Nazi olmayan Almanların 1933 yazında içinde bulundukları durum muhakkak ki bir insanın karşılaşabileceği en müşkül durumlardan biriydi: Feci bir gafil avlanma duygusunun yarattığı şokun etkileriyle beraber, çıkışı olmayan ve mutlak bir yenilgi hali. Nazilerin insafına kalmıştık, bize acımak ya da canımıza okumak tamamen onların elindeydi. Bütün kalelerimiz zapt edilmişti, ortak bir direniş mümkün değildi artık, münferit direniş ise artık sadece intiharın bir şekli olarak mümkündü. Özel hayatımızın en ücra köşelerine kadar takip ediliyorduk, hayatın her alanında bir gerileme, nerede sona ereceğini kimsenin bilmediği dağınık bir kaçış hüküm sürüyordu. Aynı zamanda her gün sadece teslim olmamızı değil, saflarımızı değiştirmemizi de talep ediyorlardı sizden. Şeytanla kurulacak küçük bir pakt -ve bir anda tutsaklar ve kaçaklar grubundan ayrılıp galiplerin ve avcıların arasına kabul ediliyordunuz.
Nazi olmayı reddedenler berbat bir durumla karşı karşıya kalıyorlardı. Mutlak ve çıkışı olmayan bir umutsuzluk; her gün karşı karşıya kalınan aşağılamalar ve onur kırıcı hareketlere tamamen savunmasız katlanmak; dayanılmaz hadiselere günbegün ve çaresiz tanıklık etmek; insanın vatanına olan bağlarının tamamen kopması; tanımsız bir ıstırap. Diğer taraftan bu durumun kendine has kötü yola sevk etme imkanları, bir ayartma potansiyeli vardır; şeytanın çengelini saklayan zahiri teselli ve rahatlama yolları.
İkinci tehlike hayata küsmeydi -insanın kendisini mazoşist bir ruh halinde nefret, ıstırap ve ölçüsüz bir karamsarlığı teslim etmesi. Bu Almanların yenilgiye karşı gösterdikleri en doğal tepkidir. Her Alman zor zamanlarda (hem özel hayatının zor anlarında hem de Alman ulusunun zor günlerinde) bu ayartma ile mücadele etmek zorunda kalır: Sonsuza dek pes etmek, kendisini ve bütün dünyayı kabullenmenin sınırına varan uyuşuk bir umursamazlıkla, şeytanın insafına bırakmak; dikbaşlı ve kötücül bir duruşla ahlaki bir intihar.
“Güneş ışığı başladı beni yormaya / Ah, yıkılsa dünya, yerle yeksan olsa”
Çok kahramanca görünür bu: Her türlü teselliyi reddeder, kendinizden uzak tutarsınız -ve bu sırada görmezden gelirsiniz- tam da bu tavrın kendisinde en zehirli, en tehlikeli ve en sefih tesellinin saklı olduğunu. Kendini teslim etmenin sapkın şehveti… Yenilgisine yenilgi olarak katlanacak gücü olmayan mağlubu, işte tam da bu en kapsamlı şekilde avutur… bebeğini kaybedişini dünyanın sonu addeden patolojik bir çocuğun kızgın ve inatçı ağlaması…
Almanya’da bugün görünür bir “muhalefetin”temsilcileri olarak karşılaşacağınız insanların arasında bunlar maalesef çoğunluğu oluştururlar, bu yüzden de bu muhalefetin hiçbir zaman hedefler, yöntemler, planlar ve beklentiler geliştirememiş olmasında şaşılacak hiçbir şey yok. Muhalefetin ana öğesi olan bu insanlar ortalıkta dolaşırlar ve “dehşete düşerler”. Yaşanan korkunç hadiseler yavaş yavaş ruhlarının vazgeçilmez gıdası haline gelmiştir; bu insanların elinde kalan tek ve kasvetli keyif bu korkunçlukların ballandıra allandıra anlatılmasıdır ve bu olmadan bu insanlarla sohbet edilmesi tasavvur bile edilemez. Birçoğu bu korkunçluklar olmasa adeta bir eksiklik hissedecek duruma gelmiştir ve yine bu insanların bir kısmı için karamsar çaresizlik adeta bir tür saadet vesilesine dönüşmüştür.
Çıkış noktası bi öncekinin çıkış noktasıyla aynı: İnsanlar nefret ve ıstırabın ruhsal olarak onları yoldan çıkarmasına izin vermek istemezler; arzuları iyi huylu, barışçıl, dostane ve “sevimli” kalmaktır. Ama nefret ve ıstıraba sebebiyet veren olgular istisnasız her gün üzerinize çullanırken nefret ve ıstırabı nasıl engelleyebilirsiniz? Sadece görmezden gelmekle, bakışları başka bir yere çevirmek, kulakları balmumuyla kapatmak, kabuğuna çekilip etrafına bir koza örmekle mümkün olabilir bu. İnsanın yumuşaklığı nedeniyle katılaşmasına ve sonunda da yeniden cinnetin bir başka türüne neden olur: Gerçekliğin kaybına.
[Bir Almanın Hikayesi, Sebastian Haffner, İletişim Yayınları]