Umut nerede, çıkış nerede?



Başta ilerici kamuoyu olmak hemen “herkes” seçimlerde yaşanan dibe çakılışın şokunu ve hayal kırıklığını yaşıyor. Çöküntü hali kendisini en fazla bütün umudunu seçime ve sandığa bağlayan kesimlerde gösteriyor.


Oya Açan

Başta ilerici kamuoyu olmak üzere hemen “herkes” seçimlerde yaşanan dibe çakılışın şokunu ve hayal kırıklığını yaşıyor. Çöküntü hali kendisini en fazla bütün umudunu seçime ve sandığa bağlayan kesimlerde gösteriyor.

Seçime büyük anlam yükleyenlerin bu şoku daha derinden, adeta dünyaları kararmışcasına yaşamalarında bir tuhaflık yok aslında. Zira odaklandıkları hedef -üstelik “kendi dışlarındaki nedenler” yüzünden-, ellerinden kayıp gitti. “Tek adam” rejiminden çıkış yol ve yöntemlerini bunun üzerine kurmuşlar, bütün argümanlarını bu basit matematiğe dayandırma kolaycılığını seçmişlerdi. Emek-sermaye çelişkisini, sınıf gerçekliğini bir kenara bırakmış, toplumdaki faşist gericilik birikimini ideolojik ve kültürel bazı açılım ve jestlerle çözebilecekleri hayaline kapılmışlardı.

Şimdi tuzla buz oldu hepsi!.. Toplumsal gericilik birikimi ve kutuplaşmanın derinliği bu kez elle tutulacak ölçüde net. Toplumun gerçek sorunlarının çözümünü neoliberal siyaset anlayışı ve tarzında, popülist şov siyasetinin “inceliklerinde” arayanların nasıl beyhude bir çaba içinde olduklarının görülebilmesi açısından eşi bulunmaz bir ders niteliğindedir. Sınıfa karşı sınıf netliğiyle hareket etmeyip, kitlelerin gerçek sorun ve ihtiyaçlarına odaklanmayanların hem kendileri hem toplum açısından anlık bir şaşkınlık ve “way be” duygusu yaratan şovlarının nasıl beş para etmez elma şekerlerinden farklı bir şey olmadıkları görülmüştür.

Can yakıcı sonuçlar, gelecekte nelerin yaşanabileceği konusunda da kuşkusuz veriler sunuyor. Nedenler niçinler üzerine yürütülen tartışmalar, asıl olarak iki kategoride akıp durmakta: ‘Nerede/nerelerde hata yaptık’ sorgulamasıyla işe başlayıp, yığınakta yapılan hatalar da içinde olmak üzere asıl doğrultusunu samimi bir özeleştiri süreci yaşayarak bu karanlığın nasıl yarılabileceği konusunda kendini ortaya koyanlar. Ve ikincisi, yapılıp edilen her şeyi, izlenen taktikleri -“emek verildi, sürece özgü hamleler yapıldı” ya da “bizim dışımızdaki herkes yanlıştı, sadece biz doğruyduk. Herkes yenildi bir biz yenilmedik”- doğru bulup “başarısızlığın” nedenlerini kendi dışındaki etkenlerde arayanlar! “Yan yattı, çamura battı” halleri…

Bu ruh halinin ‘örgütlü’ güçleri de içine çekerek solda yeni bir sağa savrulma üretmesi (zaten sağa demir atmış olanların şirazesinin büsbütün kayması) ihtimali çok güçlü. “Sürecin değerlendirilmesi” ve “özeleştiri” adına sergilenen tutumlara baktığımızda bile bunun izlerini görüyoruz. Bu bağlamda gaflet uykusunda ısrarın en tipik belirtisi, gözümüzün önündeki gerçeği, o gerçeklik içerisinde kendi payımızı/kendi gerçekliğimizi görmekten kaçış oluşturuyor. Dolayısıyla her şeyden önce gerçeğin gözüne cesurca bakabilmeliyiz! Bunun bir yenilgi olduğunu açık yüreklilikle teslim etmemiz lâzım. Nedenleri üzerine kafa patlatmak hemen ardından sökün etmeli. Ve bunun bugünün meselesi olmadığını bir bütün olarak bilince çıkarmak için hayli gerilere gidilmeli…

Bundan sonrası…

İktidar şimdi bu şoku büyütüp kalıcı bir moral çöküntüye, mecalsizlik ve teslimiyete dönüştürmeye çalışacaktır.

Koyu bir baskı ve karanlık döneminin gelmekte olduğun gösteren sayısız olay/olgu var; zaten devlet gücünü ve iktidar olanaklarını kullanarak hem ekonomik hem siyasal hem sosyal hem kültürel… hayatın her alanında geniş emekçi yığınların üzerine abanacak olması eşyanın tabiatına -ve neoliberal İslam’ın karakterine uygundur. Bunun ilk adımlarını Can Atalay ve Merdan Yanardağ örneklerinde, kadın düşmanlığını tırmandırma işaretlerinde, sokaklardaki polis terörünün tırmanışında görmeye başladık zaten.

Bu noktada kendimizi sadece ‘sıkı durmak’, devletin ve gericiliğin saldırıları karşısında gerilememekle sınırlayamayız. Sadece direnmekle, direniyor olmakla -militan bir sosyalizm açısından bu mutlak bir zorunluluktur- kendimizi avutamayız. Sınıf mücadelesinin her cephesinde savunmacı ruh hali hızla terk edilmek zorunda. Bu elbette sadece bir devrimcilik anlayışı sorunu değil her şeyden önce bir güç sorunu. Devrimci solun bugün en zayıf noktasını da bu güçten yoksunluk oluşturuyor. Bu noktada karşımıza tayin edici bir başka soru çıkıyor: O gücü nerede arayacak, hangi kesimler içinden nasıl derleyeceğiz?

Bugüne kadar olduğu gibi kimileri bunu konum kaybı içindeki kentli küçük burjuva kesimlere şirin görünerek onların ‘rahatını bozmayacak’ ılımlı politikalarla mümkün olduğunu görmeye devam edebilir. Kimimiz gecekondu semtlerinin gençliğini örgütlemeyi esas alabilir. Komünistlik ya da sosyalistlik iddiasındaysak eğer, yönelmemiz gereken toplumsal güçlerin başında işçi sınıfı gelmelidir. Üstelik hızla proleterleşen bir toplumsal yapı ortamında bu yönelim, ideolojik tercihimizin niteliği ve tarihsel ufkumuzun sınırlarıyla birlikte nasıl bir tarihsel ve toplumsal gerçeklik zemininde yaşadığımızın bilincinde olmak anlamında aklın da gereğidir.

Birleşik Mücadele Güçleri

Ayrıca Kontrol Et

Eleştiride Samimiyet Özen Gerektirir

En temel metinleri bile okumadan söz söyleme sorumsuzluğuyla hareket eden bir anlayışla devrimci bir polemik yürütmenin aslında yararsız bir çaba olacağını düşünüyoruz