Kapımızdaki günler -VII



H. Selim Açan “Engels’in demokrasi konusundaki erken teşhisi şöyle: Fransız Devrimi, Avrupa’da demokrasinin yükselişiydi. Demokrasi, devlet yönetiminin her biçimi için geçerli olduğu üzere, kendi içinde çelişkilidir; temelde sahteciliktir, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir (…) dolayısıyla, başka her tür yönetim biçimi gibi demokrasi de parçalarına ayrılacaktır. Ki, içindeki çelişki kendini açığa vuracaktır. Sonuçta elimizde kalan ya …


H. Selim Açan

Engels’in demokrasi konusundaki erken teşhisi şöyle: Fransız Devrimi, Avrupa’da demokrasinin yükselişiydi. Demokrasi, devlet yönetiminin her biçimi için geçerli olduğu üzere, kendi içinde çelişkilidir; temelde sahteciliktir, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir (…) dolayısıyla, başka her tür yönetim biçimi gibi demokrasi de parçalarına ayrılacaktır. Ki, içindeki çelişki kendini açığa vuracaktır. Sonuçta elimizde kalan ya normal kölelik, ki bunun karşılığı açık despotizmdir ya da gerçek özgürlük ve eşitlik olacaktır; bunun adı da komünizmdir”. (Engels, F. “Progress of Social Reform on the Continent”, Marx-Engels, Collected Works içinde, Cilt. 3, Aktaran Metin Çulhaoğlu, Praksis, 10. sayı, sf. 94)

Engels‘in, demokrasinin tarihsel gelişim seyrine ilişkin bu diyalektik öngörüsü, yine olağanüstü bir uzak görüşlülük örneğidir. “Temelde sahtekar bir ikiyüzlülükten başka bir şey olmayan” burjuva demokrasisi, kapitalizmin tekelci aşamasında, emperyalizmin doğasından kaynaklanan ilk büyük krizinin ardından faşizmi üretmiştir. Konuya ilişkin marksist olma iddiasındaki bütün çözümlemeler, faşizmin, bir tesadüf ya da burjuvazinin niyet ve tercihlerinin ürünü olmayıp, emperyalizme dönüşmüş kapitalizmdeki asalaklık ve çürüme eğilimlerindeki artışın kaçınılmaz sonucu olduğunda birleşirler. Örneğin, “Kapitalizmden söz etmek istemeyen kişi, faşizm kelimesini de ağzına almamalıdır” der Max Horkheimer. “Faşizm Üzerine Derslerde Togliatti, “emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorsanız, faşizmin ne olduğunu bilemezsiniz…” diyerek bağlantıyı daha doğru bir zemine oturtur.

Bu aynı zamanda burjuva demokrasisinin tarihsel evriminin yönünü gösterir bize. Lenin, “Emperyalizm” kitabında bu gerçeği, “emperyalizm politik olarak genelde şiddet ve gericilik eğilimidir” şeklinde özlü bir tez haline getirir. Hilferding’in “Mali sermaye özgürlük değil, egemenlik ister” tezine aynen katılır. Ve nihayet, “Emperyalizm hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm su götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin inkârıdır” (Lenin, Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın) der. Kapitalizmin serbest rekabet dönemi ile emperyalizm aşaması arasında bu açıdan farkı, başka bir çalışmasında, hiçbir kaçamağa meydan bırakmayacak bir kesinlik ve netlikle şöyle özetler: “…Bu yeni ekonominin, tekelci sermayenin (emperyalizm tekelci sermayedir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe dönüştür. Demokrasi serbest rekabete karşılık düşmektedir. Siyasal gericilik ise tekelciliğe karşılık düşmektedir.” (Lenin, “Marksizmin Bir Karikatürü: Emperyalist Ekonomizm”)

Burjuvazinin ve demokrasinin emperyalizm çağında hangi yönde nasıl bir evrim içinde olduğuna ilişkin bu net ve vurgulu belirlemeler, üstelik mali sermaye asalaklığının ve sistemdeki çürümenin had safhaya vardığı, “şiddet ve gericilik eğiliminde” buna paralel yoğunlaşmanın özellikle de 11 Eylül bahanesiyle gemi azıya aldığı bir tarihsel kesitte, tekelci burjuvaziyi, hem de “faşizmi çözerek” yerine artık liberal demokrasiyi “tercih eden” bir sınıf olarak pazarlamaya çalışan liberal budalalığın, sadece gerçeklerden değil Leninizm’den de nasıl koptuğunu gösterir.

Burjuva demokrasinin bu tarihsel evrimi, faşizmin asıl olarak Sosyalist Sovyetler Birliği sayesinde ağır bir yenilgiye uğratıldığı 1945 sonrası dönemde kısmi bir yavaşlama gösterir, hatta kesintiye uğramış gibi görünür. Fakat tarihsel bakımdan ömrünü artık doldurmuş bir sistem olarak emperyalist kapitalizmin yapısından kaynaklanan çürüme ve asalaklaşmaya paralel olarak onun şiddet ve gericileşme yönündeki tarihsel eğilimi temelde sürer.

Zaten sözünü ettiğimiz ‘kesinti‘ görünümünü doğuran farklılıklar da, güçlü bir sosyalist kampın ortaya çıkmış olması yanında işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketlerindeki militan kabarmayla devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerinin emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri üzerinde yarattığı baskının sonucudur. Yani bunlar, burjuvazinin inayetinin, tercihinin, aklının başına gelmesi gibi subjektif yönelimlerin sonucu değil, sosyalizmin, proletarya ve emekçi kitlelelerin mücadelelerinin sonucu elde edilen kazanımlardır. Yoksa, bu mücadelenin zayıf ve yetersiz kaldığı ülkeler ya da kesitlerde, burjuvazi ve işbirlikçileri, “şiddet ve gericilik” yönündeki eğilimlerini kusmakta ve pratiğe geçirmekte bir an bile tereddüt göstermemişlerdir. 1950‘lerin ABD‘sinde kendisini Mc Carthycilik olarak gösteren “Soğuk Savaş demokrasisi”, 1960’ların başında Fransa’nın bile askeri bir darbenin eşiğinden zor dönüşü, 3 milyon komünistin ve ilericinin bir gece içinde katledildiği Endonezya ve Filipin tipi demokrasiler, askeri cunta yönetimleri altında yaşadıkları yıllar Peron ya da yakın dönemin Fujimori rejimi gibi “sivil” görünümlü dikta rejimleri altında inledikleri yıllardan daha uzun süren Latin Amerika örnekleri… burjuva demokrasinin tarihsel evriminin doğrultusundaki ‘devamlılık’ ilişkisine ilk ağızda verilebilecek örneklerdir.

Sinsi ya da açık biçimler altında liberal demokrasi pazarlamacılığına soyunmuş olan budalalara soracak olursanız, bunlar artık “geride kalmış” süreç ve yönelimlerdir. Neoliberal dönemde burjuvazi, egemenliğini bundan böyle farklı bir tarzda yürütme ‘tercihi’ yapmış, bu tarihsel geçmişini bir anlamda reddederek “faşizmi çözüp yerine liberal demokrasiyi geçirmenin” kendisi açısından “daha akılcı” bir egemenlik yöntemi olacağı sonucuna varmıştır!!!

Üstelik bu “tercihi”, ortada kendisini zorlayan bir proletarya hareketi, emek eksenli militan bir demokrasi mücadelesinin esintisinin bile hissedilmediği 1990‘lı yılların dünyasında yapmıştır!!!

Bu yaveler akla, Lenin’in, “emperyalizmin temel özelliklerini ve derin köklerini” gizlemek için elinden geleni yaparak “gerici, yavan, bayağı bir reformizmi” egemen kılmaya çalışan Kautsky hakkında söylediklerini getirir. Çünkü yapılan şey aynıdır, niyet aynıdır, bu teslimiyete yol açan nedenler aynıdır.

Burjuvazinin sınıf olarak egemenliğinin iki ana tarihsel biçiminden biri olarak burjuva demokrasisinin neoliberal dönemdeki evrimine ilişkin olarak komünistler, 12 yıldan beri her fırsatta ısrarla su parametrik esasların altını çizmektedir:

“…tekelci burjuva devleti yeniden yapılandırma yönelimini, kapitalist ekonomi ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan değişikliklerden, özellikle de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının günümüzde kazandığı boyutlardan, mali sermayenin hacminde ve rolündeki olağanüstü büyümeden, emperyalist mali ve sınai sermaye ihracındaki artıştan, krizin keskinleştirdiği rekabet koşullarında emperyalist sermayenin emeği alabildiğine ucuzlatmaya duyduğu ihtiyacın yanı sıra ‘güven’ ve ‘istikrar’ arayışından, bu arada sistemin ve burjuva rejimlerin toplumsal temellerindeki daralmanın büyüttüğü tehlikelere karşı burjuva devlet cihazını güçlendirip yetkinleştirmenin yanı sıra özellikle orta sınıfları yeniden kazanarak onları sisteme daha sıkı bağlama amacından kopuk olarak ele alıp ‘kendi içinde bir amaç’ şeklinde algılamaktan kesinlikle uzak durmak gerekir…” (Devleti Yeniden Yapılandırma Yönelimi Üzerine -I, Devrimci Proletarya dergisi, 3. Sayı, Şubat 1999, sf. 35)

“…Her alanda sınırsız bir egemenlik peşinde koşan ve gericileşen kapitalizmin tekelci aşamasının karakteristiğine ve tarihsel gelişme eğilimine uygun olarak ekonomide olduğu gibi siyasette de güç, parçalanmak ve dağılmak şurada dursun, gitgide daha sınırlı bir kesimin elinde toplanmakta ve merkezileşmektedir… zaten devleti yeniden yapılandırma yöneliminin özünü ve ayırdedici özelliğini (de) tekelci kapitalist devleti bu güç yoğunlaşmasına uygun yeni bir kalıba dökme, bunun gerektirdiği yeni bir kurumsal yapılanma ve işlerliğe kavuşturma oluşturmaktadır…” (agy, sf. 36)

“…Burjuva devleti (demokrasiyi -nba) yeniden yapılandırma yonelimine de yön veren bu temel düşünce, ‘Yeni Dünya Düzeni Demokrasisi’ni, burjuvazinin tarihsel bakımdan iki temel egemenlik biçimini oluşturan klasik burjuva demokrasisinden daha çok faşizme yaklaştıran ayırdedici bir özelliktir. Başka bir anlatımla, ‘YDD demokrasisi’, zaten sahte ve aldatıcı burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesi yönünde değil, bunun tam tersine, onun biçimsel bazı yönlerinin dahi törpülendiği, burjuvazinin egemenlik sisteminde faşizme özgü yöntem ve çizgilerin öne çıkıp derinleşmesi yönünde bir gidişin ifadesidir. Buna bağlı olarak, özellikle yarı sömürge ülkelerde yeni bir rejim modeli, yeni bir devlet tipi ortaya çıkmaktadır…” (agy, sf. 47)

“… Ana hatlarıyla: Klasik burjuva ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin yerine iktidar gücü ve yetkilerinin merkezileştirildiği ve ordunun (ya da güçlendirilmiş polisin -nba) belirleyici bir konumda olduğu çekirdeksel kurum ve organların elinde toplandığı, parlamentoların yanı sıra artık hükümetlerin bile iyice işlevsizleşip göstermelik bir konuma itildiği, yargının politik bir silah ve düzenleme aracı olarak kullanıldığı, değil burjuva ‘hukuk devleti’ olmak ‘yasa devleti’ olarak bile nitelenemeyecek, görünüşte ‘sivil’ ve ‘parlamenter’ ama gerçekte ne sivil ne de parlamenter sayılabilecek keyfi, bürokratik, zorba bir yönetim tarzı ve rejim modelidir bu.

(…) Tekelci burjuvazinin, kendisinin yarattığı ama günümüz kriz koşullarında artık kendisine de ayak bağı haline gelen burjuva parlamenter yöntem ve mekanizmaları iyice kuşa çevirerek yönetmenin ‘yeni’ yöntem ve mekanizmalarını devreye soktuğuna işaret ettik. Çoğu faşizme özgü olan yöntemlerin parlamentarizmin kalıntılarıyla harmanlanarak farklı bir bütünlük oluşturmaları sonucunda ortaya yeni bir burjuva devlet biçiminin çıktığı tespitinde bulunduk. Tekelci burjuvazinin siyasal egemenlik aracı olarak burjuva kapitalist devletin, bütün göstermelik karakterine karşın burjuva parlamenter demokrasinin klasik biçiminden daha uzak, açık faşist diktatörlük biçimine daha yakın bir çizgide örgütlendiği bu süreç, ‘90’lı yıllardan itibaren hız kazanmış olarak halen sürüyor…” (agy, sf.51)

Ayrıca Kontrol Et

1 Mayıs ve Kadınlar*

Düşük ücretler, geçim derdi, insanlık dışı çalışma ve yaşam koşulları en çok “ezilenlerin ezilenini”, kadınları vuruyor; deprem en fazla onları yıkıyor. Kadın hareketinin boyun eğmeyen dinamizmi, sömürü ve köleliğin dünyasına karşı kardeşliğin ve özgürlüğün dünyasını besliyor/besleyecek