H. Selim Açan
https://alinteri5.org/can-cekisen-demokrasi-inatci-budalalik
https://alinteri5.org/kapimizdaki-gunler-ii
Bu çatışma bütünüyle, ekonomi üzerindeki etkisi ve müdahale gücü neoliberal dönemde de zayıflayıp ortadan kalkmamış olan devletin -siyasal gücün- ağırlıklı olarak kimlerin elinde, nasıl toplanacağı noktasında yoğunlaşan bir iktidar çatışmasıdır. Yani mesele, “marksist” eskisi bazı dönekler tarafından gösterilmeye çalışıldığı gibi, “demokrasi yanlısı sahici, otantik burjuvazi” ile “emperyalizmle işbirliği ve devlet desteği sayesinde palazlanmış, bu yüzden de faşist vesayet rejimini koruma” yanlıları arasında bir çatışma ya da “liberal bir demokrasi” isteyenlerle “otoriter bir rejim” kurma sevdalıları arasındaki bir farklılık falan değildir. AKP’nin, “dönüşümcü, demokrat” bir maske arkasında yeni bir ideolojik hegemonya kurma sürecine bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde kan taşıyan “orijinal” görünme meraklısı neoliberal budalaların ürettikleri demagojik tezlerdir bunlar.
Aslolarak pilleri bittiği için kafaca ve ruhen neoliberalizmin ideolojik etki alanına giren böylelerinin sarıldığı tezlerden biri de, tekelci sermaye bloku içinde, ürettikleri mal ve hizmetleri büyük ölçüde dışarıya satan, bu yüzden dünyayla daha fazla bütünleşme eğiliminde olan ihracatçı kesimlerin ‘liberal demokrasi’ yanlısı oldukları, ağırlıklı olarak iç pazara yönelik üretim yapan, bu yüzden de içe kapanma yanlısı otarşik milliyetçilerinse faşist rejim yapılanmasının eski haliyle sürmesini istedikleri tezidir. [**]
Poulantzas’tan araklama bir tezdir bu aslında. 1970′lerin modaları arasında yer alan “Yapısalcılık”ın bu ünlü temsilcisi, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’daki faşist rejimlerin 1970 ortalarındaki çözülmelerini bu teze dayandırıyordu. Fakat Leninist emperyalizm ve Marksist devlet tahlilleri açısından söylenecekler de bir yana, bu laf salatası, hayat tarafından pratikte ıskartaya çıkarılmıştır. Örneğin, neoliberal küreselleşme ve yeniden yapılanmaya örnek gösterilen istisnasız bütün ülkeler -bu arada Türkiye de- kendilerini bütünüyle “dışa” açtıkları neoliberal dönüşümleri askeri faşist cunta yönetimleri altında gerçekleştirdiler. Türk tekelci burjuvazisi içinde bugün farklı anayasal sistemlerin savunucusu olarak çıkan sermaye kesimlerinin gerçekliği de bu kalıbın saçmalığı ve geçersizliğinin yeni bir kanıtıdır zaten.
Bugün, başkanlık sistemi de içinde olmak üzere öz olarak “otoriter” eğilimleri savunan sermaye kesimleri, 12 Eylül sonrası palazlanan kesimlerdir. Bunlar ağırlıklı olarak MÜSİAD, TUSKON, TİM ve TOBB içinde örgütlüler. Ancak kapitalizmin kendini yenileme hatta aşma yeteneklerine hayranlıktan başı dönmüş neo Bernsteincı liberal budalaların “demokratikleşmenin sürükleyici gücü” payesi vermekle yetinmeyip ısrarla yekpare bir blok olarak değerlendirdikleri TÜSİAD patronları içinde de bu eğilimin hatırı sayılır destekçileri var (Sabancı başta olmak üzere Doğuş, Vestel, Anadolu, Akfen, Konukoğlu grupları ilk ağızda sayılabilecek örnekler).
Bu eğilimin tabanını ise çoğu KOBİ ölçeğindeki Anadolu sermayesi oluşturuyor. İşletme ölçeklerinin küçüklüğüne karşın bunların ortak özelliği, çoğunlukla emperyalist tekeller için fason üretim yapmaları. Önceleri tekstil, mobilya, gıda ve hammadde üreten sektörlerde yoğunlaşan, zamanla otomotiv yedek parça, makine ve maden gibi ağır sanayi kapsamına giren dallarda da dış pazarlara dönük üretim yapan yaygın ve geniş bir sermayedar topluluğu bunlar. Yani bunlar da en az TÜSİAD yönetiminde etkin olan siyasal -ve ekonomik- hasımları kadar dışa açık, küresel sermaye ve piyasalarla yakın ilişki içinde, hatta ürettiklerinin çoğunu onlara satan ‘ihracatçı’ bir özelliğe sahipler. Ancak yeni anayasa konusunda, iddia edildiği gibi “demokrat” bir yaklaşım ve eğilim içinde değiller.
Bunlar, hazırlanacak yeni anayasanın “siyasal ve toplumsal istikrarı güvence altına alacak bir anayasa” olmasını istiyorlar. Medya düzeninden yargıya, polis terörünün desteklenip savunulmasından seçim sistemine kadar başka konularda da saldırgan bir otoriterizm ve mutlak denetim eğilimi içindeler. Örneğin seçim yasalarında yüksek baraj oranlarının korunmasından yanalar. Temel gerekçe ve sloganları ise “istikrarın korunması”. AKP aracılığıyla ‘iktidarlaşan’ bu “yeni” burjuvazinin amiral gemisi konumundaki MÜSİAD’ın yeni anayasa konusundaki bütün açıklamaları, maksadı gizlemek amacıyla usulen yer verilen “evrensel insan hak ve hürriyetlerini gözetecek, çoğulcu, sivil bir anayasa” gibi makyaj bölümlerinden arındırıldığında, esas ve öncelikli talep olarak karşımıza hep bu vurgu çıkar.
Emperyalizm çağının karakteristik özelliklerini tümüyle tersine çevirerek tekelci burjuvaziyi bu çağda -üstelik neoliberal birikim politikalarının da duvara toslayıp artık eskisi gibi iş göremez hale geldiği bir tarihsel evrede- “faşizmi çözüp yerine liberal demokrasiyi geçiren” bir sınıf olarak pazarlamaya çalışan neoBernsteincı liberal devrim kaçkınlarının iddialarının tam tersine bu otoriterizm eğilimi, neoliberal demokrasi anlayışının dışında, ondan farklı ya da onunla çelişen bir yönelim değildir. Tersine, onun, genel oy hakkı, parlamentoya dayalı bir yönetim sistemi ya da “kuvvetler ayrılığı” olarak adlandırılan yasama, yürütme ve yargı arasındaki rol dağılımını belirgin sınırlar çekerek tanımlama şeklindeki geleneksel kimi özelliklerinden de kurtulmayı esas alan “yönetebilir demokrasi” anlayışını yansıtır.
Tekelci burjuvazi içinde yeni anayasanın içeriği konusunda diğer kutbu, TÜSİAD yönetimine egemen olan anlayış oluşturuyor. Bu zihniyetin diğerine kıyasla görüntüde öne çıkan farkı, siyasal haklar alanında kimi özgürlüklerin tanınmasından yana bir yaklaşım sergilemesi. Fakat asıl fark, TÜSİAD’ın “güçler ayrılığını” esas alan bir anayasa ve rejim yapılanmasındaki ısrarından kaynaklı. Zaten bu temel ayrım noktasıyla, biraz da onu perdeleyip destek güçlerini çoğaltma hesabıyla savunulan garnitür niteliğindeki başka birkaç küçük farkın dışında bu “demokratizmin”, muhalif olduğu “otoriterizm”le özde bir farkı ve öyle büyük bir çelişkisi yok. Fakat kimi siyasal hak kırıntılarının tanınmasıyla sınırlı bu göreli, ucuz ve hesapçı “demokratizm” görüntüsü bile, TÜSİAD patronlarını kendilerine kerteriz alan “marksist” maskeli küçük burjuva liberal budalaların gözlerini kamaştırmaya yetiyor.
TÜSiAD demokratizminin, göreliliği ve siyasal alanla sınırlı yüzeyselliği dışında iki sınırı daha var: Bunlardan birincisi, sendikal örgütlenme, grev ve gösteri hakkı gibi işçi sınıfı ve emekçi kitleleri dolaysızca ilgilendiren ’sınıfsal’ hiçbir hakkı ağzına dahi almayışı. Bu demokratizm etnik ve dinsel olanla sınırlı. Cumhuriyet’in üzerine kurulduğu parametrelerin altını oyacak kadar güçlü muhalefet hareketleri üretme potansiyeline sahip İslamcı, Kürt ve Alevi dinamiklerinin soğutularak sistem içine çekilmesini hedefleyen öneriler bunlar. Bu hedef ve amaç, TÜSİAD jargonunda, “bugüne kadarki üç bölenin üç birleştirene dönüştürülmesi” olarak tanımlanıyor.
Eşitlik talebini ve sınıfsal olanı ağzına dahi almayan siyasal bazı hak kırıntılarının tanınmasıyla sınırlı TÜSİAD demokratizmi, ikinci olarak, bunları da ‘kolektif değil bireysel hak’ çerçevesi içinde tanımakla sınırlı. Arkasında yine en başta TÜSİAD’ın olduğu geçmişin katı devletçi, faşist yaklaşımlarıyla kıyaslama sınırları içinde bakıldığı sürece liberal budalalara “ilerleme” hatta “demokratik bir tutum” olarak görünen bu yaklaşımı, hangi sınıfa ait olduğu temel gerçeği ışığında farklı yönlerden ele alıp irdelediğimiz zaman burjuva demokrasisi ve burjuva demokratizmin iğrenç ikiyüzlülüğü bir kez daha çıkar karşımıza. Örneğin Kürt sorununda tanınmasından yana göründüğünüz haklar konusunu ‘kolektif değil bireysel hak’ sınırları içinde tanımlamak, bugün aynen sürdürülemez hale gelinen inkarcılığın ‘inceltilmiş’ halinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla asgari devrimci bir yaklaşım bile, TÜSİAD yönetimi ya da aynı frekanstaki TESEV gibi tekelci sermaye örgütlerinin yeni anayasa ve demokratik özgürlükler sorununa yaklaşımlarındaki aldatıcı ‘demokratik’ görünüm ve yönlerden önce bu tür düzenbazlıkları ve bunların arkasında yatan hakiki nedenleri ortaya koymakla yükümlüdür. [Sürecek]
[**] İktidarın uluslararasılaşması tezinin devamı olarak bunun ‘güncellenmiş’ versiyonunu ise “sanayiye dayalı küresel muhafazakar sermaye fraksiyonu – finansal sermayenin liderliğindeki liberal küresel sermaye fraksiyonu” şeklindeki ayrımlar oluşturur. Güya bunlardan ilki “savaşçı” diğeri “ılımlı/yumuşak” kanatlardır. Dünya çapında olduğu gibi ülkeler içerisinde yaşanan iktidar savaşımları, sermayenin değişik kesimleri ve onların siyasal temsilcileri arasındaki çekişmeler, evrensel iktidarın sahibi bu tarihsel blok içindeki kanatların çıkarlarını yansıtan strateji ve taktik farklılıklarının devamı olarak görülmektedir. Gerçeğin kimi yönlerine teğet geçen ama bir bütün olarak devrimci dahi sayılamayacak bu dışı keskin içi burjuva bu görüşlerin açık savunucuları ortalıkta cirit atmaktadır.