulan ek protokolünde ise herhangi bir siyasal değişiklik ya da toprak değişikliği durumunda Baltık’larda Litvanya Almanya’nın Estonya ve Finlandiya Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanları olarak tanınır, Letonya’nın ise bölüşülmesi kararlaştırılır. Polonya’nın ise 1914’teki sınırları baz alınarak Batısı Almanya’ya bırakılırken Vistül ırmağının Doğusu Sovyetler’e bırakılır.
Nazi Almanyası’yla bir saldırmazlık anlaşmasının imzalanması kadar anlaşmanın toprak paylaşımını içeren bu gizli protokolü, yazının girişinde andığımız anti komünist koronun iki ana demagoji konusudur.
Makale boyunca özetlemeye çalıştığımız gelişmeler gözönünde tutulacak olursa bunlardan ilkinin gerçekten nasıl haksız ve insafsız bir suçlama olduğu kolaylıkla görülür. Fakat toprak paylaşımını içeren gizli protokol için aynı şey söylenemez.
Yapılan anlaşmayı bu yönüyle de savunanlar iki gerekçe ileri sürerler:
Bunlardan ilki askeri bir mülahazadan hareketle eninde sonunda Sovyetler Birliği’ne yönelmesi beklenen Nazi Almanya’sının saldırısını Sovyet topraklarının olabildiğince ilerisinde karşılamanın Kızıl Ordu’ya zaman ve avantaj kazandıracağı görüşünü gerekçe yapar. Dönemin Sovyet Dışişleri Komiseri Molotov, gazeteci Felix Çuyev’le yaptığı söyleşiler sırasında bu konuda şunu söyler: “1939’da eğer Almanların önüne çıkmasaydık Polonya’nın tamamını işgal edip bizim sınırlarımıza kadar sokulacaklardı. Bu nedenle onlarla anlaşma yaptık.”*
Diğeri ise tarihsel bir rövanş duygusunu baz alır. Polonya’nın Sovyetler’e bırakılan parçasının zaten 1919 öncesinde Rusya’ya ait olduğu ama İç Savaş sırasında Petliyura ordularına yardım için Ukrayna’ya giren Polonya ordusunun geri püskürtülmesi sırasında Almanya’da proleter devrimi hızlandırma gerekçesiyle Kızıl Ordu’nun Varşova’ya yürümeye kalkması sonucu uğranılan yenilgi sırasında kaybedilmiş topraklar olduğu gerekçesini ileri sürer.
Bunlardan özellikle ilki kendisiyle sınırlı ele alındığı zaman ilk bakışta “haklı”, en azından “anlaşılır” bir gerekçe olarak görünebilir ama velev ki sosyalist ülkenin zayıf olduğu bir kesitte yapılan tarihsel bir haksızlığı gideriyor olsun işin içine toprak paylaşımının da girmesi proletarya enternasyonalizmi ve sosyalist bir dış politikanın dayanması gereken ilkesel esaslar açısından savunulamaz.
Sonuç olarak, o anlaşmanın tartışmalı yönlerine rağmen fanatik anti-komünistler ve fanatik Stalin düşmanları dışında aklı başında hiçbir yorumcu, Molotov-Ribbentrop Paktı’nın Hitler rejiminin saldırganlığını kamçılayarak İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışını hızlandırdığı iftirasını paylaşmaz. Buna karşın, Nazi sürülerinin Sovyetler Birliği’ne saldırısını en azından iki yıl geciktirdiği gerçeğini teslim eder.
Zaten bu adım atılmamış olmasaydı belki de Hitler, beklendiği ve istendiği gibi Batı’dan önce Sovyetler Birliği’ne yönelir ve onu büsbütün hazırlıksız yakalayarak Moskova’nın da ötesine geçebilirdi. Bu anlamda Stalin yönetimi, ilk bakışta kabullenilmesi zor bu diplomatik manevrayla, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batılı emperyalistler ile onların Polonya, Finlandiya, Romanya yönetimleri gibi yardakçılarının bütün hesap ve planlarını tersine çevirmiş olur.
Zaten diğerlerinin toplamından daha ağır bedeller ödeyerek insanlığı faşizm belasından kurtarmanın onurunu taşıyanların en başında gelen sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve onun o görkemli anti faşist savaşımına önderlik eden Stalin’e yönelik öfke ve saldırganlığın bu denli ölçüsüz ve vicdansız boyutlar kazanmasında bu kuyruk acısının payı büyüktür.
(*) Gerçeğin bütün yönleriyle görülebilmesi açısından bu noktada şu notu da düşmek gerekir: Hitler ordularının kendilerine saldırması durumunda bile Sovyetlerin yardımlarına gelmesini istemeyerek Avrupa’da kolektif bir güvenlik sisteminin kurulmasını yıllarca sabote eden Polonya’sı da Finlandiya’sı da bağıra bağıra gelen bu risk gerçek olduğunda Nazi orduları karşısında aynı kararlılığı göster(e)mezler.)