Nabi Kımran
I. Madde ve ideoloji
İdeoloji elastiki bir kavram, bin türlü tanımı var. “Sınıfsal, devletsel, ulusal, dini, siyasal, hatta mikro ölçekte grupsal vb. çıkarlara göre şekillenen duygu, düşünce, fikirler manzumesidir” dersek, bu tanım ideolojinin elastiki evreninde herhalde kendine yer bulabilir. Kasti olarak üretilen/kurgulanan boyutu bir yana, kelimenin geniş anlamıyla hayattan doğan bu “bulutsu” yapı hiç de öyle eter gibi uçucu bir şey değildir. Evet bir bakıma eter gibidir ama uçar kaçar değildir, sınıflar mücadelesine, “hayatın gidişatına”, siyasal davranışlara elle tutulacak kadar somut, açık etkide bulunur. Ürediği ve üretildiği yerden toplumsal hayata geri döndüğünde (ki ikisi iç içe geçmiş tek bir sürecin iki veçhesidir) “ideolojinin eteri” gayet somut, maddi varlıklara (sınıfsal/siyasal davranışlara) dönüşür. Örneğin milliyetçi ideoloji ile linççi güruhlar arasındaki mesafe pek de uzun değildir.
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir; başka bir deyişle toplumun maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Marx & Engels – Alman İdeolojisi)
Yukardaki çok bilinen pasajı aktarmamızdaki saik, maddi saha ile ideoloji arasındaki bağıntıya dikkat çekmektir.
Gramsci’nin hegemonya kavramı da bu meseleden azade değildir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yıkımına, Ekim Devrimi’ne ve sürecin Avrupa’da estirdiği fırtınaya rağmen devrimci dalganın başarısızlıkla sonuçlanması, II. Enternasyonal Marksizminin çöküşü, dahası İtalya’da faşizmin iktidara gelmesi Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde cisimleşen arayışlarını koşulladı. “Modern Prens” kavramıyla kodladığı şeyin II. Enternasyonal partilerinin kokuşmuşluğuna alternatif bir devrimci parti anlayışı olduğu açıktır. Hegemonya kavramı-stratejisinin ise temelleri daha derindir. Burjuvazinin ideolojik ve politik hegemonyasının topluma ve emekçi sınıfların “ruhuna” önceki döneme kıyasla çok daha derinden nüfuz ettiğini saptar. Buna, çelişkili karakterine rağmen kapitalizmin iktisadi gelişiminin burjuvazinin ideo-politik etki alanını -bir ölçüde- tahkim ettiğini de eklemek gerekiyor.
Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”nda 1840’lar İngiltere’sinde işçi sınıfının vahşet sınırındaki sömürüsünü tasvir eder. Oysa aynı Engels ölümünden önce 1890’lar başında İngiltere’yi “Tüm ulusların en burjuvası”, İngiliz işçi sınıfını da “en burjuvalaşmış işçi sınıfı” olarak tanımlar (mealen aktarıyoruz).
Kapitalist emperyalizmin ölümcül çelişkileri 1914’de başlayan boğazlaşmayı koşullamakla kalmadı, devamla bilhassa kapitalist merkezlerde (Avrupa’da) 1920’li yılların ortalarına dek süren devrimci alt üst oluşları da beraberinde getirdi. Fakat “maçın kazananı” işçi sınıfı ve komünistler olamadı. Kapitalizmin yıkıcı çelişkileri devrimci fırtınaları koşullarken, hâlâ tükenmeyen yaşama ve mücadele kudreti/azmi, iktisadi imkânları ve ideolojik hegemonyası kapitalizmi ayakta tutmaya yetti. (II. Enternasyonal partileri / “Marksizmi”nin işçi sınıflarını felç etmesi ve devrimci partilerin ha deyince etkili bir şekilde inşa edilememesine ayrıca vurgu yapmaya gerek yoktur.)
Gramsci, her iki hususu da gözeten bir yerden düşüncesini inşa ediyor. Prens/öncü parti, kokuşmuş sosyal demokrasiye alternatif liderliktir. Hegemonya stratejisi ise, kapitalizmin/burjuvazinin yaşadığı büyük badireden yıkılmadan çıkmayı başarmasının ideo-politik, toplumsal dayanaklarına dikkat çeker ve işçi sınıfı/devrim güçlerinin mevzi-siper savaşlarını andırır bir mücadeleyle karşı-hegemonyalarını tahkim ede ede devrime ilerlemeleri anlayışını işler.
Gramsci, devrimci bir partinin tutsak lider kadrolarından biri olarak hapishane koşullarının gerektirdiği Ezop diliyle bir devrim stratejisi bağlamında düşüncelerini geliştirir. Althusser ise Avrupa kapitalizminin pek rahatını kaçırmayan reformist-revizyonist (Euro-Komünist) Fransız KP’si ile gelgitli ilişkilere sahiptir. Gramsci’nin aksine Althusser’in “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” çalışması, bir devrim stratejisi bağlamından çok akademik Marksizm sahasındadır. Kilise/cami/havra vd., okul, gazeteler, TV’ler vb.’nin ideolojik aygıtlar olarak rolünü aklı başında kimse inkara kalkışmaz herhâlde. Marks’ın Alman İdeolojisi’nden aktardığımız ve tüm sınıflı toplumlar tarihini kesen yukarıdaki saptamasında derinleşme arayışlarıdır bir bakıma Gramsci ve Althusser’in bahse konu çalışmaları.
Marks’ın teorik genellemesinin ötesinde Gramsci, İtalyan tarihine (de) başvurarak (burjuva) ideo-kültürel hegemonyanın 20. yüzyılın ilk otuz yılındaki seyrinin izlerini sürmeye çalışır. Althusser ise 1960-70’lerde ideolojik aygıtlar meselesini ele alır. Bir bakıma, vazgeçilemeyecek ve fakat doğal olarak soyut teorik genellemenin, ideoloji ve ideolojik hegemonya kavramının 20. yüzyıldaki kristalize olmuş macerasını ya da onun farklı veçhelerini irdeleme gayretleridir bunlar. Althusser’in neyi deyip demediğinden bağımsız (tekrar bir Althusser okumasına girişmediğim için haksızlık etmekten çekinirim) şu vurgulanmalıdır: İdeoloji, salt aygıtlar tarafından üretilmez, deyim uygunsa hayatın her anı ideoloji “salgılar”, tıpkı bir çiçeğin koku salgılaması misali.
Örneğin fabrika bir üretim ve iktisadi ilişkiler alanıdır; fakat fabrika salt metalar değil, “ideoloji” de üretir. Patronun tahakkümüne dair rıza üreten fikir ve kanaatler (ya da tersi, isyan duygu-düşünceleri) araya hiçbir ideolojik aygıt girmese de kapitalist fabrikanın “doğasından” -bir çiçeğin salgıladığı koku misali- “salgılanır”. Ya da şiddet salt fiziken boyun eğdirmez, boyun eğme, itaat etme ve “uyumlanma” fikrini de “salgılar”. Piramitler, Süleymaniye Camii, Köln Dom Kilisesi, Eyfel Kulesi ya da Amerika’da okyanusa bakan Özgürlük Heykeli; her biri farklı çağların estetik, teknik becerilerini somutlamakla kalmaz, heybetleri, kudretleriyle “büyüleyicidirler”. Bir yönüyle hangi çağ ve sınıfın damgasını taşırlarsa taşısınlar insan türünün kolektif estetik-bilimsel-teknik birikiminin taşıyıcısıdırlar. Fakat diğer taraftan buz gibi bir ideolojik etki “salgılarlar”: Onları oraya diken firavunların, padişahların, kralların, burjuvaların kudretlerinin abideleridir onlar; “küçük insanlar” hayranlık, huşu, ürküntü ve tevekkül içinde bakarlarken bu abidelere, “dünyadaki yerlerine” dair bir bilinç ve hissiyat da akar içlerine.
Ay’da astronot gezdiren bunu salt “bilim aşkına” yapmaz. Askeri, teknolojik, iktisadi, rekabetçi bir dizi hesabın yanı sıra ve propaganda aygıtlarının bu başarıyı parlatmasının ötesinde, neredeyse kendiliğinden ideolojik hegemonya malzemesi de “salgılar”. Bilim bir şeydir, bilimin türevi olan teknoloji başka bir şey, “bilimcilik ideolojisi” ise bambaşka bir şey. Tanrıların boşalttığı tahtı bugün neredeyse “bilimcilik ideolojisi” almış durumda: Öyle ya, Ay’da yürüyen, uzayı fetheden bilimsel gelişkinliğin ve de bunların “sahiplerinin” kudretinden, “doğruluğundan”, “gelişkinliğinden”; ezcümle köylünün öküzünü sabana koşması misali eline geçirdiği her şeyi kendi bencil sınıfsal çıkarlarının hizmetine koşan burjuvazinin/kapitalizmin/Batı’nın hikmetinden sual olunabilir mi? İşte bu buz gibi ideolojidir; aygıta, propagandaya vs. pek de ihtiyaç duymadan maddi-somut durum ve ilişkilerden “salgılanan”, toplumsal yaşama eter gibi nüfuz eden, sonra da toplumsal davranışları şu veya bu yönde etkileyen ideoloji…
II. Sosyalizmin maddi güçleri ve ideolojik etkisi
Yukarıdaki kavramsal çerçeve, maddi ilişkiler-kuvvetler, ideolojik etki/etkisizlik/hegemonya, devrim ve sosyalizm fikrinin/örgütünün tasfiyesi ve burjuva düşmanın tasfiye yönelimiyle “uyumlanan” tasfiyecilik süreçlerini ele almak için değerlendirilebilir; şimdi.
150 yıldan bu yana dünyada devrim ve sosyalizm güçleri hiç bu kadar dağınık, etkisiz, atomize olmamıştı. 1871 Paris Komünü yenilgisi evet, I. Enternasyonal’in sonunu getirdi ve Marksistler Komün’ün başat aktörü değillerdi. Fakat 1880-90’lardan itibaren Alman Sosyal Demokrasisi (zamanın KP’si) Almanya’nın neredeyse ikinci büyük politik gücüne dönüştü. İngiltere’de sendikalar olağanüstü güçlendi, İşçi Partisi’nin etkisi arttı. ABD’de güçlü işçi hareketleri patlak verdi vb. Örnekleri uzatmaya gerek yok: Komünist/Marksist hareket ve işçi sınıfı güçlü, anlamlı bir örgütsel-siyasal varlık olarak sahneye çıkmıştı ve artık bu olguyu hesaba katmadan devlet yönetmek, siyaset yapmak mümkün değildi. (Sömürgeler dünyası da ulusal demokratik arayışlarla çalkalanıyor ya da mayalanıyordu.) I. Emperyalist paylaşım savaşı patlak verdiğinde (kapitalist emperyalizmin büyük krizi) işçi sınıfı ve komünist hareket dünyada “bir şey” idi. Ve sosyal demokrasinin tarihsel ihanetine rağmen bu “bir şeyden” Ekim devrimi doğdu, Avrupa isyan dalgalarıyla sarsıldı, sömürgelerde kurtuluş umudu doğdu.
II. Dünya savaşı patlak verdiğinde Avrupa faşizmin istilası altındaydı, modern tarihin en karanlık dönemlerinden biri yaşanıyordu. Fakat komünist hareket yine “bir şey” idi: SSCB vardı ve tüm dünyada etkili komünist partiler. Nitekim Hitler faşizmini tarihe gömmenin onuru Sovyet Kızıl Ordusu’nun oldu, Fransa, İtalya ve Balkanlardaki direnişin onuru da komünist partizanların.
Sonrası malum. Doğu Avrupa ve Balkanların (Yunanistan hariç) sosyalist kampa dahil olmaları. Çin, Cezayir, Küba, Vietnam, Nikaragua devrimleri. 68 gençlik hareketleri. Hepsi de komünizmin ideolojik rüzgarlarından etkilenen ulusal kurtuluş mücadeleleri…
1980’lerden itibaren bu dalga durulsa da Filistin, Kürdistan, Nepal, Sri Lanka, Filipinler, İrlanda-İRA, Bask-ETA, Peru ve genel olarak Latin Amerika’da etkili devrimci hareketler varlığını sürdürdü. Yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen 1986’da İngiltere’de büyük madenci grevi patlak verdi. Bunlara Türkiye’de işçi sınıfının 1989 Bahar Eylemleri4ni, Kürdistan’daki serhıldanları da ekleyebiliriz.
Diğer bütün meseleleri bir yana bırakarak tablonun bize söylediğini şöyle özetleyebiliriz: Komünizm/sosyalizm öncelikle siyasal, örgütsel, sendikal devletsel maddi bir varlık idi tüm dünyada; ve bu maddi varlığın türevi olarak küresel planda ideolojik etki gücüne sahipti. Örneğin Afrika’nın derinliklerinde sömürgeciliğe isyan eden ve kabile sosyolojik temeline dayanan ulusal kurtuluş hareketleri kendilerini Marksist-Leninist olarak tanımlıyor, komünizm nerede bir isyan varsa orada ezilenlerin bayrağı olarak yükseliyor, hiç olmazsa esinleyiciliğiyle dünya devrim, sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşlarının hegemonik ideolojisi olarak zuhur ediyordu. Komünist Manifesto’nun “heyulası” artık silahlanmış olarak at koşturuyordu tüm kıtalarda. Ve kapitalist Batı da deyim uygunsa sosyalizm tehdidine göre dizayn ediyordu kendini. (Keynesyen “regüle edilmiş” kapitalist birikim modeli, büyük sendikalar ve toplu sözleşme düzeni, sosyalist ülkelerle yarışan sosyal ve ekonomik haklar, Euro-Komünizmi ve “büyük tarihsel uzlaşma” vb.)
Öte yandan, dünyanın en seçkin entelektüelleri, sanatçıları, edebiyatçıları kendilerini ya komünist olarak tanımlıyor ya da genel olarak solda duruyorlardı. (Son yüz yılda gerici, sağcı kaç “entelektüel” sayılabilir ve bunların sol sahaya kıyasla etki güçleri nedir? Ve hatta: bu mümkün müdür?) Bir bakıma Erdoğan’ın sözü 20. yüzyıla dair küresel bir gerçeği ifade eder: Kelimenin belirli ve sınırlı bir anlamında “kültürel iktidar” olamadılar, en fazlasından sureti haktan görünerek solun basıncı altında şekillenmiş liberal, sosyal demokrat vb. burjuva ideolojisi ile yol almak zorunda kaldılar.
Son 20-30 yılda ise bambaşka bir tabloyla yüz yüzeyiz…
Öncelikle sosyalizmin maddi dayanağı olan devletler çöktü 1991’de. SSCB vd. ne kadar sosyalistti, bu mevzu -kısa bir değini haricinde- şu anda konu dışı. İnşa güçleri ile yıkım güçleri/dinamikleri sosyalist devletlerin tarihleri boyunca mücadele halinde oldular. Bir eşikten sonra yıkım güçleri etkili hale geldi ve tedrici olarak sosyalizm tasfiye edildi, kabuğa dönüştü; devletler çöktüklerinde kabuğun içi boştu. 1991’deki yıkım, sosyalist kabuk içinde gelişen burjuva özün, kendisi için deli gömleğine dönüşen sosyalizmin hukuki-ideolojik formunu berhava ederek çıplak-vahşi kapitalizme iltihakının hikayesidir.
Yine de bu “kabuk” meselesi yabana atılamaz. SSCB’de iktidara çöreklenen bürokrasi, resmi ideoloji olarak deforme edilse de komünizmi/ML’i ve koca bir tarihsel birikimi, değerleri, kazanımları bir çırpıda elinin tersiyle kenara itemezdi. Onlar da kabuğu koruyarak içine bambaşka bir koza ördüler. İşte bu “kabuğu koruma” mecburiyeti Marksizm-Leninizm’in lâfzına sarılma, Sovyet halklarının ekonomik-sosyal haklarını koruma (hatta yer yer geliştirme) sonucunu doğurdu. Dışta ise SSCB sosyalizm ideolojisini “savunan” bir süper güç olarak emperyalist sistem ile rekabet halindeydi. İçi boşalmış da olsa bu ideolojik hegemonya ya da etki salt Sovyet emekçilerine verilmek zorunda kalınan tavizlerle değil, dışta da dünya kapitalizminin bu ideolojik basınç altında kendini hizalamasıyla sonuçlandı.
Marksist tarihçi E. Hobsbawm “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi” adlı eserinde, 20 yüzyılın ekseninin sosyalizm olduğunu söyler; ona göre ya da ona karşı: herkes bu ekseni gözeterek hizalanmıştır kısa 20. yüzyılda…
Çoktan sönmüş bazı yıldızların yaydıkları son ışıkları (ışığın -kaynağından bağımsız- uzay boşluğunda yol almaya devam etmesi sebebiyle) hâlâ görmekte olduğumuz biliniyor. Bizim Sovyet yıldızımız da epeydir sönmüştü, fakat ışığı (kırılmış, deforme olmuş, solgunlaşmış da olsa) hala yeryüzüne düşüyordu. İşte bu ideolojik etki gücü/iklim dahi düşmanlarını -bir ölçüde- dizginliyor, emekçiler, ezilenler için -yine bir ölçüde- umut ışığı olmaya devam ediyordu. (Bu elbette son dönem SSCB ve “Sovyet Marksizminin” kerameti değildi; devrim, sosyalizm, ML ideolojisinin toplam/genel prestij ve etkisinin sonucuydu.) Ortalık tümden karardığında bugünkü alacakaranlık kuşağının içine yuvarlandık: Sosyalizmin maddi varlığının tasfiyesini, ideolojik hegemonyasının tasfiyesi izledi. Şimdi sığındığımız koyaklarda varlığımızı savunmakla ve eğer yapabiliyorsak yeni çağın kavgalarına hazırlanmakla meşgulüz.
[Yarın: III. Türkiye sosyalizminin politik, sosyo-kültürel kazanımları, ideolojik etkileri]