Kapımızdaki Günler -VI



H. Selim Açan Rehavet eğilimlerini besleyecek budalalıklar, sadece politik değil ideolojik bir teslimiyet özelliğini de taşır (1 Ağustos 2011) Yeni anayasanın yapım sürecinde, tayin edici noktayı, yapılmak istenen değişikliklerin özü ve amacı, bu anlamda gelişmenin yönü, bunun proletarya ve diğer emekçi kesimler açısından anlamı, beraberinde getirdiği tehlikeler, hazır olunması gereken olasılıklar konusunda gerçekdışı hiçbir hayal, …


H. Selim Açan

Rehavet eğilimlerini besleyecek budalalıklar, sadece politik değil ideolojik bir teslimiyet özelliğini de taşır (1 Ağustos 2011)

Yeni anayasanın yapım sürecinde, tayin edici noktayı, yapılmak istenen değişikliklerin özü ve amacı, bu anlamda gelişmenin yönü, bunun proletarya ve diğer emekçi kesimler açısından anlamı, beraberinde getirdiği tehlikeler, hazır olunması gereken olasılıklar konusunda gerçekdışı hiçbir hayal, yanılsama ya da bulanıklığa meydan vermeyecek bir netliğe sahip olmak oluşturur. Proletarya ve onun öncüsünü, farklı gerekçe ve görünümler altında, sınıf olarak burjuvazinin ve onun neoliberal yönelimlerinin fiili ya da açık kuyruğu, destekçisi, siyaseten suç ortağı konumuna düşmekten ancak bu netlik ve açıklık korur. Proletarya ve sömürülen diğer emekçi güçlere, tutarlı bağımsız bir çizgide yol gösterip devrimci öncü misyonunun yükümlülüklerini yerine getirebilmenin temel koşulu yine bu netlik ve açıklıktır.

Anayasa yapım süreci, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, özünde yeni bir rejim yapılanması süreci, daha doğrusu rejimin yeni paradigmalar temelinde yeniden yapılandırılması sürecidir. Bu her şeyden önce ülke içindeki sınıfsal güç dengelerinde meydana gelen değişimlere paralel olarak süreklilik gösteren kesintisiz bir süreçtir aslında. Yalnız yeni bir anayasa ihtiyacı, bu sürekli değişime bağlı yeniden yapılanmanın göreli ve sınırlı düzeltmelerle karşılanabilir olmaktan çıkıp radikal bir düzlem farklılaşmasının zorunlu hale geldiği kesitlerde kendini gösterir. Bu anlamda Türkiye uzunca bir süredir, simgesel bir tarih vermek gerekirse Ecevit’in o zamanki cumhurbaşkanına -ironik bir tesadüfle- anayasa kitapçığını fırlattığı 2001 krizinden bu yana bu ihtiyacı duymaktadır.

Fakat bu ihtiyaç durduk yerde ya da birilerinin keyfi, isteği, siparişi, dışardan dayatması vb. yüzünden ortaya çıkmış değildir. Yeni bir anayasa ihtiyacını ortaya çıkaran gelişmelerin kaynağı farklı yerde, Türkiye kapitalizminin 1980 sonrası yaptığı üçüncü büyük tarihsel sıçramada yatar. Bu sürecin başlangıcına ilişkin -yine simgesel- bir tarih vermek gerekirse, ikisi birbirlerinden asla ayrı düşünülemeyecek olan 24 Ocak Kararları’yla o kararların yaşama geçirilmesini mümkün kılan 12 Eylül askeri faşist darbesi en uygun tarihler olur.

Şu anki konumuzu oluşturan “yeni bir anayasa ihtiyacı, yani rejimin yapılanması ve işleyişinde köklü bir değişim ihtiyacı hangi hallerde, hangi biçimlere bürünmüş olarak, nasıl ortaya çıkar” sorusu açısından bakarsak, 12 Eylül askeri faşist darbesi de yeni bir anayasa ihtiyacının ürünüdür ve o zamandan bu zamana Türkiye, 24 Ocak Kararları’nda simgeleşen neoliberal yeniden yapılanmanın ihtiyaç ve beklentileri temelinde inşa edilen 12 Eylül faşist darbe anayasasıyla, asıl olarak da ona yön veren anlayış ve ruh temelinde yönetilmektedir.

Bu elbette her şeyin değişmeden, birebir aynı kaldığı anlamına gelmez. Böyle bir iddiada bulunabilmek için, geçen yıllar zarfında yaşanan gözle görülür değişikliklerden hareketle bu kez Türkiye’de “demokratik bir devrim”in yaşandığını, faşist rejimin yapısı ve işleyişinin köklü bir değişime uğrayarak Türkiye’nin “demokratikleştiğini” iddia edenler kadar gerçeklerden kopuk bir subjektivizm çukuruna yuvarlanmış olmak gerekir.

Diğer her şey bir yana, halen yürürlükteki 12 Eylül Anayasası bile defalarca elden geçirilip değişime uğramıştır. Fakat öte yandan sadece bu değişim gerçeğini görüp bunun içerik olarak hangi yönde nasıl bir değişim olduğu sorusundan kopuk bir “değişim” çığırtkanlığı da, ilk ağızda verilebilecek örnekler olarak; YÖK ve HSYK’da yaşanan değişimlerin, geçmişin sıkıyönetim terörünün yerini bugün polis terörünün, kitlesel gözaltılarının yerini kitlesel telefon dinleme ve teknik takiplerin, sıkıyönetim mahkemelerinin yerini hikmetinden sual olunmaz özel yetkili mahkeme ve savcılıkların almış olması gibi farklılıkların, toplumu aslolarak korkutup sindirmeye dayalı egemenlik tarzı ve yönetim anlayışı açısından 12 Eylül’ün yönetim tarzı ve anlayışından özde köklü bir farklılık anlamına gelmediği gerçeği karşısında kördür.

Bugün karşımıza yeni bir anayasa ihtiyacı olarak (da) çıkan tekelci sermaye rejiminin yapılanması ve işleyişinde yeni bir revizyon ihtiyacıyla, 12 Eylül döneminde askeri faşist cunta aracılığıyla adeta sil baştan inşa edilen rejim yapılanması arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusunu, kimi temel politika ve yöntem değişiklikleri de dahil pratik bazı göstergelerin karşılaştırılması sınırları içinde tartışmak sığ bir yaklaşım olur. Biçim ve yöntemlerdeki bütün değişmelere karşın özde bir devamlılık mı yoksa yeni bir rejim tipinden söz edebilecek boyutlarda köklü bir farklılık mı vardır? Ortadaki soru budur ve bu sorunun yanıtı, öncelikle, rejimin yapılanması ve işleyişinde yeni bazı değişiklikler yapılmasını bir yerde ‘zorunlu’ hale getiren gelişme ve dinamiklerin neler olduğu sorusunun yanıtlanmasını şart koşar.

Kapitalist sistemin neoliberal temellerde yeniden yapılandırılması genel yönelimiyle olan bağlantılarını unutmamak koşuluyla, Türkiye’deki tekelci sermaye iktidarının yeni bir yapı ve işlerliğe kavuşturulması ihtiyacını doğurup büyüten etkenlerin başına özellikle iki etkeni yazmak gerekir. Bunlar aynı zamanda sürece rengini veren etkenlerdir. Dolayısıyla, gelişmenin özünü ve yönünü doğru kavramamızı kolaylaştırırlar.

Bu etkenlerden birincisi, tekelci sermaye bloku içindeki hiyerarşik düzen ve siyasal güç paylaşımının, eşitsiz gelişmenin meydana getirdiği değişmelere uygun olarak yeniden düzenlenmesi ve yeni kurallara bağlanması ihtiyacıdır. Diğeri ise, proletarya başta olmak üzere kapitalist sömürü düzeni ve sermayenin egemenliği açısından somut ya da potansiyel tehdit oluşturan bütün muhalefet dinamiklerinin -mümkün olduğu ölçüde sistem içileştirilmelerini de içerecek şekilde- daha sıkı denetim altına alınması ihtiyacıdır.

Bunlardan birincisi, yeni anayasa konusunda, gücün daha fazla merkezileşmesinden yana olan başkanlık sistemi eğilimi ile “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin esas alınmasından yana olan eğilim arasındaki çekişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğeri ise, tekelci burjuvazinin toplum üzerindeki egemenliğinin, en başta da siyasal egemenliğin temel aracı olan burjuva devlet cihazının daha da güçlendirilip tahkim edilmesi ihtiyacı olarak kendisini gösterir. Bu aynı zamanda, Türkiye’deki yeniden yapılanmayı burjuva devletin dünya çapında yeniden yapılandırılması genel yönelimine bağlayan halkayı oluşturur. Bu bağlamda, Türkiye’de rejimin yeni yapılanmasının hangi esaslar üzerine nasıl inşa edilmesi gerektiğine dair tartışma ve ortaya çıkan yönelimler, dünyadaki benzer süreç ve yönelimlerden kopuk değildir. Fakat bu ilişki, Türkiye’deki arayış ve gelişmelerin, dünyadaki genel yönelimin uzantısı olarak tümüyle dış dinamiklerden kaynaklı ve bütünüyle ona tabi bir yönelim olduğu anlamına gelmez.

…(Burjuva devleti) ‘Yeniden yapılandırma’ yönelimini tekelci burjuvazi için dünya çapında zorunlu bir ihtiyaç haline getiren özellikle iki temel neden vardır: Bunlardan birincisi, krizin ve burjuvazinin anti kriz önlemlerinin (neoliberal politikalar -nba) derinleştirip keskinleştirdiği çelişkileri ‘yumuşatarak’ her an sistem karşıtı patlamalara dönüşecek olan toplumsal muhalefet eğilimlerini soğutup denetim altında tutma çabasıdır. Diğeri ise, sermayenin -özellikle de son kriz sürecinde olağanüstü bir büyüklük ve önem kazanan para sermayenin- hareket serbestisini sınırlandırıp yavaşlatan engelleri ortadan kaldırma gereksinimidir. (Burjuva Devleti Yeniden Yapılandırma Yönelimi I, Devrimci Proletarya, 3. Sayı, Şubat 1999, sf. 34)

Bunlar aslında birbirinden kopuk hedefler değildir. Birbirlerinin hem nedenini hem de sonucunu oluşturacak ölçüde iç içe geçmiş bir bütünlük oluştururlar. Bu bütünlüğün ortak paydasını, aynı zamanda amacını “mutlak egemenlik-azâmi denetim” oluşturur. Yeniden yapılandırma yönelimine rengini ve ruhunu da bu amaç verir zaten.

Bu amaçların her ikisi de geçerliliklerini bugün Türkiye özgülünde de katlanmış olarak korumaya devam etmektedir. “İstikrarın korunmasını” başa yazan MÜSİAD‘ın yeni anayasa önerilerinde bu gerçek kendisini zaten çok açık gösterir. Fakat TÜSİAD‘ın sahte demokratizmi de bu amaca soğuk ve mesafeli, hatta “muhalif” bir içerik ve konumda değildir. Bu yanılsama tam da liberal demokrasi pazarlamacılığına soyunmuş olan dönekler ve budalaların yaymaya çalıştıkları bir izlenimdir. Tekelci sermayenin farklı kesimlerinin kendi aralarındaki siyasal hiyerarşi ve iç ilişkilerin hangi esaslar dahilinde nasıl düzenleneceğine dair farklılıkları, onların işçi sınıfı ve sömürülen diğer toplumsal muhalefet dinamiklerinin güçlendirilmiş bir denetim altına alınmaları noktasında stratejik bir birliktelik içinde olmadıkları anlamına gelmez.

Gerçi bu konuda da aralarında belirgin kimi taktik ve yöntem farklılıkları vardır. TÜSİAD demokratizminin pazarlamacısı liberal budalaların gözlerini kamaştıran da bu göreli farklılıklardır. Ancak, gelişmenin yönünü görmemizi sağlayacak olan işin özünü yakalayabilmek için, yöntem ve biçimler konusundaki taktik farklılıklara değil, öncelikle, arada hiçbir farklılığın olmadığı stratejik amaca bakmak gerekir. Onu da, emperyalizmin, emperyalist mali sermayenin, özellikle de neoliberal dönemde hacmi ve etkinliği olağanüstü boyutlarda artan para sermayenin karakteristik özellikleri ve ihtiyaçları yanında 30 yıldır sisteme nefes aldıran neoliberal birikim politikalarının da tıkandığı ve sistemin yeni bir yeniden yapılanma ihtiyacını giderek daha fazla duyduğu bugünkü kriz gerçeğinden, diğer yandan Türkiye kapitalizminin yapısal-tarihsel özellikleriyle bağlantısı içinde işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisinin bugün yine nasıl büyük bir kaynak ihtiyacı içinde olduğu gerçeği başta olmak üzere sermayenin stratejik ihtiyaç ve beklentilerinden kopartarak ele almak mümkün değildir. Daha doğrusu bu, devrimci diyalektik materyalist yaklaşım açısından mümkün değildir. Yoksa, gerçeği tarihsel bir perspektifle somut olgularda aramak yerine, hayatı kafadaki kalıplara sığdırabilmek için gözle görülür gerçeklere dahi takla attıran idealist cambazlıklara başvurarak her türlü saçmalığı üretmek mümkündür.

Örneğin bugün burjuva parlamenter sistem, burjuva demokrasisinin “beşiği” olarak gösterilen ülkelerde dahi kitlelerin gözünde hızla itibar kaybeder, etkisizleşir, son olarak Yunanistan ve İspanya örneklerinde görüldüğü gibi burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğüne ve çürümüşlüğüne duyulan pratik tepkilerin ilk hedefi olurken, birileri karşımıza, neoliberal demokrasi inşa süreçlerinin, “burjuva parlamento ve parlamenter muhalefetin kitlelerin dilek ve beklentileri üzerindeki çekim gücünü yükseltmeyi amaçlayan süreçler oldukları” iddiasıyla çıkabilmektedir. Bugünün Türkiyesinde sokaktaki adama dahi sorsanız, seçimlerde sandığa gitmekten hâlâ geri durmayan o sıradan bilinç bile bunu Meclis’e güvendiği için yapmadığını, çünkü işlerin Meclis’te çözülmediğinin farkında olduğunu söyler size. Ama, kapitalizmle sosyalizm arasındaki bütün farklılığı burjuva demokrasisi ile Sovyet tipi demokrasi arasındaki farklılığa indirgeyecek kadar koyu bir demokratik budalalığa kendilerini kaptırmış olan liberal demokrasi pazarlamacıları, bugün Türkiye’de bile, “anayasanın içeriğiyle olduğu kadar yapım şekliyle de parlamentonun itibarının yükseltilip güçlendirilmesinin amaçlandığı” iddiasındadırlar.

Bugünkü somut siyasal-toplumsal koşullarda, tekelci burjuvazinin, özellikle de kendisini “ileri demokrasinin kurucusu” olarak gösterme çabası içindeki AKP’nin değirmenine bundan ala su taşıma olmaz!.. Sermayenin, sınıfa ve bütün ilerici muhalefet dinamiklerine karşı yeni saldırılara hazırlandığı bir tarihsel kesitte, yeni rejim yapılanması yönelimlerinin özünü ve baskın yönünü daha sıkı bir denetim ihtiyacı ve bu ihtiyaçtan beslenen otoriterizm eğilimleri oluştururken, bir bakıma da meselenin bu özünü gizlemek amacıyla gündemde tutulan tali ve taktik kimi yönelimleri öne çıkarmak, sınıfın ve yığınların gözüne kül serpmekten başka bir şey değildir.

Neoliberal demagoji ve yanılsamaların zaten yoğun etkisi altındaki işçi sınıfı ve emekçi yığınların bilincindeki mevcut bulanıklıkları derinleştirmekle kalmayıp gevşeklik ve rehavet eğilimlerini besleyecek bu tür budalalıklar, sadece politik değil ideolojik bir teslimiyet özelliğini de taşır. Çünkü burada sadece dünya ve Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu konjonktürün somut gerçekliği, onun süreçlere damgasını vuran özgün çizgi ve özellikleri, tekelci burjuvazi ve proletarya açısından bunların beraberinde getirdiği yeni sorun ve ihtiyaçlar gözden kaçırılmış olunmamaktadır. Konjonktürel olanın yanında tarihsel gerçekler ve somutluklar da bir tarafa bırakılmaktadır. Bunların en başında da burjuva liberal demokrasinin tarihsel evriminin ‘unutulması’ – daha doğrusu farkında bile olunmaması gelir. (Sürecek)

Ayrıca Kontrol Et

12 Eylül ve TİKB

Kitlelerin devrimci bir atılım içinde oldukları, kitle eylemlerinin yükseldiği 12 Eylül öncesinin koşullarında başta gelen görevimiz; bu atılıma daha büyük bir hız kazandırmaya, kitlelerin saldırısının çapını hızla büyütmeye, ezilen yığınlara önderlik ederek halk hareketini devrimci bir çizgide ilerletmeye çalışmaktı